Dünyanın En Etkili Bilim İnsanları Listesi, ABD’de bulunan Stanford Üniversitesi’nin koordinatörlüğünde bilimsel etki uzmanı bir ekip tarafından oluşturuldu. Tüm dünya genelinde en çok atıf alarak, en etkili %2’lik kısma giren bilim insanlarının oluşturulduğu bu listede Türkiye’den 614 bilim insanı yer almayı başardı. Türkiye de dâhil olmak üzere tüm dünyada, ilgili liste birçok önemli haber yayın kurumlarının ve üniversitelerin internet sayfalarında haber olarak yayınlandı.
Stanford Üniversitesi’nden John Ioannidis önderliğindeki, ABD’li ve Hollanda’lı bilim insanlarından oluşan ekip, çeşitli bilimsel kriterleri (toplam atıflar; Hirsch h-endeksi; ortak yazarlık düzenli Schreiberhm-endeksi; tek yazar olarak makalelere yapılan atıfların sayısı; tek veya ilk yazar olarak makalelere yapılan atıf sayısı ve makalelere tek, ilk veya son yazar olarak atıf sayısı vb.) dikkate alarak yaptığı hesaplamalarla Dünyanın En Etkili Bilim İnsanları Listesi’ni oluşturdu. Yapılan çalışmada, 1996-2020 yılları arasında en az 5 makale yayınlamış olan, yaklaşık 7 milyon araştırmacı üzerinde yürütülen ve dünyanın en etkili 159 bin 684 bilim insanının 22 anabilim dalı ve 176 alt bilim dalında listelendi. Çalışma sonucu oluşturulan liste ile ilgili detaylı bilgi “Mendeley Data – Data for “Updated science-wide author databases of standardized citation indicators” adresinden elde edilebilir (1). Ioannidis ve çalışma grubunun dünyada en çok atıf alan %2’lik kısımdaki bilim insanlarını içeren listeyi oluştururken kullandıkları yaklaşım hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler, “Plos Biology” isimli bilimsel dergide, “A standardized citation metrics author database annotated for scientific field” başlığıyla yayınlanan makaleyi inceleyebilirler (2).
Yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye’deki bilim adamlarının sadece çok küçük bir kısmı bu listeye girerek, tüm dünyadaki en çok atıf alan yüzde ikilik kısımda yer alma başarısı gösterebildiler. Dünya çapında böyle bir listeye girebilmek önemli bir başarı. Bunun yanında, elbette listede yer alamamış olmasına karşın, katkılarıyla, emekleriyle, yetiştirdikleri öğrencileriyle çok çok kıymetli olan bilim insanlarımız da var ülkemizde. Ben de 2008-2019 yılları arasında gerçekleştirdiğim bilimsel çalışmalarımla Dünyanın En Etkili Bilim İnsanları Listesi’nde yer almanın mutluluğunu ve gururunu yaşayan ülkemiz bilim insanlarımızdan biri oldum. Yazımda anlatmaya çalışacağım konuyla doğrudan bağlantısı olacağı için, değerli okuyucuların izniyle, listede benim yer almam konusunda bir iki noktaya dikkat çekeceğim. Liste oluşturulurken önemli etkenlerden ikisini düşünelim. İlk olarak, bilim insanlarının 25 yıllık bir zaman aralığındaki çalışmaları incelendiği için bir bilim insanının yaşı ne kadar çoksa, daha çok yılda daha çok çalışma üretebileceği için listede bulunma şansı da daha yüksek olabilmektedir. Ben gibi yaşınız nispeten gençse, sadece 12 yıllık çalışmalarınızla bu listede yer almanızın değeri de takdirinize kalmıştır. İkinci olarak, Tıp bilimi insanlık için en önemli alanlardan biri olması nedeniyle, listede yer alan bilim insanlarının çoğunluğunu bu hayati önem taşıyan bilim alanında çalışan akademisyenler oluşturmaktadır. Tıp en eski ve en köklü bilim alanlarının başında yer aldığı için bu alanda yapılan bilimsel faaliyetlerin çokluğu da önemli etkenlerden biridir. Buna karşın ben İstatistik alanında eğitim almış, yetişmiş ve çalışmakta olan bir akademisyenim. Türkiye’de ilk İstatistik Bölümü ise çok yakın bir tarih olan 1967 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde kurulmuştur. Tıp bilimine göre İstatistik bilimi çok çok yeni bir bilim alanıdır. Yine bu kadar yeni bir bilim alanında çalışan bir akademisyenin bu listede yer alabilmesinin anlamı değerlendirmenize kalmıştır.
