Genelde müslüman toplumlarda özelde ise Türkiye’de gerek siyasal gerekse toplumsal ilişkiler ağı göz önüne alındığında, bireyselleşmenin geliş(e)memesi ciddi bir sorun olarak kendisini göstermektedir. Bu sorun, insanların kendi kaderlerini ve yükümlülüklerini üstlenmemesinden kamusal alanın sağlıklı algılanması ve kontrol edilememesine ve hesap sorulabilirliğe kadar bir dizi gündelik hayat pratiklerinde hala belirgindir.
Bu meselenin daha sağlıklı açımlanabilmesi açısından bazı kavram, tarihsel süreç ve toplumsallıkların netleştirilmesi zorunluluk arz etmektedir. İlkin, bireyselleşmenin neliği burada önem taşımaktadır. Bireyselleşme toplum içerisinde insanın kendini tanımlama ve tayin hakkını kullanarak bir yandan kendi kaderini sahiplenme diğer yandan özgürlük ve yükümlülükleri çerçevesinde yaptıklarının sonuçlarına katlanmayı içeren bir varoluş biçimidir.
Bireyselleşmenin pozitif ve negatif iki boyutunu açımlamak kavrama bütünsel yaklaşım açısından önem taşımaktadır. Bireyselleşmeye yüklenen pozitif anlam; insanın kendisini özgür bir çerçevede tayin edebilmesi ve nihayet yapıp etmelerinin tüm sorumluluklarına ve sonuçlarına katlanabilmesidir. Bu teorik tanım gündelik hayatta kamusal hayata sorumlu katılım, yükümlülüklerini yerine getirme, kamusal hesap sorma, özgürlük ve haklarını koruma, birey haklarına saygı gibi pratiklerde kendisini göstermektedir. Müslüman toplumlarda bu bağlamda bireyselliğin oldukça zayıf seyrettiği zaten hemen ilk elden gözlemlerde anlaşılacaktır.
Bireyselleşmenin negatif boyutu ise yalnızlaşma ve giderek toplumun sürekliliğini sağlama noktasında asgari kolektivitenin zayıflamasıdır. Bugün de önemli oranda gözlemlendiği üzere eski sosyal ağlar çöktükten sonra, bilhassa şehirlere yoğun göçlerin ardından insanın yalnızlaşması söz konusu olmuştur ki, bir apartmanda yaşayanların birbirini tanımalarını bırakın selamlaşmıyor bile olmaları bireyleri kendi monadik yapısında yalnızlaştırmış görünmektedir.
Sosyoloji “toplum” kavramına atıfta bulunurken, birey ve kolektivite hem aralarındaki ilişki hem de gerilim açısından bir tartışma konusu olmuştur. Nitekim “birey” mi “toplum” mu şeklinde daha çok birini tercih anlamındaki tartışmalar, bugün bireyselleşme ile kolektivite arasındaki dengeyi vurgulayan söylemlere yerini bırakmış görünmektedir. Sosyolojinin ilk dönem tartışmalarında ise “birey” kavramına ilk sosyologlar tarafında negatif bakılmıştır. Nitekim gerek Saint Simon gerekse Durkheim’da birey kavramı Batı toplumları için bir kaygının konusu olarak görünmektedir. Durkheim için temel soru(n); Fransız devrimi ve sanayileşme sonrası dinin konumunun değişmesiyle birlikte Batı’da toplumların nasıl birarada tutulacağı idi. Durkheim bu konuda dine önemli bir işlev yüklemekteydi. Ona göre, toplum, içinde yaşayan bireylerin tek tek toplamından ibaret değildir. Kolektif bilinç dediği şey, bireylerin de üzerinde, bireyi de belirleyen ortak bir ruh, kolektivite ve fikri tanımlamaktadır. Bu bağlamda Durkheim’a göre birey, negatif bir anlam kazanmıştır.
Durkheim’ın kolektivist yaklaşımı Osmanlı’dan bu yana devlet ve toplum nezdinde tercih edilir olmuştur. Bu aynı zamanda devlet ve toplumun ihtiyacı olarak düşünülmüştür. Söz gelimi; Prens Sebahattin’in “teşebbüs-ü şahsi” ve “adem-i merkeziyet” kavramlarını muhtevi liberal bireyselci tezi karşılık bulmamıştır.
Bireyselci düşüncenin pozitif anlamda gelişmemesi, kişiyi toplumda her yönüyle sorumlu, katılımcı, hesap sorabilir, kamusal yükümlülük sahibi bir varoluş tarzından uzaklaştırarak, kaderci ve kendi geleceğine ilgisiz bir tavrı üretmiş görünmektedir. Doğrusu bireyselleşmenin pozitif anlamda gelişebilmesi öncelikle eğitimin temeline yerleştirmekle mümkün olacaktır. Bir de toplumda çok uzun süredir dip akıntı olarak işleyen kültürel değişmelerin gerçekleştirilmesi bir sonuç üretecektir.