Yıllar önce bir haber okumuştum. İngiltere’de doğan ikizlerden birisi son derece sağlıklıyken, diğerinin solunum sıkıntısı dâhil ciddi sağlık sorunları olduğundan bahsediyordu. Habere göre, bir gece hemşiresi bir türlü iyileşme yönünde gelişme göstermeyen bebeğin kuvözüne sağlıklı kardeşini koyar, ona dokunmasını, hatta sarılmasını sağlar. Sabah bir sürpriz beklemektedir, çünkü bebeğin durumu iyiye gitmektedir ve yaşamsal göstergeler iyi yöndedir. Gazete haberi ‘dokunmanın gücü’ gibi bir başlıkla vermişti. Başlık da dâhil olayın ayrıntılarını yanlış hatırlayabilirim, ama olayın aslı böyle olmasa da faslı bu şekildeydi.
Ben de bugün, dokunmanın önemine dikkat çekmek istediğim yazıma bu haberi girizgâh yapmak istedim.
Hangimiz çocukluğumuzda ağrıyan dizimizin annemizin bir okşaması veya bir öpücüğü ile iyileştiğini veya korktuğumuz bir anda babamızın güven dolu ellerinin bize dokunmasıyla rahatladığımızı unutabiliriz? Dokunma ve bunun pozitif etkilerine dair onlarca örnek verebilirim, ama benim mevzu etmek istediğim hekimin hastaya dokunuşu.
Her tıp fakültesi öğrencisine 3. sınıfta Prepedötik verilirken hastanın fizik muayenesinden ve bunun öneminden bahsedilir (di). Bizim zamanımızda iyi bir fizik muayene yapamayan öğrenci staj geçemezdi. Malumunuz fizik muayene 4 bölümden oluşur. 1) İnspeksiyon (Hastanın tepeden tırnağa gözle iyice incelenmesi). 2) Palpasyon (Hastanın elle muayenesi. Yani hastanın -ihtiyaç duyulan- bölgelerine ‘iyice ve uygun şekilde dokunulması’). 3) Perküsyon (Hastanın belli bölgelerine iki eli kullanıp vurarak muayene edilmesi). 4) Oskültasyon (Hastanın stetoskop veya uygun cihazlarla iç organlarının dinlenmesi).
Bunlardan her birisini ayrı ayrı ele alıp, bugünkü hekimlerin bunları ne kadar ihmal ettiği üzerine yazabilirim, ama bugünkü konumuz, dokunmak. Haksızlık etmemek lazım, doktorların bir kısmı hâlâ fizik muayenenin diğer şartları ile birlikte palpasyonu da yerine getiriyorlar. Ama büyük bir kısmı özellikle genç hekimler ‘teknoloji bağımlı’ hale geldikleri için hastaya ‘elini sürmeden’ direkt tahlil ve tetkike gönderiyorlar. Düşünceleri, “Ben koskoca USG veya MR’ın gördüğünden daha iyisini mi bulacağım elimle?” Ne büyük bir yanılgı! Hastalıkların psikolojik yönünü unutmuş, ‘dokunmanın gücünden bihaber’, ‘ellerinin yarı-ilahi özelliğini öğrenememiş’ bir doktor. USG’nin buz gibi probunu, sıcak ve güven veren elleri ile denk tutan, MR’ın soğuk ve gürültüsünü şifa vesilesi ellerine tercih eden bir ‘teknisyen’.
İdeal poliklinik ortamlarında ve ilk yatışlarda nispeten daha az ihmal edilen palpasyon (dokunma), yatan hastalarda neredeyse tamamen ihmal ediliyor. Hekimler bilmiyor ki, hastalar vizit öncesi hekimler gelmeden kendini hazırlarlar. Karnımı açar, yara yerimi eller, kolumu bacağımı hareket ettirir; kısacası “Belki bana dokunur” ümidi ile kendini hekime hazırlar. Zaten ‘hasta’ olan, zaten morali yerle bir olmuş, zaten ağrılar içinde kıvranan hasta bir de doktoru, yatağın başucunda, “E nasılsın bakalım? Gecen nasıl geçti? Ameliyat yerinde problem var mı? Hadi bakalım iyi görünüyorsun, seni birkaç güne taburcu ederiz.” Deyip odayı terk ederse, ağrısı da, kederi de ikiye katlar ve bir ümit doktorunun bir dahaki vizitte kendisine dokunmasını (kısa da olsa muayene etmesini) bekler. Oysa doktor hastaya sadece ve sadece 30 sn.-1 dk. dokunsa, hastalıklı yerine elini sürse, “Ağrın var mı?” dese. Muayene etmese bile ediyormuş gibi yapsa hasta ne kadar mutlu olacak, morali ne kadar düzelip, acıları ne kadar azalacak.
Ben klinisyen değilim, ama klinisyenlerden çok ama çok rica ediyorum: Yatan hastalarınızın gözlerine bir bakın siz, “Dokun Bana!” diyor.