Tüm dünya üzerinde bazı üniversiteler listede yer alan kendi öğretim üyelerinin bu konudaki düşüncelerini, sözlerini yayınladılar. Ya da bazı basın yayın kuruluşlarında listedeki akademisyenlerin hikâyeleri ya da konu hakkındaki söyleşileri yayınlandı. Yukarıda ifade etmeye çalıştığım, nispeten genç yaşıyla İstatistik alanında çalışan bir akademisyen olarak, sizlere kısaca benim yaşadıklarımdan bir kesiti anlatmaya gayret göstereceğim.
İstatistik Mezunları ve Türk İstatistik dernekleri tarafından 2005 yılında düzenlenen 4. İstatistik Kongresi’ne katılmıştım. Davetli konuşmacılardan biri Prof. Dr. Orhan Güvenen’di. Konuşması “Bilgi, Yönlendirilmiş Bilgi, Bilgi Toplumu ve İstatistik” başlığını taşıyordu (3). Orhan hocayı ilk defa görüyor ve yüzlerce kişi önünde yaptığı hararetli konuşmasını arka sıralardan dinliyordum. O yıllarda, henüz yolun başında genç bir araştırma görevlisi olunca, davetli konuşmaların yapıldığı salonda ön sıralara oturmaya pek cesaret edemiyordunuz. Orhan hoca konuşmasının içine bizleri öylesine çekmiş, sahnede öylesine heyecanla anlatıyordu ki, konuşması bittiğinde oturduğum yerde ilerleye ilerleye sandalyenin ucuna kadar geldiğimi fark etmemiştim bile. Bu nedenle, hocanın konuşması bittiğinde alkışlamak için heyecanla ellerimi havaya kaldırırken az daha sandalyemden düşüyordum. Yanımda çok sevdiğim çalışma arkadaşım Erol Eğrioğlu vardı. Hemen kendisine dönerek “Benim mutlaka bu hocayla konuşmam gerekiyor” dediğimi hatırlıyorum. Arkadaşımsa bana gülümseyen bir ifadeyle “hocanın başında o kadar insan var, nasıl gideceğiz yanına şimdi” diye karşılık verdi. Ön sıralarda bile oturmaya çekinen bizler için böyle hocaların yanına gitmesi cesaret gerektiriyordu. Ve ben hiç düşünmeden, Erol’u da yanımda sürükleyerek, bir şekilde hocanın yanında aldım soluğu. Sahneden inmiş birkaç grup insanla konuşmuş ve tam son kalabalığın yanından ayrılmak için adım atarken, Orhan hocanın karşısında ona hayranlıkla bakan iki genç akademisyen dikiliverdi. Ben hemen hocaya elimi uzatarak, konuşmasından çok etkilendiğimi ve bizler için büyük bir motivasyon kaynağı olduğunu söyledim. Nazik bir şekilde elimi sıktı, teşekkür etti ve en çok konuşmanın hangi kısımlarından etkilendiğimizi sormasıyla sohbetimizi başlattı. Hocamla o sohbetimiz hala hatırımdadır. Belki bir başka yazımda o sohbetin detaylarına da değinirim yine.
