Dünyada çok farklı milletler, dünyanın farklı coğrafyalarında, dünya kurulduğundan bu yana varlıklarını sürdürmektedirler. Hangi millete mensup olursa olsun her kişi, mensubu olduğu milletle gurur duyar. Ancak; gurur duyulan bu mensubiyet duygusu, diğer milletlerin de kabul ettiği somut bir duruma dönüşmüşse o zaman çok daha büyük bir anlam ifade eder.
Bugünlerde çok moda bir deyimle “Dünya Kültür Mirasına” yapılan katkı, dünya milletlerinin önemini ve saygınlığını belirleyen en önemli kriterdir.
Türk Milleti, Dünya Tarihi ile birlikte yeryüzünde yer almış ve Dünya Tarihinin oluşmasına üst derecede katkı sağlamış bir millet olarak “Dünya Kültür Mirasına” da çok önemli katkı sağlamıştır. Tüm tarihçilerin açıkça belirttiği ve hatta bizzat rakibi insanın söylediği gibi yüzyılın dehası olan Mustafa Kemal Atatürk, özgürlük ve bağımsızlık yolunda birçok ulusun yol göstericisi olmuştur. 2007 yılında UNESCO tarafından alınan bir kararla 800. doğum yılının tüm dünyada kutlanmasına karar verilen Mesnevi’nin yazarı Mevlâna, hoşgörünün timsali olarak bilinmektedir.
Farklı alanlarda yetiştirdiğimiz kişiler arasında özellikle tıp alanında bize gurur veren isimlerin başında İbn-i Sina gelmektedir. Avrupalıların “Avicenna” adını vererek tıbbın şahı olarak taç giydirdiği İbn-i Sina, 980-1037 yılları arasında yaşadığı süreçte yazdığı El Kanun Fıt Tıb adlı eseri ile dünya tıbbına çok önemli katkıda bulunmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri’ne geçen yaz yaptığım ziyarette gittiğim her kütüphanede ve kitapçıda tıp tarihi ile ilgili kitaplara baktığımda çok ama çok üzüldüm. Çünkü; İbn-i Sina bu kaynakların hepsinde ya Arap ya da Acem olarak belirtilmekteydi.
Oysa ki İbn-i Sina bugünkü Özbekistan sınırları içinde yer alan Buhara’da 980 yılında doğmuş ve 1037 yılında bugünkü İran sınırları içinde yer alan Hemedan’da ölmüş, tam adı Ebu Ali el Hüseyin ibn-i Abdullah ibn-i Sina el Belhi olan bir Türk’tür. 1072-1074 yılları arasında Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılmış Divanu Lügati’t-Türk’te belirtildiği üzere; Türklerin yaşadığı bölgeler sayılırken Buhara özellikle belirtilmiştir. Keza Farabi’nin doğduğu Farab kenti de bir Türk yerleşkesidir.
10. yüzyılın sonları ve 11. yüzyılın başları Türklerin İslamiyet’e hizmet etmenin getirdiği coşku ile dolu yıllardır. Bu coşku nedeni ile çocuklara isim verilmesinde ve üretilen eserlerde Arapça’ya ve Farsça’ya öncelik verilmiştir. Bu manevi hizmet sonraki yıllarda bu muhteşem şahsiyetlerin başka milletlerce sahiplenilmesine neden olmuştur. Buaslında gıpta edilecek bir durumdur. Çünkü; iyiyi, doğruyu, güzeli, muhteşemi herkes sahiplenmek ister. Ama; iyinin, doğrunun, güzelin, muhteşemin sahibi O’nu yetiştirendir. Bu ahlaken de, hukuken de böyledir. Böyle de olmalıdır.
Sahiplenilmeyen her şeyin bir sahipleneni mutlaka olur. Bu bilinçle Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılında topladığı bilim adamlarına “İbn-i Sina’yı milletimize mal edelim, dünyaya tanıtalım, eserlerini yaşatalım, gelecek nesiller içerisinde yeni İbn-i Sina’lar doğmasına yol açalım” talimatını vermiş ve 1937 yılında İbn-i Sina’nın 900. ölüm yıl dönümünde bir kongre düzenlenmiştir.
Bir örnek olarak verdiğimiz İbn-i Sina’nın yanı sıra Farabi, Razi gibi değerlerimize sahip çıkıp Hulusi Behçet’i, Gazi Yaşargil’i her Türk çocuğuna ve özellikle de Türk hekimine öğretmeliyiz. Bu bize daha büyük işler başarabilmenin gücünü verecektir.