İnsanoğlu ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Bilinenin aksine tüm bedeni kontrol eden merkez “beyin” değil, beyindeki “beşerî ruh”tur. Yani “beşerî ruh”, çalışma mekânı olarak beyni kullanmakta ve bir orkestra şefi gibi tüm vücudu buradan yönetmektedir. Dolayısıyla özgür iradesiyle düşünen, akıl eden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki varlıklara isimler veren organ “beyin” veya “kalp” değil insanın canlı olmasını sağlayan, bedene hayat veren “beşerî ruh”tur. Zira beşerî ruh bedenden ayrıldığında “beyin” de “kalp” hiçbir işe yaramamakta ve tüm vücut bozulmaya, çürümeye ve toprak olmaya başlamaktadır.
Konuyu açıklamaya geçmeden evvel daha önce “Ruh Nedir” başlıklı makalemizde belirttiğimiz bazı hususları tekrarlamakta fayda mülahaza ediyoruz.
Bilindiği üzere “beşerî ruh”, “insanın bedenine hayat veren ve canlı kalmasını sağlayan”, “irade, bilinç, akıl, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan, mekân olarak beyni kullanan, Yüce Allah tarafından anne rahminde sperm ve yumurtanın birleşmesinden hemen sonra insana üflenen nefhadır. Ruh nurânî, latif ve Rabbanî bir cevherdir, insanoğlunun “hakikî varlığı” ve varlığının en temel unsurudur.
Ruh, madde içinde ama maddeden ayrı bir varlıktır. Ruh, cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan “can”dır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta ve hiçbiri tek başına insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun dünya hayatında imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi bedenin de ruha ihtiyacı vardır.
Ruh, sadece ölümle birlikte bedenden ayrılmakta, ölüm haricinde bedenden bağımsız hareket edebilme özelliği bulunmamaktadır. Yani; sadece ölüm gerçekleştiğinde “beşerî ruh” geldiği yere geri dönmekte, (el-Bakara 2/156; el-A’râf 7/125) bu durumda beden cesede dönüşmektedir.
Kanaatimizce rüya ve aşkın dinî tecrübeler/üstün metafizik duygular esnasında bile ruhun bedenden ayrılması söz konusu değildir. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Oysa rüya esnasında bile beşerî ruh, bedendeki varlığını sürdürmekte ve görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenmektedir. Aksi halde hoşa giden bir rüya esnasında erkek veya kadının “ihtilam olması” veyahut kâbus gören bir insanın “boncuk boncuk terleyip titremesi/korkması” izah edilemezdi.
Bu itibarla dünyada imtihan olan her insanın ruhu bu dünyadaki zaman ve mekânla sınırlıdır. Ruhun birlikte var olduğu bedeni dünyada bırakması, zamanı ve mekânı aşarak “geçmişe ya da geleceğe gitmesi” ya da bedenden ayrılarak “sağda solda dolaşması” veya öldükten sonra başka bir bedene geçmesi (tenasüh/reenkarnasyon) kesinlikle imkânsızdır. Bu tür iddialar, batıl dinlerden ödünç alınan ve İslâm’a yamanmaya/sokulmaya çalışılan yanlış, sapkın ve batıl itikatlardan/tasavvurlardan başkası değildir.
Ancak müttakî ve salih bir kulun ruhu, bedeninden ayrılmadan da “tefekkür, dua ve ibadet” esnasında “zihnen/manen” aşkın haller, yüksek manevî duygular ve farklı dinî tecrübeler yaşayabilir. Lakin bütün bu yaşadığı manevî haller sadece kendisini bağlar; bu esnada yaşadığı coşkun duyguları “kutsal gerçekler/ilahî ilhamlar/vahiy” diye anlatıp satamaz/ dayatamaz/savunamaz. Bir kısım sefihin yaptığı gibi; “Bunları ancak havassu’l-havas anlar, avam anlayamaz!” diyemez; böbürlenerek samimi mü’minleri küçümseyemez; sadece manevî kulluk tecrübesi olarak nakledebilir; Rabbe yakın olmak isteyenlerin böyle ulvî derecelere ulaşmalarının mümkün olduğunu söyleyebilir.
İşte bu nedenledir ki biz, ölüm sonrası bedenden ayrılan ve ruhlar âlemine intikal eden bir ruhun tekrar “berzah duvarını/perdesini/engelini aşarak” dünyaya gelebilmesinin asla ve kat’a mümkün olmadığına, ancak ikinci surun üfürülmesiyle bulunduğu yerden “eski veya misli bedenine” iade edilmesinin söz konusu olacağına inanıyoruz.
Zira ölen kişinin ruhu artık Yüce Allah’ın kontrolündedir (ez-Zümer 39/42) ve dünyaya geri dönmesi kesinlikle imkânsızdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, kıyamet günü ikinci surun üfürülmesiyle birlikte ruhların bedenlerle birleşeceğini (et-Tekvir 81/7), herkesin teker teker Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini (Enâm, 6/94), sonrasında sevapları ağır gelenlerin cenneti hak edeceğini, günahları ağır basanların ise cehennemi boylayacaklarını (el-Mü’minûn 23/101-111; el-A’râf 7/8-9; el-Zilzâl 99/7-8) haber vermektedir.
Dolayısıyla “ölmüş kişilerin ruhlarının” zaman zaman dünyaya geldiği; şehitlerin, enbiyanın, evliyanın ve asfiyanın ruhaniyetinden istifade edildiği; onların ruhlarından feyz ve ilham alındığı şeklindeki iddialar/söylemler veyahut ruh çağırma seanslarıyla ruhların dünyaya gelip gittikleri şeklindeki “lakırdılar” tamamen içi boş söylemlerdir, hayal mahsulü ürünlerdir ve tamamen ciddi delillerden yoksun palavralardır. Aklı kıt insanların/aptalların/dar kafalıların inandığı mitolojik muhtevalı saçma sapan haberlerdir.
Bir başka ifadeyle bütün bunlar Câhiliye dönemi halk inanışlarının ve batıl dinlerin zırvalarının “uydurma rivayetler aracılığıyla” İslâm’a sokulması, kussâs (hikayeci vaizler) tarafından yaygın hale getirilmesi ve araştırma nedir bilmeyen “cahil din adamları/yarım hocalar/imamlar/dedeler/babalar/mollalar” (el-Maide 5/44, 63; et-Tevbe 9/34) marifetiyle sahiplenilip savunulmasından başka bir şey değildir. Beşinci ve altıncı sınıf kitaplara doldurulmuş bu tür saçmalıklara “din” diye inananlar, neye inandıklarını araştırmadan inandıkları ve savundukları için masum değil tam aksine suçludurlar. Zira Yüce Allah, herkese “kullansınlar diye” akıl gibi bir nimet bahşetmiştir.
Dolayısıyla ölülere ait ruhların birbirleriyle veyahut uykudaki dirilerin ruhlarıyla buluşması ve birbirlerinden feyz ve ilham almaları kesinlikle söz konusu değildir. “Ölen kimselerin ruhlarının birbirleriyle buluşmaları ve diledikleri gibi dolaşmalarının Allah nezdindeki derecelerinin büyüklüğüne göre olduğu iddiaları” ise tam bir İsrâiliyattır. Tahrif edilmiş dinlerden aşırılarak/çalınarak İslâm’a sokuşturulmaya çalışılan “hadis görünümlü efsanevî” haberlerdir. Kur’ân ve sahih sünnetten hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Dolayısıyla bu bilgilerin kökenini sorgulamadan alıp nakledenler, böylece milletin din algısını kirletenler, bunlara körü körüne inananlar/savunanlar kesinlikle mesul olduklarını bilmelidir.
Diğer taraftan kıyametin kopuşu esnasında ruhlar âleminde bulunan ruhların tamamen yok olması da söz konusu değildir. Zira böyle bir durum, Yüce Allah’ın hikmet ve adaletiyle bağdaştırılamaz. Çünkü ikinci surun üfürülmesiyle bedenlerle bulaşacak ruhları o zamana kadar bulundukları yerden alıp, ortada geçerli hiçbir neden yokken imha etmek ve tekrar yaratmak abesle iştigal olarak değerlendirilebilir ki bu, Yüce Allah’ın “Hakîm sıfatıyla” bağdaştırılamaz. Bu itibarla, “kıyametin kopuşu esnasında Allah’tan başka her şeyin helak edileceği”âyetini (el-Kasas 28/88; er-Rahmân, 55/26-27) siyak ve sibakı da dikkate alarak “o an dünyada yaşayan ve henüz ölmemiş bulunan mahlukâtın ölmesi ve ruhlarının da diğer ruhların bulunduğu yere nakledilmesi” şeklinde anlamak gerekir. Ayrıca şunu da bilmek gerekir ki, “Yüce Allah’ın sonsuzluğu” ile “insanın sonsuzluğu” bir ve eşit değildir. O’nun ebediliği kendi zatına mahsustur. Yüce Allah’ın yarattıklarıyla aynı kategoride olması zaten muhaldir. Zira O’nun “benzeri gibisi bile” yoktur. O biriciktir ve tek büyüktür. İnsan ve cinlerin sonsuzluğu ise Allah Teâlâ tarafından verilen bir sonsuzluktur. Bu itibarla her iki ebediliğin birbirine karıştırılmaması ve insanların kendilerini O’nunla aynı statüde görmemeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah, Levh-i Mahfuz’da (ana yazılım, sünnetullah/adetullah/emrullahın ilke/prensip/kurallarının kaydedildiği, “evrendeki işleyişin nasıl olacağının planlanıp programlandığı” temel veri tabanında) belirlediği sünnetinde (kendisi için koyduğu kurallarda/ölçülerde, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşımasında ve faydalı bir gayesinin bulunmasında) hiçbir değişiklik yapmayacağını haber vermiştir. (el-İsrâ 17/77; el-Ahzâb 33/62; el-Fetih 48/23). Dolayısıyla herkesin “haddini ve yerini” iyi bilmesi gerekmektedir.
Öte yandan ruhun -önceden değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında görevli meleklerce çıkartılıp alınması “ruhun gaybî boyutunu” yeterince kanıtlar mahiyettedir. Dolayısıyla ruhun metafizik boyutunu görmezlikten gelerek bedenle irtibatı sebebiyle “sadece beden üzerinden tahliller yapmak, ruhu inceleme dışı bırakmak” hem doğru hem de ilmî değildir. Bu konuda ısrar edildikçe insanı tanımak mümkün olmayacaktır. Bu itibarla Pozitivizmi/Materyalizmi bir inanç sistemi olarak gören, “bilim” diyerek “manevî unsurları” devre dışı bırakan ve “bilim”in gücünün arkasına saklanarak insanları susturmaya/ kandırmaya/yanıltmaya çalışan yaklaşımlar (“bilimcilik dinini” dayatanlar) hiçbir zaman insanların manevî/psikolojik sorunlarını tam anlamıyla çözememiştir/tedavi edememiştir ve bundan sonra da tedavi etmesi kesinlikle mümkün olamayacaktır.
Ruhun nasıl bir varlık olduğunu daha iyi anlamak için şu misali verebiliriz: Nasıl makinaya enerji verilince makine harekete geçer, kendisi için belirlenen programa uygun çalışır, enerjisi kesilince çalışması durursa, ruhun bedene girmesiyle beden canlanır, ayrılmasıyla da ölüm gerçekleşir ve bedenin çalışması durur. Ruhtan başka canlılığı sağlayacak hiçbir unsur yoktur. Nitekim ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümün gerçekleştiği herkesin malumudur.