Orhan Güvenen Paris Üniversitesi’nde ekonometri dalında yüksek lisans ve doktora yapmıştır. O yıllarda birçok akademisyen İngilizce bile konuşamazken Orhan hoca 3 yabancı dili ana dili gibi konuşabilen, uzun yıllar şimdiki adı Türkiye İstatistik Kurumu olan Devlet İstatistik Enstitüsü’nün başkanlığını yapmış, Başbakan müşavirliği, DPT müsteşarlığı, OECD nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği gibi birçok görevi de başarıyla yürütmüş bir akademisyendir. Aldığı her unvanı bilgisi ve emeğiyle hak etmiş, böyle değerli bir bilim insanında tabii ki egodan zerre eser yoktu ve iki genç araştırma görevlisiyle uzun uzadıya ve bizlere kendimizi çok değerli hissettirerek konuşmuştu. Akademik duruşu, insani tavrı bana en güzel şekliyle anlatan hocalarımdan biri oldu Sayın Orhan Güvenen.
Orhan hocamla o kongreden sonrada birçok organizasyonda olsun, hayat alanında olsun yollarımız kesişti. Karşılaştığımız her seferde, sohbetimiz daha da keyifli oldu ve kendisinden bir şeyler öğrenmeye hep devam ettim. Yine bir başka uluslararası kongrede hocamla karşılaştık bir gün. Bildirilerin sunulduğu oturumlar arasında sohbete dalmıştık yine. Emekli olmuştu Orhan hocam, yaşı ilerlemişti, çok kitap okumanın verdiği hafif bir kamburluk vardı ama keskin zekâsı, nezaketli tavırları, heyecanlı konuşması yine aynıydı. İlk karşılaştığımız zamanı anımsattım hocama, bana ne kadar önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu, bizlere değer veren davranışıyla nasıl güzel bir örnek olduğunu söyledim. Çok mutlu olduğunu gözlükleri ardındaki bakışlarından anlamak mümkündü. Dünyadaki ilerlemelerden konuştuk, öğrencileriyle yaptığı son çalışmaları anlattı bana yine heyecanla, ben de kendi yaptığım çalışmaları anlatırken dikkatlice dinledi. Çalışmalarım hakkında fikirler verdi ve ürettiğim yenilikçi çalışmalardan ötürü benimle ne kadar gurur duyduğunu söyledi. Araştırma görevlisi de olsam Doçent de olsam hocam yoluma ışık olmaya, beni motive etmeye devam ediyordu, her zamanki o İstanbul beyefendisi konuşması ve nazik tavırlarıyla. Orhan hoca artık emekli olduğu ve birçok görevini bırakmış olduğu için çevresi eski zamanlarında olduğu gibi kalabalık değildi. Birkaç kişi geçerken selam veriyor, bazıları biraz yanımızda durup hemen kayboluyordu. Her yerde olduğu gibi akademik camiada da, hesaplı çıkarlar yerine, gerçek bilgiye, insani değerlere anlam yükleyen insan sayısı bellidir. Ama hoca tüm heyecanıyla anlatmaya, öğretmeye devam ediyordu. Son oturumlara girmedik ve hocamla ikimiz sohbete devam ettik. Bana şunları söyledi: “Ben Erzurum’da derin yokluklar içinde doğdum ama yolum Paris’e kadar uzandı. Ben bir bilim insanı olarak verimli çalıştım, çalıştığım alanlara kıymetli katkılar yaptım. Önemli çalışmalara imza attım, önemli görevlerde bulunup etki yarattım. Beni farklı kılan, başarılı olmama neden olan ne oldu biliyor musunuz pek değerli meslektaşım? Ben bilim insanlığımdan önce bir şairim. Bir şair olarak dünyayı görmem ve yaşamam, işte tüm başarılarım arkasındaki en büyük etken budur. Şairliğim sayesinde daha farklı düşünebildim ve fark yaratmayı başarabildim.” Sevgili Orhan hocamın çok güzel ifade ettiği gibi, sanat işte insana böylesine güçlü ve derin bir bakış açısı katmaktadır. Hangi alanda olursanız olun sanatı hayatınıza dâhil etmediğiniz sürece, gerçek anlamda hayatta fark yaratmanız çok zordur.
