TÜİK tarafından gerçekleştirilmiş olan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasına göre ülkemizdeki toplam nüfus dikkate alındığında her biri %20’lik dilim olmak üzere beş grup içerisinde ilk %20’lik kesim, toplam gelirin %6’sına sahip. İzleyen ikinci kesim, toplam gelirin %11’ine sahipken, üçüncü %20’lik kesim, toplam gelirin %15’ine sahip. Dördüncü %20’lik kesim için bu oran %21. Son %20’lik kesim için bu oran yaklaşık %48 karşımıza çıkıyor. Bu veriye göre dramatik olan durum, toplumun %20’lik bir kesiminin, toplam gelirin neredeyse yarısına sahip olduğu gerçeği… Daha da dramatik olan durum, en az geliri olan ilk grubun gelir düzeyi bir önceki yıla göre azalırken, en üst grubun gelir düzeyinin ise artmış olması…
Yine 2020 tabanlı veri dikkate alındığında ülkemizde yüksek öğrenim mezunu çalışanların yıllık ortalama kazançları yaklaşık olarak 63.000 TL iken, lise ve dengi okul mezunlarının yıllık ortalama gelirleri 42.000 TL. Bu değer, lise altı eğitime sahip kişilerde 33.000 TL, bir okul bitirmeyenlerde 23.000 TL, okur-yazar olmayanlarda ise 17.000 TL. Yoksulluk oranları dikkate alındığında ise yüksek öğrenim görmüş bireylerin yaklaşık %3’ü yoksul iken, bu oran okur-yazar olmayan grup için %27’ye yükseliyor.
Eğitim düzeyi ve gelir durumu arasındaki ilişkiyi daha da somutlaştırmak adına eğitim düzeylerine göre iş gücüne katılım oranlarının da dikkate alınması gerekir. İş gücüne katılma oranı, okur-yazar olmayanlar için yaklaşık %18, lise altı eğitimliler için %49, lise mezunları için %54, meslek lisesi mezunları için %66, yükseköğrenime sahip olanlar için ise %80 civarındadır. Bu değerleri, 100’den çıkardığımızda da her bir eğitim düzeyi için işsizlik oranları da yaklaşık olarak belli olacaktır.
Yukarıdaki bilgilere dayanarak temel bazı çıkarımlar yapmak mümkündür. Birincisi, ülkemizde gelir eşit(siz)liği, dağılımı ve artışı konuları köklü sorunlar olarak kalmaya devam etmektedir. İkincisi, eğitim düzeyi arttıkça gelir düzeyi de artmaktadır. Üçüncü ve son olarak, eğitim düzeyi arttıkça iş gücüne katılım oranı da artmaktadır.
Kendilerini sosyal medya mecralarında ve televizyon ekranlarında bilirkişi (!) olarak konumlandıran ve sesleri bir hayli yüksek tonda olan fenomenler -ki bunların arasında bazı üniversitelerin kapanmasını arzulayan akademisyenler bile bulunmaktadır- ülkemizde üniversite sayısının artmasının doğru olmadığından dem vurmaktadırlar. Sayısı artan mezunların işsizler ordusuna katılmaktan başka bir şey yapamayacağından, bilimsel anlamda bir gelişme gösteremediğimizden, üniversitelerin nitelikli akademisyen mahrum olduğundan bahsetmektedirler. Kuşkusuz eğitim sistemimize dair çok ciddi sorunlar yok değildir. Ancak bu noktada çok ince bir ayrım yapmanın gerekliliği ortadadır. Siyaseten muhalefet olmaktan mütevellit yıkıcı eleştiri yapmak ile sistemin rehabilitasyonu düşünerek eleştiri yapmak aynı şey değildir. Toptancı bir yaklaşım ile sisteme dair her şeyin yanlış olduğunu söylemek, sadece eleştiri yapmak ve çözüm önerisi getirememek, bana göre iyi niyet barındırmamaktadır. Bu bağlamda her şeyin yanlış olduğunu söylemek de yukarıda sunulan verilerle zaten örtüşmemektedir. Siyasi mülahazalardan ve ‘ben’ merkezli yaklaşımlardan uzak kalarak, yanlışı yanlış, doğruyu doğru olarak konumlandırmak bir erdemdir. Ana konuya dönecek olursak, mevcut sorunların fazlalığı ve yoğunluğu, doğruları görmemize engel olmamalıdır.
Bu yanlış yaklaşımın netleştirilmesi sonrası, eğitim ve gelir düzeyi arasındaki ilişkiyi biraz daha somutlaştırmak olasıdır. Başlangıç olarak eğitimle şekillendirilmiş beşeri sermayenin, ülke ekonomisine olan katkılarının göz ardı edilmemesi gerektiğini söylemek zorundayız. Diğer bir ifade ile nitelikli insanlar yetiştirmek, bireylerin sadece kendi gelir ve yaşam kalitesine değil aynı zamanda ve genel anlamda ülke ekonomisine de doğrudan bir katkıdır. Eğitim düzeyi ve gelir arasındaki ilişkinin doğrusal olduğu dikkate alındığında, toplumsal ve kültürel yaşantının da nitelikli hale gelebileceği açıktır. Bu nedenle gereksinim duyulan nitelikli iş gücünün de eğitim yolu ile karşılanmasının kestirme bir yol olduğu gayet açıktır. Devlete düşen görev ise eğitim alanındaki yatırımları ve harcamaları artırmaktır. Artan yatırımlar, en başta vurguladığımız gelir dağılımındaki adaletsizliği ve yoksulluğu azaltmak açısından da önemlidir.
Bu noktada Mahmut Bilen ve Mustafa Çalışır hocalarımızın 2019 yılında yayımladıkları bir makalede devletin eğitim konusunda yaptığı ölümcül yanlışlar üzerine tespitlerinin de dikkate alınması gerekir. 28 Şubat darbesi sürecinde lise düzeyindeki meslek okulları ile ara eleman yetiştiren meslek yüksekokullarının etkisizleştirilmesi, İmam-Hatip Liselerinden mezun olanlara üniversite kapılarının kapanması, tüm düzeylerde eğitimde niteliğin artırılamaması, üniversite düzeyinde ara eleman yetiştiren okullara yönlendirilmenin zayıf kalması, kontrolsüz ve istihdam planı yapılmaksızın lisans programlarına yoğun öğrenci alınması bu sorunlardan bazılarıdır.
Sonuç olarak, eğitimde niceliğin ve niteliğin artırılması, doğrudan bireylerin gelir düzeylerinin artması anlamına gelmektedir. Ancak sürekli vurguladığımız üzere, sistemin doğru bir planlama ile istihdam alanları dikkate alınarak kurgulanması ve yapılandırılması, hem bireysel ve toplumsal anlamda refahın artırılması hem de genel olarak ülke ekonomine sağlanan katkı açısından büyük önem taşımaktadır. Şeyh Edebali’nin ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ sözü ile ete kemiğe bürünen siyaset felsefesinin, anılan potansiyel sorunları çözmek ve böylece devleti ve insanı ortak paydada ve zeminde buluşturmak için biçilmiş kaftan olduğunu ayrıca hatırlatmaya gerek bile yok.
KAYNAKLAR
Bilen, M. & Çalışır, M. (2019). Türkiye’de gelir dağılımı ile eğitim arasındaki ilişki: ARDL sınır testi ile analizi. Akademik İncelemeler Dergisi, 14(2), 1-30. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/872175
https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Income-and-Living-Conditions-Survey-2020-37404