Bununla birlikte o beşerî ruh, Yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmiş ve Hz. Peygamber’e ittiba etmiş bir mü’mine aitse yeniden diriliş gününde gireceği yeni veya misli bedeninde dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve ödülünü/mükâfatını alır. Lakin o beşerî ruh, kendinde mündemiç söz konusu boyutları doğru, etkin ve yerinde kullanmamış, şeytan ve taraftarlarının izinden gitmiş, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını umursamamışsa yaptıklarının sorumlusu olur, yeniden diriliş gününde gireceği misli bedende dünyada iken yaptıklarını hatırlar ve bunların cezasını cehennemde çeker.
Öte yandan ruh bedene ait bir araz (varlığın özüne iliştirilen nitelik/cevhere iliştirilen sıfat) değildir. Çünkü araz sürekli yok olup yeniden yaratılır. Dolayısıyla beşerî ruh araz olsaydı insanın her an farklı bir ruha, kimlik ve kişiliğe sahip olması gerekirdi. Bu itibarla dünyada iken yaptıklarının bilincinde olan ve yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşıyan “beşerî ruh”tan başkası değildir. Bu beşerî ruh bakîdir, ölmesi veya yok olması söz konusu değildir. Kur’ân’da yer alan “kişinin elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği ve yanan derilerin yenileriyle değiştirileceği şeklindeki ifadeler” (el-Fussilet 41/20-22; en-Nisâ 4/56) insanın dünyada iken yaptıklarından mutlaka sorumlu tutulacağını vurgulayan sembolik/metaforik anlatımlardır.
Bu nedenle insanoğlu ikinci sur üfürüldüğünde, yeni veya misli bedeniyle yeniden buluşturulduğunda “dünyada iken yaptıklarının farkında olan ve geçmişi hatırlayan, bu yeniden yaratılan “beden” değil, “tekrar bedenle buluşan o ölümsüz beşeri ruh”tur. Çünkü çocukluktan ölüme kadar insan bedeni sürekli değişime uğramakta ve beden yaşlanmaktadır. Ancak “benlik şuuru/bilinç” diye de adlandırılan “beşerî ruh” ise hiçbir değişikliğe uğramadan varlığını sürdürmeye devam etmekte ve tüm bilgileri boyutlarından sadece biri olan “hafızasında” depolamaktadır. Bu da insanın bedeninde “farklı bir unsurun” bulunduğunun apaçık bir delilidir ki, o da biyolojik canlılığı sağlayan ve “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutları” olan “beşerî ruh”tan başkası değildir.
Dolayısıyla yeniden dirilme esnasında bedenlere iade edilen beşerî ruh -ister cenneti isterse de cehennemi hak etmiş olsun- yaptıklarını çok ama çok iyi hatırlayacaktır. Çünkü ölümsüz olan ve değişmeden kalan “beden/beyin/kalp” değil “ruh”tur; bu nedenle de geçmişte yaptıklarını hatırlayacak olan “beşerî ruh”tur. Nitekim insanoğluna hesap günü yaptığı ve yapması gerekirken yapmadığı şeyler haber verildiğinde bir sürü mazeretler öne sürse de kendi yaptıklarına bizzat kendisi şahitlik edecektir ki (el-Kıyâme 75/13-15), bu da ruhun “hafıza boyutunun” olduğunun ve yaptıklarını çok güzel hatırladığının en bariz delilidir.
Diğer taraftan varlıkları algılama, bilgi üretme, Allah’a inanıp itaat etme kabiliyetinin sadece insanoğlunda bulunması onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biridir ki bu da “beşerî ruh” vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Nitekim tüm bu özellikler, insanoğluna imtihan edilmesi nedeniyle verilmiştir. Benzer şekilde kendileri için yaratılmış “paralel evrende” imtihan edilen “cinlerin de ruhları ve bedenleri vardır” ve onlar da aynı tür özelliklere sahiptir. Cinler, “bedensiz varlıklar” asla değillerdir. Yani; onların da ateşten yaratılmış bedenleriyle buluşan ruhları vardır ve bu ruh “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi gibi boyutlar” içermektedir. Onlar da görevli ölüm melekleri geldiğinde ruhlarını teslim etmekte ve ateşten yaratılmış bedenleri kendi evrenlerinde kalakalmakta, ruhları ise ruhlar âlemine götürülmektedir. Bu bakımdan ikinci surun üfürülmesiyle onların da ruhları bedenleriyle birleşecek ve mahşer meydanında hak ettikleri yerde toplanacaktır. (Cinlerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Emin Seyhan, “Envâru’l-Âşikîn’de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 2013, Sayı: 39, (s. 167-172).
Diğer taraftan beşerî ruh ölümsüzdür. Çünkü en yüksek iyinin/adaletin gerçekleşmesi için bu dünya hayatının süre ve koşulları hiçbir şekilde yeterli olamayacağına göre “sonsuz bir hayatın varlığı ve ruhun bu hayatta yaşamını sonsuza dek sürdüreceği fikri” kabul edilmek zorundadır; zira bu aklın ve mantığın gereğidir. Nitekim Hz. Âdem ve eşini yasak meyveden yemeye sevk eden ve kandırılmalarında en etkili olan âmil/etken hiç kuşkusuz onların “melekler gibi olma (zaman ve mekân kısıtlaması olmaksızın hareket edebilme, çok güçlü ve kuvvetli olma, hızlı bir şekilde suret/şekil değiştirebilme, dünyadaki bütün dilleri konuşabilme vs.) ve sonsuza dek yaşama” arzusudur. (el-A’râf 7/20)
Ruhun nasıl bir varlık olduğunu bir başka misalle şöyle de açıklayabiliriz: Bir insanın “beyni” bilgisayarın donanımı yani; onun manyetik parçaları ise “beşerî ruh” da onun yazılımıdır. Yani beynin çalışmasını sağlayan program “beşerî ruh”tur. Nasıl bir bilgisayarın programı olmadığında o bilgisayar hiçbir işe yaramıyorsa “beyin” de tek başına bir işe yaramaz; çünkü “beşerî ruh” olmadan “beyin/kalp” hiçbir anlam ifade etmez. Ruh, insanî niteliklerin kaynağını teşkil eder. Beden ve duyu organları ise ruhun vasıtaları konumundadır.
Nitekim insandan insana beyin nakli olabilir ancak bu nakil gerçekleştiğinde değişen hiçbir şey olmaz. Yani zeki bir insanın beyni “aptal bir insana” nakledilse o insan aptal kalmaya devam eder. Çünkü beyin, onu kullanan beşerî ruha göre şekillenir. Dolayısıyla zeki olmak isteyenin yapması gereken şey “beyin nakli olmak değil ruhunu doğru yönetmesini ve onun vasıtasıyla beynini iyi çalıştırmasını ve öğrenme kapasitesini artırmasını” bilmektir. Yani; beyin aktiviteleri üzerinde fizik ve metafizik etki yapabilme gücüne sahip şey sadece “beşerî ruh”tur. Bu nedenledir ki psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların etkisi kalıcı değil geçici ve sınırlıdır; bu yüzden de psikolojik hastalığı olanlar tam anlamıyla tedavi edilememektedir; kaldı ki bu ilaçların bedene yan etkileri de oldukça fazladır.
Nasıl bir yazılım korunamadığı veya doğru işletilmediğinde bilgisayarın çalışması bozuluyor ve hiçbir işe yaramıyorsa, aynı şekilde beynin çalışmasını sağlayan ruh programına da şeytan virüsünün bulaşması veya şeytanlaşmış insanların etkilerine açık hâle getirilmesi durumunda doğru çalışamaz. Dolayısıyla böyle yapan bir insan, iradesini hayır değil şer yönünde kullanır, güzel kararlar alamaz ve kendi sonunu kendisi hazırlar.
Bu bakımdan nasıl virüslerden kurtulmak için bilgisayara “virüs koruma programı” kurmak veya format atmak gerekiyorsa, şeytan virüslerinin yanlış yönlendirmelerinden kurtulmak için de “Kur’ân ve sünnetin ilkeleri ışığında düşünmek, sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olmak, taklidî imanı tahkikî hale getirmek, bulaşmış virüsleri güvenilir dinî bilgilerle temizlemek, her gün imanını tazelemek/güncellemek ve bu imanı salih amellerle korumak/desteklemek” şarttır.
Beynin çalışmasını sağlayan ruh programı “tabir caizse fabrika ayarlarına uygun” işletilmezse ve kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle, ön yargılarla, mitolojilerle ve uydurma hadislerle vesvâsi’l-hannâs’ın (İblis) yönlendirmelerine açık hâle getirilirse böyle bir insanın Rahman olan Allah’tan uzaklaşması, sanal ve sahte varlıkların (tağut) peşine takılması, onları kendine dost edinmesi, ömrünü boşa harcayarak kendine zulmetmesi ve ahiretini kaybetmesi kaçınılmazdır.
Örneğin bir insan imanını tahkikî hâle getirmemiş ve Yüce Allah’a tam anlamıyla teslim olmamışsa böyle bir kulun bunalıma/strese/depresyona girmesi ve beynin sol ön bölgesinin deforme olması söz konusu olabilir. Her ne kadar mezkûr bölge ilaçla geçici olarak tedavi edilebilse de “sahih bilgiyle desteklenmeyen ve şeytanın ayartmalarına açık hâle getirilen ruh programı” doğru işletilemediği için insan gerçek anlamda sağlığına kavuşamayacak ve asla kalp huzurunu (itminanı) yakalayamayacaktır. Her ne kadar kullanılan ilaçlar kişide geçici rahatlama sağlasa, sanal mutluluklar verse de böyle birisi gerçek anlamda itminana kavuşamayacak, her iki dünyasını da kaybedeceği o yolda ilerlemeye devam edebilecektir. Yapılması gereken, “girilen o yanlış yoldan” bir an önce dönmektir. Aksi halde geçici rahatlamalar sağlayan o ilaçların intiharları, cinnetleri ve dengesizlikleri tetiklemesi kaçınılmazdır. Çünkü beşerî ruh, ancak Allah’ın ilkeleri (Zikr) ışığında çalıştırılırsa insanı gerçek anlamda huzur ve itminana kavuşturabilir (er-Ra’d 13/28).
Diğer taraftan insanın canlı kalmasını sağlayan o beşerî ruhu “insanoğluna şah damarından daha yakın olan Yüce Allah’tan” uzaklaştırmak ve kendi yanına çekmek için uğraşan vesvâsi’l-hannâs (çok sinsi ayartıcı) vardır. Bu vesvâsi’l-hannâs iki türlüdür. Bunlardan birisiinsanın içinde, görmediği lakin sesini (savt) işittiği, bütün gücüyle ve sahte vaatlerle onu aldatmaya çalışan “şeytan/İblis” iken (el-İsra 17/64), diğeri ise insanlardan olan ve Yüce Allah’tan başka varlıklara ilahlık yakıştıran “müşrik, kâfir, atesit, deist, teist, nihilist, agnostik, satanist, münâfık, fasık, mücrim, zalim vs” kimselerdir. Nitekim imtihan maksadıyla yaratılan insanoğlu, ömrü boyunca sağlam mücadeleyle bu sinsi ayartıcıları yenmeyi ve Yüce Allah’a yakın olmayı başardığı an O’nun rızasını kazanabilir ve cenneti elde edebilir.