Bu noktada hemen tarihten önemli bir örnek vermek istiyorum. Tarihin gördüğü en kanlı, en çetin savaşlardan biri olan Çanakkale Savaşı’nın kaderini değiştiren, o zamanki rütbesiyle Yarbay Mustafa Kemal’di. Türk birliklerinin başında olan Alman General Liman von Sanders’in emirlerine bile karşı gelerek, aldığı fark yaratan stratejik kararlarla savaşın kaderini değiştirmişti o gencecik yarbay. Savaş tüm vahşetiyle sürerken, Türk askeri emsali görülmemiş bir vatan sevgisiyle çarpışırken, Mustafa Kemal gece gündüz demeden uyumuyor, çalışıyor ve yedi düveli durduracak o fark yaratan stratejileri belirliyordu. Amansız vahşetin içinde, genç yarbay arkadaşlarıyla mektuplaşıyordu bir yandan. Kendisine ne istediklerini soran arkadaşlarından istediği kitaplardı. O savaş ortamında bile arkadaşlarından istetip getirttiği ve çadırında okuduğu kitaplar sanat kitaplarıydı. Hayata sanatla bakıyor, vahşetin ortasında insanlığa sanatla tutunuyor ve dünya tarihinin en önemli savaşlarından birinde, aldığı fark yaratan kararlarla Türk ordusu tarih yazıyordu. ”Efendiler… Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hattâ cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız.” diyen Atatürk’ün sanata duyduğu ilgiyi, sanata verdiği değeri gösteren yüzlerce örnek vermek mümkündür.
Orhan hocayla baş başa vermiş, keyifli sohbetimizi arada yudumladığımız çaylarımızın sıcaklığında sürdürmeye devam ediyorduk. Konu bir ara hocanın Paris Üniversitesi’ndeki eğitim yıllarına geldi. Orhan hocanın şu cümlelerini gayet iyi hatırlıyorum “Ben eğitim hayatım boyunca hep soru sordum. Doktoramda Paris Üniversitesi’nden 18 soruyla mezun oldum. İlerleyen yıllarda gördüm ki bu 18 sorunun 14 üne cevap bulanlar Nobel ödülü aldılar.” Orhan hoca sözlerini yine şu şekilde tamamlamıştı: “Elbette ki bu soruları görebilmemi sağlayan yine en büyük etkenlerden biri şiirlere duyduğum hayranlıktı.” Bir insanın önemli bir üniversitenden mezun olmasını bu şekilde anlatması çok çarpıcı gelmişti bana. Soruyla mezun olmak. Doğru soruları sorabilmek. Adeta bilimin, gelişmenin, ilerleyebilmenin ilk adımının tarifi: Doğru soruları sorabilmek.
Yüksek lisansımın ders döneminde, bir yandan derslerime çalışırken, bir yandan şu soru aklımı kurcalıyordu: “Nasıl bir tez konusu seçeceğim?”. Etrafımda neredeyse herkes İstatistik alanında popüler bir yöntem belirlemeye uğraşıyor. Daha sonra bu yöntemi uygulayacağı bir veri ya da problem bulmaya çalışıyordu. Kanımca bu işte bir terslik vardı. Önce hayattaki problemi bulmalı, sonra onu neyle çözümleyeceğinizi belirlemeye çalışmanız gerekiyor diye düşünüyordum. Önce ortaya bir cevap atıp da, hadi bunun sorusunu bulalım demek çok anlamsız geliyordu bana. Gerçek hayatta önce sorunla karşılaşırsınız ve sonra onu çözmek için gerekli araçları kullanırsınız. Bilimde hayattan çıkmalıydı, hayata dair olmalıydı bana göre. Bu nedenle ben, önce doğru soruyu sormalı, sorunu doğru tespit etmeli ve ardından en uygun çözüm yöntemini kullanmalıydım. Aklın yolu birdir sözü boşuna söylenmemiş olsa gerek. Orhan hocayla aynı fikri paylaşıyorduk: Doğru soruları sorabilmek.
