Acil Tıp Asistanı Dr. Melike Erdem, görev yaptığı hastanenin 6. katından kendisini boşluğa bırakarak hayatına son verdi. Hiçbirimiz onu tutamadık!
Acil tıp henüz yeni bir uzmanlık dalı olmasına rağmen, intihar eden uzman ve asistan sayısı ile hızla ilk sıralara yükselmektedir. Gerek branşın zorlukları gerekse de eğitim ve çalışma ortamındaki olumsuzluklar, bize bu özkıyımların son olmayacağını düşündürmektedir. Tahmin ederim ki, diğer uzmanlık alanlarının eğitim müfredatında, acil tıpta olduğu gibi “hekimin iyilik hali”, “tükenme sendromundan korunma”, “zor hastanın bakımı”, “hekimin yetersizlikleri” gibi başlıklar bulunmamaktadır. Yetkililerin gerektiğinde istifa etmekten imtina ettiği ülkemizde, bir asistan hekiminin sadece mesleki yük altında ezilerek hayatına son vermesini dikkate almak gerekir.
2006 yılı Nisan TUS’unda 18 eğitim ve araştırma hastanesinde acil tıp asistanı kadrosu ilan edildikten sonra yapılan toplantıda, dönemin Sağlık Eğitimi Genel Müdürü, “Günde 1000 hastanın başvurduğu hastanelerin acil servislerindeki bu potansiyelden yararlanmalıyız.” demişti. Bin hastanın başvurduğu acil serviste eğitim olamayacağı, sadece hizmetin kotarılacağı söylense de hiçbir şey değişmedi. Yeşil alan uygulaması, hastalardan katılım payı alınması gibi uygulamalar da nafile. Ne hasta sayısı azaldı ne de eğitim standartları uygulamaya konuldu. Gidişatın sonuçlarını ise artık görmeye başladık!
Günümüzde, özellikle üniversite hastanelerinde, uzman hekim olmaksızın asistan hekimlerin hasta bakması ve girişim yapması eleştirilirken, hatta soruşturulurken, yeterli kadro ihtiyacının sorulmaması ve istenen kadroların verilmemesi, sistemin tezatlığını açıkça göstermektedir. Acil tıp uzmanlık eğitiminin standartlara göre yapıldığı ülkelerde bir öğretim üyesine 8 saatlik vardiyada sadece 30-40 hasta danışılırken, maalesef ülkemizde asistanlar hastalarını danışacak öğretim üyesi veya eğitim kadrosunda uzman bulamamakta ve kendi başlarına yüzlerce hastaya sağlık hizmeti vermeye çalışmaktadırlar. Öğretim üyelerinin aktif çalıştığı birkaç yerde ise danışılan hasta sayısı yüzlere çıkabilmektedir. Uzman olduktan sonra da sorun değişmemektedir. Hem malpraktis korkusu hem de SABİM baskısı görev yapanların başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam etmektedir. Ama artık o kılıcın, yerçekiminin etkisine yenildiğini gözden kaçırmamakta fayda vardır.
Tıp eğitiminin ve hekimlik mesleğinin zorluklarını bizler çok iyi biliyoruz. Gece-gündüz demeden görevini en iyi şekilde yapmaya çalışan hekimlerin, gerçeği yansıtmayan suçlamalarla karşı karşıya kaldığı durumlarda, arkalarında duracak kimseyi bulamaması kadar acı bir tablo yoktur. Artık hekimler seslerini dahi çıkaramaz, haklarını savunamaz hale gelmiştir. Hele ki bir intihar, bir cinayet veya bir darp olayı sonrası toplumun “Hak ediyorlar!” şeklindeki düşüncesinin anlaşılabilir bir yanı yoktur. Bu toplumsal paranoyayı yaratanların sağduyulu bir şekilde yaşananları irdelemesi gerekmektedir. Toplum-hekim ayrışmasının kimseye yarar getirmeyeceği açıktır.
Sağlık politikaları sadece maliyet azaltmak üzerine kurgulandıkça ve sorumluluklar sadece hizmeti uygulayanların üzerine atıldıkça gidişat daha iyi olmayacaktır. Aslında işin mutfağından bakıldığı zaman mevcut sistemi bir deveye benzetmek yanlış olmaz; çünkü neremizin doğru neremizin eğri olduğunu bile göremez hale geldik.
“Hekimin psikolojik sorunları vardı.” “Şimdiye kadar sadece 4 hekime uyarı cezası verildi.” “SABİM’e gelen aramaların sadece yüzde 0,2’si şikâyet.” gibi suçluluğun getirdiği savunma içgüdüsü ile işin içinden sıyrılma çabasından vazgeçmek gerekmektedir.
Nedeni ne olursa olsun, bu olay hepimizin yüzüne vurulan bir tokattır. Benzeri olayları tekrar yaşamamayı dilesek de, gencecik bir meslektaşımız kendisini sonsuzluğun boşluğuna bıraktı ve hiçbirimiz onu tutamadık!