Çünkü dünya hayatında insanların sinsi şeytanlara kanarak kötülük yapma imkânları olmasaydı, Kur’ân’a ve Peygamber’e ittiba ederek iyilik yaptıklarında mükâfatlandırılmayı istemeye hakları olmazdı.
Dolayısıyla burada belirleyici olan kişinin kendi tercihleridir. Bu bakımdan beşerî ruhun boyutları olan “akıl, irade, bilinç, vicdan, idrak, hafıza, his, duygu ve sezgi” doğru bilinir ve işletilirse, bunlara virüs bulaştırılmazsa, bulaşan virüsler güvenilir ve sağlam dinî bilgilerle temizlenirse insanın güzel kararlar verebilmesi ve “düşmanları olan şeytanları” alt edebilmesi söz konusu olabilir. Zira mezkur boyutların tamamını doğru tanımak, tanımlamak, anlamak, anlamlandırmak ve hepsini yerli yerinde kullanmak gerekir.
Mesela “akıl”, “öğrenme yeteneği olan zekâ” ve “doğru düşünme melekesi olan mantık” içerir. Hem öğrenme yeteneği olan zekâsını hem de doğru düşünme melekesi olan mantığını yerinde kullanmayarak bozan/körelten/karbonlaştıran/mühürlettiren sonra hakikate karşı “kör, sağır ve dilsiz kesilen insanoğlu” (el-Bakara 2/18, 171) kendisine yazık eder. Çünkü “zekâ” ve “mantık” vahyin ışığında doğru bilgiyle ve güzel eğitimle geliştirilmezse ve sağlıklı bir şekilde çalıştırılmazsa “aklın” doğru analizler yapabilmesi ve doğru sonuçlara ulaşabilmesi imkânsız hâle gelir.
Zira insana bahşedilen akıl nimeti, farklılıklara ve benzerliklere bakarak, parçaları birleştirip ayırarak bir sonuca varır. Eğer akıl, tüm verileri sağlıklı bir şekilde toplamaz, gereği şekilde analiz etmez, konuyu tüm yönleriyle incelemez, “doğru teraziyle” tartmaz ve meseleye odaklanmazsa böyle bir akıl sahibi hiçbir zaman doğru neticelere ulaşamaz ve doğru hükümler ortaya koyamaz. Bu durumda onu sahte vaatlerle aldatmak isteyen şeytanın/şeytanlaşmış insanların oyuncağı olmaktan da kurtulamaz. Çünkü akıl bir paraşüt gibidir, açılırsa ve doğru çalıştırılırsa bir işe yarar. Nasıl paraşütü açılmayanın yere çakılıp ölmesi mukadderse aklını doğru kullanmayanın da (sağlıklı tefekkürün hakkını vermeyenin) mânen ölmesi, birileri tarafından kandırılması/kullanılması ve onların elinde oyun ve eğlence aracı olması kaçınılmazdır.
Nitekim Kur’ân, aklını kullanmayanların, köreltenlerin ve uyuşturanların üzerlerine rics’in (pisliklerin, adı duyulmamış salgın hastalıkların, acıların, streslerin, depresyonların, felaketlerin, musibetlerin vs.)yağacağını ifade etmektedir (Yûnus 10/100). Ayrıca Mahşer günü bunların; “Keşke söz dinlemiş veya aklımızı kullanmış olsaydık” (el-Mülk 67/10) mazeretlerinin/bahanelerinin onlara hiçbir faydasının olmayacağını haber vermektedir.
Aynı şekilde “şuur düzeyini artırmayan, vicdanının sesini dinlemeyip onu bastıran/kapkara hâle getiren, Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği duygu ve sezgi gibi özelliklerini yerli yerinde kullanmayan” kimse de kendine zarar verecektir.
Bu nedenle her insanın kendi ruhunda olan bu “psikonları” (madde olmayan zihinleri, foton özellikli kütlesiz enerjileri, ışık hızından daha hızlı enerji parçacıklarını) geliştirmesi, iyi yolda kullanması ve sağlam bir iradeyle doğru kararlar alması şarttır. Aksi halde yaratılış gayesinden uzaklaşması ve şeytanların elinde oyuncak olması kaçınılmaz bir son olarak kendisini beklemektedir.
Görüldüğü üzere herkes “özgür iradesiyle aldığı kararlar ve yaptığı tercihler” sonucu geleceğini/kaderini/âkıbetini kendisi belirlemektedir. Dolayısıyla beşerî ruh, şeytan, cin, nefis, akıl, mantık, muhakeme, şuur, vicdan ve sezgi gibi kavramların ne manaya geldiğini öğrenmeyen, bu konudaki kafa karışıklıklarını gidermek için beyin fırtınası yapmayan, işin doğrusunu öğrenmek için zaman/çaba/emek harcamayan, bu dünyada niçin bulunduğunu/ hayatın anlamını sorgulamayan, hazlarının peşinde koşan, hayvanlar gibi yiyip, içen, çiftleşen ve uyuyan bir insanın Hakk’ı tanıması ve O’na yakın/vasıl olması hiçbir şekilde söz konusu değildir. Böyle birisinin gideceği yer, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların yanıdır. Onların da taraftarlarını götürecekleri yer Kur’ân-ı Kerîm’de şimdiden haber verildiği üzere cehennemdir. (el-Bakara 2/257; en-Nisâ 4/76; İbrahim 14/22; el-Fâtır 35/6; Cin, 72/23).
Sonuç olarak, Kur’ân ve sahih sünnetin ilkeleri ışığında “ruhunda mündemiç” öğrenme kapasitelerini (zekâlarını) geliştirmeyen, doğru düşünme melekelerini (mantık kurallarını) göz ardı eden, bilinçlerini (şuurlarını) körelten, vicdanlarının sesini (rahmânî ve melekânî ses) bastıran, hafızasını lehve’l-hadisle (boş ve anlamsız malumatla) dolduran, duygularını ve sezgileriniyerinde kullanmayarak heder eden kimseler kendilerine bahşedilen tüm bu potansiyelleri verimli kullanmadıkları için başta kendilerine, daha sonra da diğer insanlara büyük zararlar verecek, ömürlerini boş şeylerle tüketecek ve ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.”
Ruhla ilgili daha önce verdiğimiz bu bilgilere ilave olarak şimdi şunları söyleyebiliriz: Düşünen, akleden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki tüm varlıklara/eşyaya isim koyma kabiliyetine sahip olan “beyin” veya “kalp” değil insanoğluna Allah tarafından üflenen “beşerî ruh”tur. Zira bunlar (beyin ve kalp) bilgisayarın parçaları gibidir. Yazılım programı olmadan parçalar bir anlam ifade etmez. (Bu arada günümüzde “yapay zeka” adı verilen robotlar/makinalar yazılım programları vasıtasıyla öğrense, düşünse, üretse, yarışsa veya savaşsa da bunlar neticede birer robottur ve yazılım programları değiştirildiğinde bu işleri yapamaz hâle gelirler. Kaldı ki onların ruhu olmadığı için bu dünyada imtihan edilmeleri, cennetle ödüllendirilmeleri veya cehennemle cezalandırılmaları da söz konusu değildir. Ancak insanların bu tür robotlarla da imtihan edilmeleri mümkündür. Dolayısıyla böyle bir durumda önceden gerekli tedbirleri alması ve bunlarla savaşması gereken insanoğludur.
Aksi halde bu yapay insansı robotların (android) zalimler tarafından ele geçirilmeleri durumunda hadlerini aşarak insanlara saldırmaları/zarar vermeleri kaçınılmaz olabilir.)
Tekrar ifade edecek olursak “beyin” ve “kalp” vücudun iki organıdır. Tıpkı onlar da diğer tüm organlar gibi “beşerî ruhun vasıtaları” konumundadır. Yani; “beşerî ruh”un çalışma odası “beyin”dir. Burada alınan kararları uygulayanlar ise bedenin diğer tüm organlarıdır.
Örneğin göz, beynin uzantısı ve dış dünyaya açılan bir penceresidir. Kulak, dil, burun ve el gibi diğer duyu organları da “beynin” değil “beşerî ruhun” talimatlarına göre hareket eden, veri toplayan, ruhun karar almasına veya aldığı kararları uygulamasına yardımcı olan aletlerdir/cihazlardır/enstrümanlardır.
Mesela “beşerî ruh”, göz sayesinde/vasıtasıyla korku, acı, üzüntü, öfke, heyecan veya sevinç uyandıran bir durumla karşılaştığında derhal “beyni” harekete geçirir, beyin “kalbe” talimat gönderir, “kalp” de birtakım hormonlar salgılatarak vücudun içinde bulunduğu hâle uygun çalışmasını (örneğin ağlamasını, gülmesini, kendisini korumasını, daha iyi savunmasını, daha iyi koşmasını, kendisini daha iyi ifade etmesini vs.) sağlar.
Görüldüğü üzere burada kararı veren ahirette sorguya çekilecek olan “beşerî ruh”tan başkası değildir; kararı uygulayanlar ise başta “beyin” olmak üzere “kalp” ve “vücudun diğer tüm organları”dır. Dolayısıyla bu işleyiş çok iyi bilinirse birçok problemin çözüm kavuşması söz konusu olabilir.
Diğer taraftan tüm dünyada insanlar, ruhun ve beynin bu çalışma düzenini tam olarak bilmedikleri için “kalpleriyle düşündüklerini” zannetmekte, konulan bu yanlış teşhis tedaviyi güçleştirmekte, insanlar bazı psikolojik problemlere duçar olmakta ve toplumsal sıkıntılar katlanarak artmaktadır. Bu itibarla insanın vücudunda karar alıcı mekanizmanın “kalp” veya “beyin” olmadığı tam aksine “beşerî ruh” olduğu bilinir, böyle kabul edilir, doğru yöntemler geliştirilir ve uygulanırsa birçok problem rahatlıkla çözüme kavuşturulur.
Nitekim “beşerî ruh” bir şeyler düşünmeye, seyretmeye, dinlemeye veya hayal etmeye başladığında bunun etkileri günümüz teknolojisiyle insanın beyninde görüntülenebilmektedir. Ruhun çalışma odası olan “beyin” söz konusu hayale, düşünceye, dokunuşa, arzulara veya seyredilenlere uygun olarak hareketlenmeye başlamakta, kalbe birtakım sinyaller/talimatlar göndermekte, kalp da ona göre hızlanmakta/yavaşlamakta, ayrıca vücudun değişik bölgelerine gönderilen sinyaller/enzimler hormanları harekete geçirmekte, organlar uyarılmakta ve söz konusu uzuvlar da vazifelerini yapacak hâle gelmektedir.
Örneğin âşık olan birisi sevdiği kişiyi görünce “beşerî ruh”, “beyne” talimat göndermekte, “beyin” “kalbe” durumu bildirmekte ve “kalp” de daha hızlı çalışmaya başlamakta, o duygu yoğunluğuna ve heyecana paralel/uygun olarak güm güm atmaktadır. İşte insanlar böyle bir durumla karşılaştıklarında kalpte olup bitenleri hissetmekte, duyguların merkezinin “kalp” olduğunu zannetmekte ve bütün bunları “kalbin” yaptığını düşünmektedir.