Bizim isteğimize göre, gerçek hayata uzak üretilen verilerle kurmaca bir problemi değil, gerçek hayatta var olan bir problemi çözmeliydim. Bu bakış açısıyla bakınca, hemen yanı başımda duran önemli bir problemi fark ettim. Her dönem başında üniversitelerin tüm bölümlerinde yapılan ders çizelgeleri dikkatimi çekti. Her dönem başlamadan önce bölüm başkanlığınca görevlendirilen bir grup insan, günlerce oturup koca koca resim kâğıtları üzerinde, onlarca renk kalem kullanarak ders programları oluşturmaya çalışıyordu. Hocalar ayrı ikna edilmeye çalışılıyor, diğer bölümlerden servis dersleri ayarlanmaya çalışılıyor ve insan gözü bazen şaşıyor, onca kontrole rağmen dönem başladığında aynı sınıf öğrencilerinin derslerinin çakıştığı durumlar ortaya çıkabiliyordu. Bu durumda, yeniden ve acilen karmaşa dolu bir çözümleme süreci başlıyordu. Aradığım gerçek hayat problemini, sorusunu bulmuştum. Ben bu ders çizelgeleme problemini çözecektim. Uzun bir araştırma ve okuma sonucu problemin çok zor bir optimizasyon problemi yapısına sahip olduğunu öğrendim. Ve yine araştırmalarım sonucu, böyle bir problemi ancak zeki bir optimizasyon algoritmasının çözümleyebileceğini gördüm. Ve böylece yapay zekâ alanında çalışmaya ilk adımımı atmış oldum. Belirttiğim çözüm yöntemleri arasından danışman hocamla beraber Tabu Arama algoritmasını belirledik. Bu optimizasyon algoritması insan gibi deneme yanılma yöntemiyle öğrenerek problem çözen bir yapay zekâ optimizasyon algoritmasıydı. İki yıl süren bir çalışma sonucu Tabu Arama algoritmasına dayanan bir yapay zekâ algoritması geliştirdim ve bu algoritmayı kullanarak bölümümüzün ders çizelgesini dakikalar içerisinde hazırlayan bilgisayar programını ara yüzüyle birlikte kodladım. Belirttiğim bilgisayar programını kodlarken, sevgili dostum Umut Arıcan’la sabahlara kadar bilgisayar başında oturduğumuz çok geceler oldu. İki yılın sonunda, gerçek ve önemli bir hayat problemini çözen bir bilgisayar programı üretmeyi başarmıştım (4).
O yıllarda İstatistik alanında SCI indeksindeki bir dergide yayın yapabilmek hayal gibi bir şeydi. Şöyle söyleyeyim, bulunduğum bölümde böyle yayın yapabilmiş sadece tek bir akademisyen vardı. Tüm Türkiye’de bile SCI indeksindeki dergilerde yayın yapabilmiş İstatistik alanından akademisyen sayısı bir elin beş parmağını geçmezdi diye tahmin ediyorum. Hatta o yıllardan daha sonraki zamanlarda bile sadece bir tane SCI yayınınızın olması ile Doçentlik sınavına başvurmaya hak kazanıyordunuz. Yüksek lisans tezimi bitirdikten sonra, tezimden bu çalışmanın makalesini yazdım ve danışmanıma götürüp SCI indeksinde yer alan bir dergiye göndermek istediğimi söyledim. Benim değerli danışmanım ise, Türkiye’deki ilk İstatistik bölümü kurucularından ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İstatistik alanında Yöneylem Araştırması Ana Bilim Dalı’nda profesörlüğünü almış ilk bilim insanı Prof. Dr. Gülsüm Hocaoğlu’dur. Ben de kendisinin son öğrencisi olma şansına sahip oldum ve böyle değerli bir bilim insanından bayrağı devralmanın hem gururunu hem de sorumluluğunu çok değerli bir hazine olarak taşımaya çalışıyorum. Ve kıymetli Gülsüm hocamla beraber o zamanlarda bile yüksek lisans tezimden 3 tane SCI indeksinde yer alan dergilerde makale yayınlamayı başarmıştık. Elbette ki çok çalışmak, çok araştırmak, çok okumak ve okuduklarınız üzerinde çok düşünüp, önemli bağlantıları yakalayabilmek üretebilmemizin temel ayaklarından biriydi.
Bu etkili üretimin altında yatan bir başka yönü de sizlerle paylaşmak isterim. Gülsüm hocamın odasına gittiğimde bazen masasının üzerinde bir konser bileti olurdu. Yüzünde güzel bir tebessümle bileti masasında bana doğru uzattığı anda, yeni ödevimi aldığımı anlardım. Senfoni orkestralarının konserlerini titizlikle takip ederdi hocam ve gidemediği bir konser olursa, o sandalyeyi boş bırakmamam için beni mutlaka o konsere gönderirdi. Şimdi düşünüyorum da, bazen konsere kendi gidemediği için değil de, sadece benim o konserleri dinleyip sanatı daha iyi algılayabilmem, hayatıma katabilmem için o biletleri alıyordu. Yine hocamın odasında sinema tarihinin önemli başyapıtlarından saatlerce konuştuğumuzu çok iyi hatırlarım. İzlediği yeni filmleri de hemen not alır, gelir bana anlatır ve mutlaka izlemem gerektiğini söylerdi. Böylece ben de eski sinema filmlerini izlemeye başlamıştım. Çok beğendiklerim olduğunda, hemen hocama anlatmanın sabırsızlığıyla odasına koşarak giderdim. Benim böyle çok beğendiğim filmlerden biri Burt Lancaster’ın başrolünü oynadığı 1962 yapımı Alkatraz Kuşçusu (Birdman of Alcatraz) filmi olmuştu. Alkatraz hapishanesinde bir mahkûmun kuş beslemesini ve hayvan sevgisini çok güzel bir biçimde anlatan bir filmdi. Onca filmin arasında bu filmi ayrı bir güzellikte hatırlamamın nedeni ise, kıymetli Gülsüm hocam da kuşları pek çok sever, üniversitedeki odasının camından kuşları devamlı beslerdi. Hatta okula gelemediği günlerde kuşların beslenmesi görevi tabii ki benimdi. Hocamın odasında zihin açıcı sohbetler yaparken, odanın içinde daima cıvıl cıvıl kuş sesleri bize eşlik ederdi. Çok şanslıyım ki böylesine sanat aşığı hocalarımdan ilham alma fırsatlarına sahip oldum.