Oysa öncelikle bu duyguların yaşandığı ve kararın alındığı merkez “beyin” veya “kalp” değil beyindeki “beşerî ruh”tur; bunların “hissedildiği yer kalp”tir. Yani; beşerî ruhun özgür iradesiyle aldığı kararların yansıması kalpte ve diğer tüm organlarda olmaktadır. Dolayısıyla bu gerçek göz ardı edilirse beşerî ruhu tanımak/anlamak mümkün olmayacaktır, her şeyin beyin veya kalp tarafından yapıldığı zannedilecektir.
Tekrar ifade edecek olursak,kanı pompalama veya değişik hormonları harekete geçirme görevi “kalpte” olduğu için insanlar duygularının veya düşüncelerinin merkezinin “kalp” olduğunu zannetmektedir. Oysa duygu ve düşüncenin merkezi “beşerî ruh”tur; beyin, kalp, bağırsaklar veya başka organlar değildir. “Beyin” ve “kalp” diğer organlar gibi iki mucizevi organdır. “Beşerî ruh” özellikle bu iki organı ve vücudun diğer tüm uzuvlarını kullanan ve insanın canlı kalmasını sağlayan ilahî nefhadır.
Örneğin çok korkan birinin kalbinin güm güm atması, tüylerinin diken diken, gözlerinin yerinden fırlayacak gibi olması, el ve ayaklarının tir tir titremesi, utanan birinin yüzünün kızarması, suçlu birisinin yakalanacağını anladığı an bacaklarının birbirine dolanması da böyledir. Benzer şekilde cinsel münasebet yapmak isteyen kadın ve erkeğin vücutlarının değişik hormonlar salgılaması ve bazı organların değişimler geçirmesi de aynı işleyişin tabiî bir sonucudur. İşte bu bariz fark anlaşılamadığında insanların ekserisi “beşerî ruhu”, “beyni” ve “kalbi” birbirine karıştırmakta, tüm bu faaliyetleri “beynin” veya “kalbin” gerçekleştirdiğini zannetmektedir. Oysa her insanın bilmesi gereken temel gerçek şudur:
İnsana hayat veren ve onun canlı kalmasını sağlayan “beşerî ruh” ortada olmadığı zaman beyin, kalp veya vücudun diğer tüm organlarının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü beden, “beşerî ruhu” taşıyamayacak ve talimatları yerine getiremeyecek noktaya geldiğinde (örneğin feci bir kaza sonrası ağır yaralandığında, aşırı kan kaybettiğinde, suda boğulduğunda, beyin ölümü gerçekleştiğinde, ağır hastalıklar sonucu organlar çalışmadığında vs.) hasta bilincini kaybetmekte, “beşerî ruh” bedenden ayrılmakta ve ölüm gerçekleşmektedir.
Öte yandan âyette Yüce Allah’a gönülden boyun eğenler/alçak gönüllü olanlar tanıtılırken Allah anıldığı zaman onların vücutlarında yaşanan değişime dikkat çekilmekte ve “beşerî ruhun” içinde bulunduğu “aşkın hal/duygu yoğunluğu/derin muhabbet” nedeniyle onların kalplerinin ürperdiği anlatılmaktadır (el-Enfâl 8/2; el-Hac 22/35. Ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/28, 49). Yani; “beşerî ruh”, o aşkın duyguları yaşarken kalbe gönderdiği sinyaller sonucu kalp ürpermektedir. Bu âyette tıpkı âşık olan birisinin ruhunun kalbe gönderdiği sinyallerde olduğu gibi Yüce Allah’ı gönülden seven birisinin de Yüce Allah anıldığında aynı tepkiyi verdiği/vereceği anlatılmaktadır.
Benzer şekilde Kur’ân’ı okuyan veya dinleyenlerin âyetler arası bağlantılar kurarak onun manasına nüfuz etmeye çalıştıklarında “derilerinin ürpereceği” ifade edilirken de “beşerî ruh”un içinde bulunduğu “aşkın/müteal/ulvî hâle” dikkat çekilmektedir. (Zümer, 39/23).
Diğer taraftan Müslümanların çoğunluğu âyetlerde geçen “Öyleyse, onlar bu Kur’ân üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed 47/24) veya “…Kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen…” (el-A’râf 7/179) şeklindeki ifadelere bakarak “düşünme faaliyetinin yapıldığı merkezin “kalp” olduğunu zannetmektedir.
Oysa bu âyetlerde geçen “akleden/düşünen kalp” ifadesiyle kast edilen “kanı pompalayan kalp” değil, tam aksine her türlü kararı alan ve beyni çalışma odası olarak kullanan “beşeri ruh”tur. Nitekim İmam Azam Ebû Hanîfe, “akleden/düşünen kalbin” merkezinin/yerinin “kalp” değil -eliyle göstererek- “kafa” olduğunu söylemiştir.
Kanaatimizce Ebû Hanîfe burada “kafa” derken beyinde bulunan ve boyutlarından biri de “akıl” olan “beşerî ruhu” kast etmiştir. Nitekim Arapçada “düşünmeyi” ifade etmek üzere kullanılan “kalp” ile kast edilen, insanların ruhlarında mündemiç olan “aklı” etkin kullanmaları ve sağlıklı tefekkürün hakkını vermeleridir.
Kaldı ki dünyadaki her bir insana “düşünme merkezinin neresi olduğu” ve “aklın vücudun neresinde bulunduğu” şeklinde bir soru sorulsa, insanların çoğunluğunun hiç tereddüt etmeden gösterecekleri yer “kafaları” olacaktır. Dolayısıyla tefekkürü yapan kafatasının içindeki beyni kullanan “beşeri ruh”tur. Su, yağ, protein ve şekerden oluşan 1400/ 1300 gr ağırlığındaki “beyin”, “beşerî ruh” olmadan tek başına hiçbir anlam ifade etmez, edemez. Beyni değerli kılan orada “mukîm/oturan beşerî ruh”tur. Nitekim bir mekânın şerefi, kendinden değil orada oturan kişiden kaynaklanır. Bu bakımdan özenle yaratılmış insan beynini şerefli ve önemli kılan unsur orada “beşerî ruhun” bulunuyor olmasıdır. Aradaki bu fark doğru anlaşıldığında birçok problem çözülecek, taşlar yerli yerine oturacak, insanlar asırlardır merak ettiği birçok sorunun cevabını bulacaktır. (Biz de kırk yılı aşkın süredir bu konuda kafa yoran, dünyada ilk defa “bu özgün ve orijinal tespitleri” yapıp kayda geçiren birisi olarak “insanların duasını” ve “Rabbimizin rızasını” talep ederiz.)
Sonuç olarak, insanoğlu ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır; tüm bedeni kontrol eden merkez “beyin” değil beyindeki “beşerî ruh”tur. Yani; “beşerî ruh”, çalışma mekânı olarak “beyni” kullanmakta ve bir orkestra şefi gibi bütün vücudu buradan yönetmektedir. Dolayısıyla özgür iradesiyle düşünen, akıl eden, sorgulayan, eleştiren, analiz yapan, hayal kuran, üretim yapan, ürettiği aletlere ve tabiattaki varlıklara isimler veren organ “beyin” veya “kalp” değil insanın canlı olmasını sağlayan, bedene hayat veren, Yüce Allah’ın üflediği ilahi nefha olan “beşerî ruh”tan başkası değildir.
28 yorum
Uzun yazınızı sabırla okudum, bilgilendim, teşekkür ederim, alanımdan bir katkıda bulunayım;
Hoşa giden bir rüya ihtilam nedeni değildir, ihtilam hoşa giden rüyanın nedenidir.
Bülent hocam,
Katkınız için teşekkür ederim.
Rüya veya aşkın dinî tecrübeler/üstün metafizik duygular yaşandığı esnada “beşeri ruh” bedenden ayrılmaz. Eğer öyle olsaydı beden canlılığını kaybeder ve cesede dönüşürdü. Rüya esnasında beşerî ruh, bedendeki varlığını sürdürür ve görülen rüyadan “insan bedeni” etkilenir. Bu itibarla hoşa giden rüya esnasında erkek veya kadın “ihtilam” olur. Çünkü ruh bedendedir ve hiçbir yere gitmemiştir. Kabus gören bir insan da “boncuk boncuk terler, titrer ve korkar.” Çünkü ruh bedendedir ve hiçbir yere gitmemiştir.
Dolayısıyla görülen rüyanın “mahiyetine/içeriğine” göre bir insan ihtilam olabilir veya kabus görebilir. Hoşa giden (cinsel içerikli) bir rüya ihtilam nedenidir. İhtilam (boşalma), hoşa giden rüyanın sonucudur. Korkulan bir rüya kabus nedenidir. Kabus, korkulan rüyanın sonucudur. Her ikisinin görülmesinde de etkili olan kişinin gidişatıdır/ şakilesidir/ karekteridir/ kişiliğidir.
Saygılarımla…
Allah razı olsun hocam kafamdaki birçok soruya makalenizde yanıt buldum
Allah razı olsun, emeğinize sağlık
Teşekkür ederim okuyup yorum yaptığınız için… Saygılarımla…
Ruhlarınız bedenleriniz bedenleriniz ruhlarınız dır der tasavvuf büyükleri burada beyni 6 kez saran korteks tabası bilincin yeridir 5 iç duyu ve 5 dış duyunun alış verişini korteks tabakası sağlar hipetolamus, hipofiz, epifiz bezinin bedeni yönetmelerini unutmamak lazım akıl ceberrut bedendedir determinizm olduğu yerdir cebir vardır Cebrail’in yeridir
“İnsan beden ve ruhtan oluşur” derseniz eksik bir düşünce ortaya koymuş olursunuz. Beşeri ruh akl, irade, bilinç taşıyor ve beden o olmadan canlılık gösteremiyorsa, hayvanlarda beşeri ruh olmadan canlılık gösteremez. Beşeri ruh’u bir cevher kabul edersek, “değişmez özellikler” gösterdiğini de kabul etmiş oluruz. İnsan da “plus” beşeri ruh varken, hayvanda “özellikleri”(normal) kısıtlanmış beşeri ruh olmaz. Asıl konu şu ki; insanı oluşturan yapı, beden, NEFS ve ruh’tur. Beden ve nefs’i bir arada tutan ise ruhtur. Ruh (emr’i) geri çekersen, nefs o bedende barınamaz. Ruh Tek bir yapı, O Tek yapının müdahale ettiği yapı ise çoktur. Yani nefsler çoktur. Dolayısı ile bedenler de çoktur. Uzun yazınıza karşı kısa yazmış olduk. Emeğiniz için ayrıca teşekkürler.
Hepsini okudum ellerinize sağlık
Şu hâlde, insan, “ben” demekle nefs-i natıkasını, yani, ruhunu kastetmektedir. Diyor ibni Sina doğru mu hocam
İbrahim Hocam,
İnsanın konuşma özelliği de ruhuna programlanmıştır. insanın konuşmasını sağlayan beşeri ruhtur.
Her bir ırkın “ilk kadın ve erkeği” konuşacakları dil programlanmış bir şekilde yaratılmışlardır.
İnsanların başka dilleri öğrenme yetenekleri de vardır.
Özetle insanoğlu beşeri ruhunu tanıdıkça ve onun özelliklerini öğrendikçe/bildikçe Yüce Allah’a olan bağlılığı, sevgisi ve saygısı daha da artacaktır.
Saygılarımla..
Sayın Hocam
“Her bir ırkın “ilk kadın ve erkeği” konuşacakları dil programlanmış bir şekilde yaratılmışlardır.”
Her bir ırkın ilk kadın ve erkeği derken; Her bir ırkın “Adem’i ve eşi” olarak mı anlamalıyız?
Saygılar. Teşekkürler.
Bülent Hocam
“Her bir ırkın “ilk kadın ve erkeği” konuşacakları dil (ki şu an dünyada konuşulan 41 dil ailesine mensup 8 binden fazla muhtelif lisan bulunmaktadır) programlanmış bir şekilde yaratılmışlardır.”
Her bir ırkın ilk kadın ve erkeği derken kast ettiğim her bir ırkın “bir Adem’i ve onun eşi”dir.
Bu konuda da ayrıntılı bilgiyi 2019 yılında Fecr Yayınları’ndan çıkan “evrim nedir ne değildir” adlı kitabın 3 bölümünde yazdım. o kitabın pdf’sini gönderemiyorum.. zira Fecr Yayınları ile yapmış olduğumuz anlaşma gereği kitabın pdf’sini paylaşmam yasaktır.
Saygılar. Teşekkürler.
Sayın Doç. Dr. Ahmet Emin Seyhan
Okudum. Çok uzundu. Anlamadım. Birkaç defa daha okuyup ne demek istediğinizi anlayabilirim diye düşünmekteyim. Ancak elleinize, aklınıza, beşeri ruh’unuza sağlık. Teşekkür ederim.
”
Öte yandan ruhun -önceden değil- “anne karnında bedenle birlikte yaratılması” ve ölüm anında görevli meleklerce çıkartılıp alınması “ruhun gaybî boyutunu” yeterince kanıtlar mahiyettedir.” demişsiniz.
Bize, çocukluğumuzdaa gençliğimizde öğretilen; Allahın bütün ruhları yarattığı ve “elesti bi rabbiküm ” diye sorduğu dünyaya gelmek üzere yaratılan ruhların “Elbette öyle! Tanıklık ederiz” dedikleri şeklinde idi. Araf Suresi 172. ayet.
“İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru olmadığını savunurlar.” Diyanet işleri Ayet tefsirine göre; iki görüş mevcutmuş. Siz ikinci görüşü tercih ediyorsunuz kanaatime göre.
Elbette bu konuda da bizleri aydınlatacak görüşleriniz, fikirleriniz vardır.
Ayrıca; ” Rabbin Âdemoğulları’ndan -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miyim? “Elbette öyle! Tanıklık ederiz” dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz;” ayetindeki “Âdemoğulları’ndan -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutm”aktan ne anlamalıyız?
Bu konudaki fikirlerinizi de öğrenmek isterdim.
Teşekkür ederim.
Bülent hocam,
Elest bezmiyle ilgili ayrıntılı bilgi doçentlik tezimde var.
Rağbet yayınlarından 2016 yılında çıktı.
“Hadislerde kutsiyet atfedilen fenomenlerin dini değeri” başlıklı bu çalışma önemli bilgiler ihtiva ediyor.
Sizin mail adresine kitabın pdf’sini göndereceğim.
İlgili bölümleri okuduğunuzda farklı bakış açılarına ve önemli ayrıntıları bulacaksınız ve
Konuyu çok daha iyi anlayacaksınız.
Selam ve saygılarımla
Hocam aslında benim sorum şöyle:
İnsan, “Şöyle yaptım”, “Böyle yaptım” der. Bu sözler, onun bedenine yahut organlarına veya bunların fiillerine verilemez.
Şu hâlde, insan, “ben” demekle nefs-i natıkasını, yani, ruhunu kastetmektedir.
Yani örnek ben geldim dediğimde burada ben derken ruhumumu kastetmis oluyorum.
Benlik veya ben aslında ruhumumuz mu
Birde İbn-i Sina sizce Müslüman mı olarak vefat etti iki sorumu cevaplarsanız teşekkür ederim
İbrahim hocam,
nefis, şeytan ve cin konusunda ben çok ama çok farklı düşünüyorum.
https://ahmeteminseyhan.blogspot.com/2022/02/nefis-ve-seytan-ayr-ayr-seylerdir-275.html
https://ahmeteminseyhan.blogspot.com/2018/10/cin-insanlara-musallat-olur-mu.html
https://ahmeteminseyhan.blogspot.com/2020/11/seytann-nerede-oldugunu-sanyorsunuz-22.html
https://ahmeteminseyhan.blogspot.com/2021/03/seytan-taslamak-ne-demektir-177.html
https://ahmeteminseyhan.blogspot.com/2021/03/nasl-da-donduruluyorsunuz-143.html
Diğer taraftan İbrahim hocam,
İbn Sina konusunda derinlemesine araştırmalarım olmadığı için bu konuda herhangi bir görüş beyan etmekten imtina ederim.
Ancak üzerinde yarım asırdır çalıştığım konular olunca bu konuları cesaretle yazmaktan ve savunmaktan asla çekinmem.
Selam ve saygılarımla
Anladım hocam aslında benim sorum farklıydı ibni Sina ile sizin görüşünüz aynı mi demek istemiştim ruh konusunda
Teşekürler ederim bilgileriniz için emeğinize sağlık
Selamünaleyküm hocam peygamber efendimizin s.a.v hadislerinde “ben akıldan daha üstün bir mahluk görmedim diyor ”
Akıl ruhtan üstün mu oluyor
Akıl ruhun özelliklerinden mi
Bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz aklımızın olması onunla herşeyin farkındayız ve algılıyoruz
as.
Selamünaleyküm İbrahim Bey,
Hz Peygamberin aklın önemine yaptığı vurgu çok ama çok mühimdir.
Çünkü akıl bizi diğer canlılardan ayıran en belirgin özelliğimizdir.
Beşeri ruhumuzun psikonlarından biri de akletme yeteneğimizdir.
Mantık kurallarını esas alarak, sağlıklı tefekkürün hakkını vererek, sağlam muhakeme ışığında çalıştırdığımızda aklımız bizim için Furkan olacaktır.
Aksi halde Şeytan/iblis ve şeytanlaşmış insanların elinde oyun ve eğlence aracı olmak kaçınılmazdır!
Dolayısıyla selim akıl insanı dünya ve ahiret saadetine götürür.
Aklını kullanmayanların üzerine pisliklerin yağacağı ise ilahi bir hakikattir.
Selam ve saygılarımla
Hocam tekrar selamünaleyküm yazdıklarınıza büyük saygı duyuyorum.
İsra Suresi, 85. ayet:
Sana ruhtan sorarlar; de ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir.” Diyor yani ruh hakkinda Kur’an’ı Kerim’de ve hadislerde çok az bilgi var. Ruh hakkinda bilgileri rabbim soylememis bunlar gayb olan konular, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz de hadislerinde çok az bilgi vermiş evet insanın bir ruhu var bununla ilgili ayetler var ve hadisler var
Ama hadis ve ayetlerde insan ruhuyla düşünür kulakla işitir bedenini yönlendirir gibi ayet ve hadis hiç görmedim . Evet ruhumuz sayesinde hayattayız bedenimizden çıkınca öleceğiz bunu kabul ediyorum ama peygamberimizin ve kuranı Kerim’in her konuda insanları aydınlatmıştır ama ruh konusunda böyle çok bilgiler yoktur büyük alimlerde siz gibi düşünmüş örnekler vermişler ama bunları kendi akılları ve fikirleriyle söylemişler kesin doğru ve net şeyler değiller çünkü Allah bize ruh konusunda bilgi vermemiş o benim emrinde size az bir bilgi verildi diyor .
Bu konuda bilmiyorum Allah bilir demek daha doğru değil mi ..
Sonuçta bilgi verilmeyen bilinmeyen bir konuda alimler ve siz kendi fikrinizi söylüyorsunuz diye düşünüyorum
İbrahim Bey,
Makaleyi okumadan yorum yapmışsınız.
Makalenin tamamında sizin sorularınızın cevapları zaten var.
Makaleyi okuduğunuzda ve anladığınızda benim verdiğim cevaplarla zaten karşılaşacaksınız.
Lütfen makaleyi ciddiyetle okuduktan sonra yorum yapınız.
Aksi halde hem benim zamanımı hem de okuyucuların zamanını çalmış oluyorsunuz.
Lütfen makale okuyunuz.
Selamlar
Yani Allah’ın verdiği akıl irade ile doğru yanlışı bilgiyi öğreniyor ve öğretiyoruz Rabbimizi biliyoruz ALLAH bize ruhundan üflemiş can vermiş ben açıkınca yemek yemem gerekiyor çünkü açım ruhum bana hadi açıktın yemek ye karnını doyur mu diyor ruh konusunun gayb olduğunu ve çok az bir bilgi verildiğini bu konuda söylenenlerin kişilerin kendi fikirleri olduğunu düşünüyorum cevaplarsanız sevinirim hocam
Ruh var inkar etmiyorum bize can verdiğini kabul ediyorum ve ruhun gıdası Allah yolunun olduğunu kabul ediyorum ama diğer konuların insanların kendi fikri olduğunu düşünüyorum
Öncelikle böylesine derin bir çalışma için sizi tebrik etmek istiyorum.
Katıldığım ve katılmadığım yerler elbette var ama kadim bir mesele hakkında ciddi manada kafa yorma meselesidir.
Nacizane makale içeriğinden daha çok makalenin metodolojisine itirazım söz konusu. Şöyle ki;
Bildiğiniz gibi Kur’an-ı Kerim’de geçen ruh ile batı felsefesinde işlenen ruh bir birinden farklıdır. Kur’anı Kerim’de bahsi geçen ruh “hayatın sırrı”dır ve bu sırrı Allah’tan başka kimse bilemez. Bu şu demek; bu konu hakkında üretilen fikirler hakikatle bağ kuracak temel dayanaklardan yoksundur. Aklın algılama alanı dışındadır. Dolayısıyla üzerinde yapılan tartışma yapmaktan ziyade Allah’tan geldiğii şekilde “sır” olarak kabul etmek gerekir.
Batı felsefesinden Hıristiyan akidesin yerleşen oradan da İslam kültürüne sızan ruh ve ruhaniyet kavramına gelince; Evet burada konuşabiliriz. Fikir üretebiliriz. Ancak bu alanda ürettiğimiz fikirler de İslam’ın temel öğretileriyle tam bir uyuma sahip olması kaçınılmazdır. Yoksa batılı felsefecilerden farkımız kalmayacaktır.
Ruh ve ruhaniyetin batı felsefesindeki kavramsal karşılığını göz ardı ederek ben ruh deyince şunu anlıyorum demek metodolojik bir hatadır. Öncelikle batı felsefesinde ruh ve ruhaniyetin ne manada kullanıldığını, oradan Hıristiyan teolojisinde nasıl kullanıldığını, İslam kültürüne nasıl sızdığını, nasıl anlamlandırıldığını, etkilerinin neler olduğunu ortaya koymamız, tüm bunlardan sonra ruh ve ruhaniyet hakkında akla ve vakıaya uygun bir tanım koymamız gerekir. Diye düşünüyorum. Saygılarımla.