Türkiye’de İstatistik alanında benim uzmanlaştığım konularda benden önce çalışmış birkaç akademisyen vardı ama tabiri caizse, gördükleri toplum baskısından yılmış ve hiç ürün üretemeden bu konuları bırakmışlardı. Ben hiç yılmadım. “Yapay Zekâdaki devrim: Bulanık Mantık” başlıklı önceki yazımda (5) yeni fikirlerin karşılaştığı tepkilerden bahsettiğim için bu yazı da detaylarına girmeyeceğim. Bense İstatistik alanında olmama rağmen, yapay zekâ ve makine öğrenmenin temelini oluşturan zeki optimizasyon algoritmaları, yapay sinir ağları ve bulanık mantık gibi konuları Türkiye’de ilk çalışan ve bu konularda uluslararası önemli saygın dergilerde Türkiye’den yayın yapan ilk bilim insanlarından biri oldum. Dünyada ve özellikle ülkemizde istatistikçilerin bu konularda önünü açan ve İstatistik biliminin önemini gösteren bilim insanlarından biri olmanın gururu her şeyden önce gelmektedir benim için. Orhan hocam, Gülsüm hocam, Burhan hocam ve isimlerini burada veremediğim ama hep anlatmaya devam edeceğim çok kıymetli hocalarımdan öğrendiklerimle, sanatın verdiği değerli bakış açısıyla sorduğum sorular ve bu soruların çözümü için toplum baskısı altında verilen büyük çabalar böylesi güzel sonuçlar doğurdu. Çok değerli şair, yazar ve sanatkâr Sunay Akın’ın dediği gibi “Bardağı taşıran son damla değil, ilk damladır.” Ancak anlamlı birikimlerle üretebilmeye başlayabiliyorsunuz.
Şuanda çevremi gözlemlediğimde, yolun başındaki çoğu akademisyenin sadece unvan alabilmek hevesiyle, zayıf ve yenilikler içermeyen çalışmalar gerçekleştirmeye çalıştığını büyük bir üzüntüyle görüyorum. Dünya genelinde de, bilimsel yayın süreçleri bazı noktalarda ne yazık ki ticaret halini aldığından, günümüzde SCI indeksine girebilmiş bazı belli dergilerde bile onlarca kalitesiz yayın yapılabiliyor. Ne yazık ki bu zayıf yayınlar “çöp makaleler” (junk papers) olarak adlandırılıyor. Yapay zekâ algoritmaları kullanımının çok etkili biçimde arttığı günümüzde böyle yayınlar yapmış olan kişiler ne yazık ki zamanla bir bir ortaya çıkmaya başlayacaklar. Zaten saygınlıkları olmayan bu kişiler, resmi olarak da belirlenmiş olacak günümüz bilgi çağında. Yolun başındaki genç meslektaşlarıma seslenmek istiyorum: Lütfen, kolay yoldan ve sadece yayın yapmış olmak için yayın yapmaya çalışmayın. Çok emek sarf ederek, bol bol okuyun, araştırın, sorular sorun. Sorduğunuz sorulara çözümler geliştirirken yeni sorular bulacaksınız. Öğrenmenin heyecanıyla geliştiğinizi, hayata dair gerçek ürünler ürettiğinizi göreceksiniz. Ben de ilk çalışmalarımı yaptığımda, ürünler üretmeye başladığımda çok zorlandım, çok kötü tepkilerle karşılaştım, halen de yaşıyorum bunları. Türkiye’de İstatistik bölümünde ilk yapay zekâ, makine öğrenme ve veri bilimi konularında dersler açan öğretim üyesi ben oldum. İnanın, bazı insanlar ilk başlarda açtığım bu önemli derslerin isimleriyle bile dalga geçiyorlardı. Bazı kişiler çalışmalarımla, açtığım derslerle dalga geçerken, başka bölümlerden, hatta başka üniversitelerden bile gelip o derslerimi dinleyen genç ve bilim aşığı insanlar da vardı. Yapılana çamur atmaya çalışan insanların bugün adını hiçbir yerde duyamazsınız ama algısı yüksek o genç meslektaşlarım şimdi çok güzel çalışmalar üretmeye, pırıl pırıl öğrenciler yetiştirmeye başladılar. Ve onları böyle görmek, işte bu meslekte alabileceğiniz en değerli hediyedir. Dünyanın en etkili bilim insanları listesine de girebilmek çok büyük bir onurdur ama sevgili öğrencilerimin başarılarını görmenin mutluluğunu hiçbir şeyle değişemem.