Çok değerli Süleyman Bey,
Makaleyi dikkatli bir şekilde okuyup görüşlerinizi yazmanız bizim için değerlidir.
Gördüğüm kadarıyla Kur’an’da geçen ruh kavramının “pek çok anlama geldiğini” gözden kaçırmışsınız.
Makalede de belirtildiği üzere insanlara kendisi hakkında çok az bilgi verildiği söylenen “ruh” ile kastedilen “Hz. Peygamber’e vahyin geliş keyfiyetidir. Vahyin mahiyetinin nasıl olduğudur. Beşeri ruh değildir. Bu görüşü savunan bazı İslam alimleri vardır. Biz de bu kanaati taşımaktayız. Dolayısıyla “beşeri ruhu” doğru anladığımızda çok önemli sonuçlara ulaşacağımız aşikardır.
Diğer taraftan Kur’an’da da bir “”sır”” söz konusu değildir. Allah Teala kullarına sırlı, gizemli ve şifreli mesajlar göndermez. Kur’an apaçık ve anlaşılır bir kitaptır. Hz. Peygamber de onu tebyin etmiştir. Bu bakımdan yanlış yorumlara bakarak onun “sırlı bir kitap” olduğunu iddia etmek isabetli değildir.
Ayrıca Batı felsefesindeki ruh anlayışı ile bizim kastettiğimiz ruh aynı şeyler değildir. Benzerlikler sizi yanıltmasın. Batı felsefesinden “İslam kültürüne sızan ruh anlayışı” söz konusu değildir. Ruh ilk insandan beri vardır. Batı felsefesindeki veya İslam geleneğindeki yanlış ruh anlayışlarına bakarak “beşeri ruhu” değerlendirmeye kalkışmak sizleri çok yanlış sonuçlara götürecektir.
Özetle insanoğlu beden ve ruhtan müteşekkildir. Ruh ölümsüzdür. Bedenden ayrılan beşeri ruh ruhlar alemine gider. ikinci sur ile birlikte tekrar misli bedenine döner ve hesap başlar. Mükafat ve cezasını da yaptıklarına göre alır ve kendi sonsuz kategorisinde (zira Tanrının sonsuzluğu ile kendi sonsuzluğunu aynı/eşit/bir tutan insanlar yanılmaktadır) yaşamaya ilelebet devam eder.
Selam ve saygılarımla..
“İnsan beden ve ruhtan müteşekkildir” ön kabulle konuyu izah etmeye çalıştığımızda varacağımız sonuç mutlak yanlış olacaktır. Zira, ne Allah Rasulu ne de O’nun güzide sahabeleri insanı böyle tarif etmemiştir. Bununla birlikte biz, dinimizi onlardan öğrendik. Kur’anı bize nakleden onlardır, hadisleri bize nakleden onlardır. Şeri hükümlere göre hayatımızı idame ettirmemiz gerektiğini bize nakleden onlardır. Evet bu dini bize naklettiler ama onların naklettiği dinde “insan beden ve ruhtan müteşekkildir” yazmaz. Peki öyleyse bu tanım nereden geldi?
Müslüman düşünürler, alimler, bu tanıma nereden ulaştı?
Antik Yunan felsefesinde Sokrates insanı beden ve ruhtan oluşan bileşik bir varlık olarak tarif etmiştir. Platon bu tarifi kabul etmiş ve detaylandırmıştır.
Hal böyle olmasına rağmen batı felsefesinden İslam kültürüne sızma mümkün değildir demek iddialı bir sözdür.
Aslında İslam dünyasında ruh ve ruhaniyet tartışması, Hıristiyanlarla yakın ilişkiler sonrası ortaya çıkmış bir tartışmadır. İbni Sina, Gazali ve hatta neredeyse tüm kelamcılar bu tartışmaya katılmışlardır. Velhasıl, insan madem beden ve ruhtan oluşuyor, madem beden değil ama ruh terbiye edilebilir bir şey öyleyse bedenin istek ve arzularını dizginlediğimizde, ruh üstün gelecektir denilerek dünyalık nimetlerden el etek çekme “zühd” anlayışı kabul görmüş ve İslami bir anlayış olarak kabul edilmiştir.
Oysa ruh, aklın rehberliğinde yaratıcıyı keşfetmekten başka bir şey değildir. İnsan akıl ile yaratıcısını keşfettiğinde yaratıcı ile kul arasında bir bağ oluşur. İşte bu bağ ruhtur. Ruhaniyet ise akli olarak yaratıcısını bulan ve yaratıcısının emir ve yasaklarına göre yaşayan insandada meydanda gelen duygusal bir durumu ifade etmektedir.
Sizin beşeri ruh kavramsallaştırmanız ise delile muhtaçtır. Bu tanımlama aslında insan aklının idrak edemeyeceği bir alanda yapılmış bir tanımlamadır. Bunun yerine, meseleyi daha basite indirgeyerek meseleyi netleştirmek mümkündür.
İnsan akıl nimetiyle yaratılmıştır. Akıl, insanın yaşadığı hayatta duyu organlarıyla hissedebildiği şeyler hakkında hüküm verebilme yeteneğidir. Bu tanım vakıanın analizinden başka bir şey değildir. Sizin beşeri ruh tanımı ise sadece sizin nezdinizde doğrulanabilir. Bir başkasının onu doğrulaması imkansızdır. zira bir şeyi doğrulama ya aklın reddemeyeceği bir delille ya da ilahi nakil yoluyla olmalıdır. İlahi nakil yoluyla bir doğrulama söz konusu olmadığına göre aklın reddemeyeceği bir delil ortaya koymanız gerekir. Oysa bu kavramı izah ederken anlattıklarınız hissedilebilen şeyler değildir. Hissedilen şeyler olmadığı içinde akıl bu konu hakkında hüküm veremez.
Elbette bu kavram tartışmasının bir yere bağlanması gerekir, o nedenle meseleyi şöyle özetleyerek noktalamak istiyorum.
Allah insanı iç güdüler ve bedensel ihtiyaçları olan bir varlık olarak yaratmış ve ona akıl nimetini vermiştir. Akıl yaratılmışları gözlemleyerek yaratıcısını bulduğunda ruh meydana gelir. Yaratıcısını razı edecek davranışlarda bulunduğunda da ruhaniyet oluşur. Dolayısıyla mesele aklın doğru kullanımında düğümlenmektedir. Zühd hayatı Rabbimizi kutsamak için bir yol değildir. Yaratıcıyu kutsama amir ve yasaklarına uymaktan ibarettir.
Allah bizleri kendisine şartsız kayıtsız itaat eden kullarından eylesin.
Selamlar
Süleyman Bey,
Emek vererek yazdıklarınız için teşekkür ediyorum.
Daha önceki yazılarımı incelerseniz orada da görürsünüz ki Allah Teala insanı beden ve ruhtan yaratmıştır. Kur’an’da bu haber verilir. Yüce Allah, Kur’an’da kendi ruhundan insana üflediğini ifade eder. İslam ilim geleneğinde buna ilahi nefha denilir. Yani İnsanoğlu beden ve ruhtan müteşekkildir. Bu görüşün batı felsefesinden geldiği iddiası ciddi delillere dayanmamaktadır.
Diğer taraftan konunun akli yönden izahını istiyorsunuz. Örneğin günümüzde de elektrik, çamaşır makinesine girdiğinde onu çalıştırmaktadır. Elektrik kesildiğinde çamaşır makinesi durmaktadır. Ruh da bedenden ayrıldığında ölüm vaki olmaktadır. Bununla ilgili örnekler çoğaltılabilir. Zaten yazımızda da bunu işaret ettik. Yukarıda var, dilerseniz tekrar bakabilirsiniz
Öte yandan ruh ve ruhaniyetle ilgili sizin ileri sürdüğünüz görüşlerin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Kur’an ve Sünnetin ilkeleri ile de kesinlikle örtüşmemektedir. Subjektif kanaatlerden öteye geçememektedir.
Bizim makalede ileri sürdüğümüz görüşlerin tamamı 50 yıllık bir birikime ve Kur’an ve sünnetin ilkelerine dayanmaktadır. Kur’an ve sünnete bütüncül bakanlar, meseleyi geniş bir perspektiften analiz edenler, sağlam muhakeme ışığında sağlıklı tefekkürün hakkını verenler, ciddi bir ilahiyat birikimine sahip olanlar bu gerçeği fark eder.
Ancak pozitivist ve materyalist bakış açısıyla sadece akıl diyerek “ruh gibi metafizik bir konuyu” anlamaya çalışanlar gerçekleri fark edemezler ve yanılmaktan da kurtulamazlar.
Dolayısıyla yazdıklarınızdan makaleyi ciddiyetle okumadığınız anlaşılıyor. Burada sadece kendi görüşlerinizi seslendirmeye çalıştığınız fark ediliyor. Ciddi bir ilahiyat birikiminden sonra bu tür konuları müzakere etmeniz Sizin için uygun olabilir. Ancak onun da sizde bulunmadığı görülüyor. O nedenle tartışmayı uzatmaya gerek yok. Zira yukarıda yazılanları anlamayan ya da anlamak istemeyen birisine zaman ayırmanın doğru olmadığını düşünüyorum.
Ayrıca benim ilgili bütüncül bir değerlendirme yapabilmek için bu zamana kadar yazdığım tüm kitap, kitap bölümü, bilimsel makale, köşe yazıları ve YouTube kanalımdaki videolarımı izlemenizi öneririm.
O zaman beşeri ruhla ilgili bu yazdıklarımı çok daha iyi anlayacaksınız.
Size başarılar dilerim. Saygılarımla
Bu yazıyı hak ettiği eleştirel bir şekilde değerlendirmek gerekirse, hem bilimsel hem de teolojik açıdan bazı ciddi tutarsızlıklar ve yanlış anlaşılmalar, küçümseyici ithamlar, aşırı böbürlenme, mütevazi olmamak, ben bilirimcilik göze çarpmaktadır:
1. “Beşerî ruh” kavramının belirsizliği:
– “Beşerî ruh” terimi yazıda sıklıkla kullanılıyor, ancak bu kavramın ne olduğu, nasıl tanımlandığı ve neye dayandığı açık bir şekilde, kuşku ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirtilmemiş. Ruh kavramı, farklı inanç ve kültürel bağlamlarda farklı şekillerde anlaşılır. Bu yazıda, ruhun fizyolojik ve psikolojik süreçler üzerindeki etkisi net bir şekilde tanımlanmamış, dolayısıyla kavramın işlevi belirsiz kalmıştır.
2. Bilimsel kanıtlara dayanmayan iddialar:
– Beyin, kalp ve diğer organların işlevsiz olduğunda anlamsız olduğu ifadesi, günümüz tıbbının ortaya koyduğu nörobilimsel gerçeklerle çelişir. Beyin ölümü gibi durumlarda bile organ bağışı yapılabilmekte ve organlar başka bir bedende işlev görebilmektedir. “Beşerî ruh” olmadan bedenin çalışamayacağı gibi bir iddia, bilimsel bir temele dayanmamaktadır.
3. Kalp ve akıl arasındaki ilişki:
– Yazı, İslami metinlerdeki “akleden kalp” ifadesinin “kalp” yerine “ruh” ve “beyin”le ilişkili olduğunu iddia etmekte. Ancak İslami terminolojide “kalp” genellikle metaforik olarak kullanılır ve fiziksel bir organ olan kalpten ziyade, insanın manevi yönünü ifade eder. Bu metaforu ruh ile bağdaştırmaya çalışmak, İslam geleneğindeki sembolizmi görmezden gelen bir yaklaşım olabilir.
4. İmam Ebû Hanîfe’nin görüşünün yanlış aktarılması:
– İmam Ebû Hanîfe’nin “kafa” derken ruhu kastettiği iddia edilmektedir. Ancak bu görüş, İmam Ebû Hanîfe’nin eserlerinde açık bir şekilde yer almaz. Bu tür bir yorumu ünlü bir İslam alimine atfetmek, akademik titizlikten yoksundur. İmam Ebû Hanîfe’nin sözlerini bugünün nörolojik anlayışıyla bağdaştırmak bir anakronizm hatasıdır ve büyük bir yorumsal zorlamadır.
Kalbin ürpermesi, aşkın duygular yaşandığında beşerî ruhun kalbe sinyaller gönderdiği şeklinde açıklanıyor. Ancak kalbin fizyolojik olarak uyarılması, sinir sistemi ve hormonlarla ilgilidir. Adrenalin gibi hormonlar vücudu fiziksel olarak etkileyebilir, ancak bunu bir “ruh” kavramına bağlamak, biyolojik süreçleri metafiziksel varsayımlarla açıklamaya çalışmaktır. Bu, nörobilim ve psikofizyoloji açısından doğru bir yorum değildir.
Kur’an’daki “kalp” metaforu, insanın düşünsel ve duygusal merkezini ifade ederken, bu metaforu kelimesi kelimesine almak, metnin derinliğini kaybetme riskini taşır. Kur’an’daki “kilitlenmiş kalpler” ve “deriler ürperir” gibi ifadeler, çoğu tefsirciye göre mecazi anlamda kullanılır. Bu tarz metaforları fiziksel olaylarla açıklamaya çalışmak, Kur’an’ın dilsel ve edebi yönünü göz ardı ederek, indirgemeci bir yaklaşımı benimsemektir.
5. Modern bilimin ruh kavramına yaklaşımı:
– Modern bilim, bilinç, zihin ve düşünme süreçlerinin büyük ölçüde beynin işleyişine dayandığını ortaya koymuştur. “Beşerî ruh” gibi soyut kavramlar, bilimsel olarak ölçülemez ve gözlemlenemez. Dolayısıyla, ruhun beyni bir çalışma mekânı olarak kullandığı gibi bir iddia, mevcut nörobilimsel anlayışlarla uyuşmaz. Beyin, düşünme, hissetme, hatırlama gibi fonksiyonları yöneten bir organdır ve bu işlevleri ruh kavramıyla açıklamak, bilimin ilerlemeleriyle ters düşmektedir.
Yazıda beyinin; su, yağ, protein ve şekere indirgenmiş ve ruhun işlevini yerine getirmeyen bir organ olarak tanımlanmış. Oysa beyin, bu maddelerden ibaret olmasına rağmen son derece karmaşık işlevler gerçekleştirir. Nöronlar arasında trilyonlarca bağlantı bulunur ve bu ağlar, bilincin, öğrenmenin, hafızanın, duyuların ve motor becerilerin temelidir. Beynin bu muazzam işlevlerini sadece ruh kavramına indirgemek, bilimsel gerçeklerin göz ardı edilmesine neden olur.
6. Dini referansların yanlış kullanımı:
– Kuran’daki ayetler, çoğunlukla sembolik anlamlar taşır. Özellikle kalp, İslam’da mecazi olarak insanın manevi merkezini ifade eder. Bu bağlamda, ruh ve kalp arasındaki ilişkiyi ruhun beyinde olduğu gibi katı bir mantıkla açıklamaya çalışmak, hem dini metinlerin ruhunu hem de bilimsel gerçekleri ihmal eden bir yaklaşım olur.
7. Ruhun merkezi olduğu iddiası:
– Yazıda, beynin sadece bir çalışma odası olduğu ve beşerî ruhun merkezi olduğu ileri sürülmektedir. Bu iddia, beyin araştırmaları ve psikoloji literatürü ile çelişir. Düşünce, bilinç, algı ve duyguların merkezi olarak kabul edilen beyin, ruh kavramından bağımsız olarak işlevlerini yerine getirir. Nörobilimsel araştırmalar, beynin belirli bölgelerinin farklı işlevleri olduğunu kanıtlamıştır ve bu süreçlerin ruh gibi metafizik bir kavrama dayanmadığını gösterir.
Yazıda ruh ve beden ikiliği savunulurken, Descartes’in zihin-beden ikiliğine benzer bir yaklaşım benimsenmiş. Ancak bu felsefi problem, yüzlerce yıldır tartışılmaktadır ve günümüzde çoğu felsefeci ve bilim insanı, ruhun varlığı ve bedenle ilişkisi konusunda ciddi şüpheler taşır. Zihin-beden ikiliği problemi, zihnin nasıl olup da fiziksel bedeni etkilediği sorusunu çözümsüz bırakır. Eğer ruh fizikselse, bilim tarafından gözlemlenebilir olmalıdır; değilse, nasıl olup da fiziksel dünyayla etkileşimde bulunabilir?
8. Yazının öznel ve doğrulanamayan iddiaları:
– Yazarın, kendisinin “özgün ve orijinal tespitler” yaptığı ve birçok sorunun cevabını bulduğu iddiası, objektif kanıtlara dayanmayan kişisel bir iddiadır. Bilimsel ve felsefi tartışmalar, genel kabul görmüş kanıtlar ve teoriler üzerine inşa edilir; bu tür iddialar ise kişisel kanaatler olarak kalır ve akademik bir temele dayanmaz.
9. Sonuç:
– Yazı, hem teolojik hem de bilimsel açıdan ciddi tutarsızlıklar ve yanlış anlaşılmalar barındırmaktadır. Fizyolojik süreçleri metafizik bir kavramla açıklama çabası, modern bilimsel anlayışlarla bağdaşmamaktadır. Ruh, beyin ve bilinç konuları, derinlemesine bilimsel araştırmalar gerektirir ve bu tür metafiziksel kavramları dini metinlerle açıklamaya çalışmak, bilimsel gerçekleri ihmal etmek, din tasssubu altında kalmak, dini partizanlıktan kurtulamamak acziyeti anlamına gelir.
Çok Değerli Mesut Bey,
Vakit ayırıp yazdıklarınız için teşekkür ederim. “İstifade ederim belki” diyerek çok dikkatle okudum ama yazılanları görünce çok üzüldüm. Bir kadın doğum doktoru olarak ilahiyat alanıyla ilgilenip böylesi zor ve çetrefilli bir konuda görüş belirtmeniz elbette kıymetlidir. Ancak yazdıklarınızdan makaleyi ciddiyetle ve dikkatle okumadığınız anlaşılmaktadır ki, üzülme nedenim de budur. Zira makalede “daha önce ifade edilmemiş nevi şahsına münhasır kişisel bir görüş” ortaya konulduğu zaten belirtilmektedir. Sanırım o kısmı gözden kaçırmış olmalısınız.
Takdir edersiniz ki bazı konuları anlayabilmek için o konuyla ilgili ciddi bir alt yapıya ve sağlam ilmi birikime, çok yönlü analiz ve bütüncül bakış becerisine, sağlam muhakeme ve sağlıklı tefekkür yeteneğine sahip olmak ve önyargılardan tamamen sıyrılmak önem arz etmektedir. Nitekim ciddi bir tıp eğitimi almamış birisinin karaciğerdeki bazı sorunlarla ilgili çok iddialı görüşler ileri sürmesi nasıl tıp camiasının tepkisini çeker ve söz konusu kişinin alaya alınmasına ve komik duruma düşmesine neden olursa, ciddi bir ilahiyat eğitimi almamış birisinin de zor bir konu olan beşeri ruh ile ilgili görüşler çiziktirmesi, “insana hayat veren beşeri ruhu” pozitivist bir bakış açısıyla ve yanlış din yorumlarına bakarak reddetmesi de ilahiyat camiasının benzer tepkilerine neden olabilir.
Maddeler halinde ileri sürdüğünüz savlarınıza kısaca şöyle cevap verilebilir:
1. Beşeri ruhun ne olduğu, fizyolojik ve psikolojik süreçlerin nasıl işlediği makalemizde “okuma-yazma bilen birisinin rahatlıkla anlayacağı şekilde” örneklerle zaten açıklanmıştır. Dolayısıyla makalenin dikkatle bir kez daha okunmasının isabetli olacağı ifade edilebilir.
2. Beşeri ruh bedeni terk etmeden, yani beyin ölümü gerçekleşmeden bedenden alınan organlar nakledildikleri bedende çalışabilir. Bunda da herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu konu, makalede belirtildiği halde bunun da dikkatinizden kaçtığı anlaşılmaktadır.
3. İslami terminolojide “kalp” metaforik/mecazi olarak kullanılsa da bununla kastedilen akıldır. İmam-ı Azam’ın görüşü makalede zaten ifade edilmiştir. Özetle akleden kalp ile kastedilen beşeri ruhun psikonlarından sadece birisi olan akıldır. Yoksa herkesin bildiği kan pompalayan kalp değildir.
4. İmam Ebû Hanîfe’nin “kafa” derken “beyni” değil, beşeri ruhun psikonlarından sadece biri olan “aklı” kastettiği doğru anlaşıldığında problem ortadan kalkacaktır. Bununla birlikte günümüzde ulaşılan bazı bilimsel verileri “kesin şaşmaz doğrular ve bilimsel gerçekler” kabul ederek yapılan yorumlar isabetli değildir. Sizin de bilim ile bilimciliği birbirine karıştırdığınız, aradaki farkı tam olarak idrak edemediğiniz anlaşılmaktadır. Tekrar ifade edelim ki, biz bilime evet, ama bilimciliğe hayır diyoruz. Bilimciliğin putlaştırılmasına ve tapılmasına itiraz ediyoruz. Dolayısıyla bugün çoğu bilimcilik eksenli nörolojik anlayışları -ekseriyetin savunuyor olmasına bakarak- kesin doğrular kabul etmeniz konuyu anlamanızı epey zorlaştırmaktadır. Bu itibarla, beşeri ruhu kavrayabilmeniz için öncelikle ciddi bir paradigma değişikliğine ve özgün perspektife ihtiyaç duyduğunuz ifade edilebilir. Ayrıca Kur’an’daki “kalp” metaforunu hâlâ klasik tefsirlerden örnekler vererek açıklamaya çalışmanız makalenin tam anlaşılamadığının bir diğer kanıtıdır. Bu bakımdan beşeri ruhun bedene etkilerini açıklayan ifadelerimizi bir kez daha dikkatle okumanızı öneririm. Böylece eleştirel aklın gereğini yerine getirmiş ve indirgemeci bir yaklaşımdan da kurtulmuş olursunuz. Ayrıca Kur’an’daki “kalp” metaforunu hâlâ klasik tefsirlerdeki problemli rivayetlere ve netameli görüşlere dayanarak açıklamaya çalışmanız da makalenin anlaşılamadığının bir diğer delili olarak görülebilir. Beşeri ruhun bedene etkilerini açıklayan ifadelerimizi bir kez daha dikkatle okumanız uygun olur. Böylece metodik şüphe sahibi selim aklın gereğini yerine getirmiş, konuya analitik yaklaşmış ve indirgemeci bir bakış açısından da böylece uzaklaşmış olursunuz.