Ülkemizde sayıları pek fazla olmasa da çok değerli bilim insanları bulunmakta. Bu yazımda yoluma ışık tutan sadece iki değerli bilim insanından bahsettim sizlere. Diğer kıymetli bilim insanlarından da ilerde bahsetmeye devam edeceğim. Böylesine ilham kaynağı, okuma aşığı, öğrenme heveslisi, üretken ve mesleğini bir sanatkâr gibi icra eden değerli akademisyenler yanında, ne yazık ki bu mesleğe hiç yakışmayan insanlar da var. Şimdi böylesi yanlış insanlar için gelin çok güzel bir konuşmayı hatırlayalım hep birlikte. Bunun için Mustafa Kemal Atatürk’ün en sevdiği kitaplardan biri olan “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” (6) isimli eserin sayfalarını açalım. Fin filozof, yazar ve diplomat olan Johan Vilhelm Snellman’nın öğretmenlere seslendiği konuşmasından bir kısmı kitapta şu şekildedir:
“Sizleri fedakârlığa çağırıyorum! Fakat hepinizi değil, bunu yapmaya hazır olanlara ve yapabilecek durumda bulunanlara sesleniyorum. Kusura bakmayın, sizinle açık konuşacağım: Diğer bütün mesleklerde olduğu gibi, öğretmenler arasında da bu mesleğe layık olmayan, öğretmen ruhundan yoksun insanlar bulunduğunu biliyorum. Bu insanlara sanatkâr diyemeyiz, onlar öğretmen emeğine saygısı olmayan, hatta bu mesleği lanetleyen birer gündelikçidir. Kendilerine arkadaşça tavsiyem var – lütfen, okulu bırakın! Kendinize farklı bir iş bulun, yazıhaneleri dolaşın, tüccar olun. Her türlü işi yapın ama canlı bir ruha ve derin bir bilgiye sahip insanların bulunması gereken yerleri işgal etmeyin…”
İşte böyle bir ruh ve akılla Fin eğitim devrimi 1800’lü yıllarda gerçekleşmiştir. Gelin birlikte soru sormaya devam edelim: Finlandiya’nın bugün dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip ülkelerinden biri olması tesadüfi olabilir mi?
Ülkemizdeki ve tüm dünyadaki, canlı bir ruha ve derin bir bilgiye sahip olan tüm sanatkâr bilim insanlarına selam olsun.
KAYNAKLAR
1. Mendeley Data: https://data.mendeley.com/datasets/btchxktzyw/2
2. Ioannidis J.P.A., Baas J., Klavans R., Boyack K.W. (2019). A standardized citation metrics author database annotated for scientific field. PLoS Biology, 17(8): e3000384. https://doi.org/10.1371/journal.pbio.3000384
3. 4. İstatistik Kongresi Bidiriler Kitabı: http://www.turkistatistik.org/wp-content/uploads/2015/03/IstKon4_bildiriler_kitabi.pdf
4. Aladağ, Ç.H. (2004) “Tabu arama algoritması ile bir ders zaman çizelgeleme probleminin çözümü”, Hacettepe Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, İstatistik Ana Bilim Dalı yüksek lisans tezi.
5. Aladağ, Ç.H. (2020) “Yapay Zekâdaki devrim: Bulanık Mantık”, Akademik Akıl, https://www.akademikakil.com/yapay-zekadaki-devrim-bulanik-mantik/cagdashakanaladag/
6. Petrov, G. (2019) Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Koridor Yayıncılık, İstanbul. (Kitabın orjinali 1920’li yıllarda yazılmıştır.)
2 yorum
Çok güzel bir yazı olmuş hocam, daha önce demiştim ama tekrardan sadece bu listeye girdiğiniz için değil yaptığınız her şey için tebrik ve teşekkür ederim. Ne zaman sizinle konuşsam veya yazınızı okusam önümü aydınlatıyorsunuz.
Sevgili Bora, güzel yorumlarına teşekkür ediyorum. Bu şekilde, okumayı, araştırmayı, öğrenmeyi ve gelişmeyi hiç bırakma lütfen.