5. “Modern bilim, bilinç, zihin ve düşünme süreçlerinin büyük ölçüde beynin işleyişine dayandığını ortaya koymuştur” diyerek hâlâ yanlış bir görüşü kutsuyorsunuz ve “beşerî ruh” gibi soyut kavramlar, bilimsel olarak ölçülemez ve gözlemlenemez” diyerek de maddeci, materyalist ve pozitivist bir bakış açısına sahip olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz. Böylece beşeri ruhun varlığını bir türlü kabul edemiyorsunuz; beşeri ruh ile bedenin etkileşimi konusundaki tespitlerimizi anlamakta zorlanıyorsunuz. İlaveten, “Beyin, düşünme, hissetme, hatırlama gibi fonksiyonları yöneten bir organdır ve bu işlevleri ruh kavramıyla açıklamak, bilimin ilerlemeleriyle ters düşmektedir” diyerek hâlâ bilimciliği kutsadığınızı ortaya koyuyorsunuz. Biz biliyoruz ki bilimcilik de batıl bir dindir ve bu din, hem beşeri ruhun hem de Tanrının varlığını kesinlikle kabul etmemektedir; “Görmediğime inanmam” takıntısıyla hareket etmektedir. Ancak yeni yeni bazı özgün hareketler/akımlar, beşeri ruhun varlığını kabul etmek durumunda kalmışlardır; lakin sizin de bunlardan haberdar olmadığınız anlaşılmaktadır. Yine ifade etmeliyim ki, “Beynin bu muazzam işlevlerini sadece ruh kavramına indirgemek, bilimsel gerçeklerin göz ardı edilmesine neden olur” diyerek de hâlâ makaleyi tam olarak anlamadığınızı ortaya koymaktasınız. Kastımızı beyan sadedinde bir kez daha ifade edelim ki, beşeri ruh çalışırken beyni kullanmakta olup ruhun çalışma odası beyindir. Beşeri ruhu dışlayarak ve yok sayarak hiçbir yere varmanız mümkün değildir. Bilimcilik putuna tapanların her an yanlışlanması mümkün olan bilimsel verileri kutsaması yoldan çıkmalarına, bazı hakikatleri anlayamamalarına ve savrulmalarına neden olmaktadır. Bu bakımdan beşeri ruh ile bedenin ilişkisini doğru kavradığınızda bazı gerçekleri fark etmeniz ve sorularınıza mukni cevaplar bulabilmeniz mümkün olabilecektir.
6. Özgün ve farklı bir bakış açısıyla ortaya konulan makaledeki yeni yorumlara kendisini kapatan, âyet ve hadislerin belli bir metot dâhilinde yorumlanmasına/içtihada karşı çıkan, meselenin eski âlimlerin anladığı gibi anlaşılması ve bu konuda susulması gerektiğini ifade eden bir tavır/zihniyet “bağnaz/fanatik/yobaz bir yaklaşımın” yansıması/ürünü olarak görülebilir. Ayrıca sizin belirttiğiniz “hem dini metinlerin ruhunu hem de bilimsel gerçekleri ihmal eden bir yaklaşım” demek suretiyle dini metinlerin “ruhundan” bahsetmeniz de kendinizle çelişkiye düştüğünüz anlamına gelir. Kanaatimizce buna neden olan sizin “beşeri ruhu tamamen reddeden bilimcilik putunun varsayımlarını ” şaşmaz ölçüt/veri/kanıt kabul etmenizden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu bakış açınızın acilen revize edilmesi sizin faydanıza olacaktır.
7. “Düşünce, bilinç, algı ve duyguların merkezi olarak kabul edilen beyin, ruh kavramından bağımsız olarak işlevlerini yerine getirir” şeklindeki ifadeniz ise hala beşeri ruhun varlığını kabul etmeyişinizden, ruh-beden etkileşimine karşı çıkışınızdan, bütün sorumluluğu ve görevi beyne yüklemenizden kaynaklanmaktadır. Zaten şu an Batı dünyası başta olmak üzere pek çok ülkede aynı bakış açısıyla metafizik konular irdelenmekte ve reddedilmektedir. Ve maalesef hepsi de hakikate ulaşamamaktadır. Bunların beşeri ruhu reddeden, manevi duyguların varlığını bir türlü kabul etmek istemeyen, tanrı ile problemleri olan, Allah’ın kâinata müdahale etmesini istemeyen sapkın bakış açılarının (deizm, ateizm, nihilizm, agnostisizm vs.) ürünü olduğunu ifade etmemiz yanlış olmayacaktır. Hâlâ sizin; “Zihin-beden ikiliği problemi, zihnin nasıl olup da fiziksel bedeni etkilediği sorusunu çözümsüz bırakır. Eğer ruh fiziksel bilim tarafından gözlemlenebilir olmalıdır; değilse, nasıl olup da fiziksel dünyayla etkileşimde bulunabilir?” demek suretiyle bu yanlış bakış açısını sahiplendiğiniz ve ölesiye savunduğunuz anlaşılmaktadır. Oysa girdiğiniz yol çıkmaz sokaktır; beşeri ruhu reddederek bir yere varmanız mümkün değildir. İnsanların cinsel birlikteliği nasıl yaşadıkları açıklanırken makalede bunlar açık ve anlaşılır bir şekilde ifade edilmiştir. Ruh ve bedenin nasıl etkileşime geçtikleri bir ilkokul mezunun anlayacağı şekilde açık ve net belirtilmiştir. Ancak görünen o ki, önyargıyla, çağınızın zihinsel atıklarıyla ve yanlış bir perspektiften meseleye bakmanız bazı gerçekleri anlamanızı zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla bu problemli bakış açısının behemehal değiştirilmesi/terk edilmesi gerekmektedir. Beşeri ruhun varlığını reddederek hiçbir yere varmanız ve sorularınıza inandırıcı cevaplar bulmanız mümkün değildir. Özetle beşeri ruh, insana hayat veren, canlı kalmasını sağlayan ilahi bir nefhadır ve tüm bedeni yöneten de odur. Karar verici özgür irade ise beşeri ruhun psikonlarından sadece birisidir.
8. Sizin; “Yazarın kendisinin “özgün ve orijinal tespitler” yaptığı ve birçok sorunun cevabını bulduğu iddiası, objektif kanıtlara dayanmayan kişisel bir iddiadır” derken hâlâ bazı gerçekleri idrak edemediğiniz anlaşılmaktadır. Bize göre bu görüşümüz yanlışlanması mümkün olan bir doğrudur; ama bizim kanaatimize göre kesin doğrudur. Bu görüşümüzü kabul etmeyenlerin ciddi ve sağlam delillerle bunu çürütmeleri gerekir. Çürütmediklerinde ise kabul etmeleri zaten bir zorunluluktur. “Bilimsel ve felsefi tartışmalar, genel kabul görmüş kanıtlar ve teoriler üzerine inşa edilir; bu tür iddialar ise kişisel kanaatler olarak kalır ve akademik bir temele dayanmaz” diyerek hâlâ genel geçer ifadeler kullanmakta, çoğunluğun savunduğu hatalı ve yanlış olabilecek görüşleri “genel kabul görmüş kanıt” diyerek kutsamakta, teori ile kanıt arasındaki farkı bilmediğinizi/anlamadığınızı göstermekte ve teoriyi/hipotezi bilimsel gerçek zannetmeye devam etmektesiniz. Oysa bizim orijinal tespitlerimiz birkaç aylık araştırmaya değil, elli yıllık birikime ve ciddi bir akademik temele dayanmaktadır. Zira ortaya koyduğumuz deliller çok güçlüdür. Kaynağını Kur’an ve sahih sünnetin ilkelerinden, bu iki temel kaynağa bütüncül bakıştan, güncel bilimsel gelişmelerin takip edilmesinden ve sağlam muhakemeyle meselenin analiz edilmesinden almaktadır. Ancak yeni, sarsıcı ve çarpıcı bir düşünce olduğu için bu fikirle ilk kez karşılaşıldığında tepki gösterilmesi, alaya alınması, küçümsenmesi ve bazı genel geçer retoriklerle reddedilmesi de normaldir/olağandır. Kaldı ki biz buna alışkınız; daha önce de buna benzer özgün fikirler ortaya koyduğumuzda aynı tepkilerle karşılaştık. Fakat güçlü delillerle hiçbirisi hâlâ çürütülemedi ve biz yıllardır aynı görüşleri savunmaya devam ettik ve ediyoruz. Sitemdeki köşe yazılarımı, bilimsel makalelerimi ve kitaplarımı okumanızı öneririm. Ayrıca Youtube kanalımdaki videolarımı da izlerseniz sizin için ufuk açıcı olabilir.
9. Sonuç olarak, makaleye eleştirileriniz hem teolojik hem de bilimsel açıdan ciddi tutarsızlıklar ve çelişkiler barındırmaktadır. Beşeri ruhun varlığını kabul etmemekte, ruh- beden ilişkisini anlamakta zorlanmakta ve makaledeki açık ve net ifadeleri bile idrak edememektesiniz. Bunun nedeni ise zihniyetinizden, bakış açınızdaki çarpıklıklardan, yanlış görüşleri doğru zannetmenizden, bilimciliğin hipotezlerini şaşmaz doğru kabul etmenizden, “bilimsel veriler” diyerek varsayımları kutsamanızdan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla öncelikle bakış açınızı değiştirerek meseleye yaklaşmanız size çok büyük katkılar sağlayacaktır. Hâlâ metafizik konuların/kavramların laboratuvarda deneyler yapılarak/ölçülerek analiz edileceğini savunmanız, aklıselimi reddetmeniz, sağlıklı tefekkür konusunda çaba sarf etmemeniz, önyargılı ve tarafgir davranmanız, taassupla meseleye yaklaşmanız, partizanca konuyu irdelemeniz, sürü psikolojisinden bir türlü kurtulamamanız ve bilimsel araştırma yöntemlerini göz ardı ederek meseleye yaklaşmanız sizleri hakikatlere ulaşmaktan alıkoymaktadır. Sizin gibi aklı kullanmayı önemseyen birinin “Hz. Ömer gibi davranarak” er ya da geç hakikati bulacağına inanıyorum ve bu temennimi de dile getirmek istiyorum. Biraz daha gayretle, doğru kişi ve kaynaklardan beslenerek gerçek İslâm’ı bulacağınıza ve ona sarılacağınızı ümit ve temenni ediyorum ve saygılarımı sunuyorum. Prof. Dr. Ahmet Emin SEYHAN/ 20.09.2024
Yahudiler, insanı madde olarak bildiler. Çok bildiklerinden dini eksilttiler.
Hıristiyanlar, insanı ruh olarak bildiler. Bilmediklerinden dini çoğalttılar.
Müslümanlar, Allah’ı bilir bildiler, Allah’a teslim oldular. Kulluklarını bildiler.
Tüm insanlığa örnek, vasat (orta, dengeli) ümmet olmaya çalıştılar.
Saygılarımla….