Geçen yazımızda “nasıl bir eğitim?” sorusu etrafında yaptığımız analizlerden toplumumuz adına çıkarılacak önemli üç sonucu tekrar ederek başlayalım. Birincisi, eğitimde öncelikle nasıl bir insan sorusunu cevaplandırmalıyız. İkincisi, bugün eğitimde şikayet edilen unsurların giderilmesi sağlayarak eğitimin insan için olması gereken hedeflere yönlendirilmesi. Üçüncüsü de, bu çerçevede eğitimde bir yeniden yapılandırmanın gerçekleştirilmesi.
Başlığımızı “eğitim bir propaganda değildir” şeklindeki yargıyla başlamamızı gerektirecek tarihsel tecrübelerimizi düşünerek oluşturduk. İlkin şu noktayı belirtmeliyim. Hangi ideolojik, dinsel vb. aidiyeti olursa olsun şöyle gerekçelerle müfredat oluşturulmaya çalışılıyor. Söz gelimi; toplumda ahlaki zafiyetler baş gösterince, hemen okullara ahlak dersi koyalım gibi öneriler geliyor. Ya da çevre ile ilgili sorunlar yükselince müfredata çevre derslerinin yerleştirilmesi teklif ediliyor. Açıkçası bu öneri ya da yargılar, eğitimin bir propaganda olduğu şeklindeki zihni arka plandan beslenmektedir. Onlar bu tür dersler müfredata koyulunca, öğrencilere “çevreyi kirletmeyin” diye derste nasihat edilince sorunların da çözüleceğini düşünmektedirler.
Elbette okullarda çevre, ahlak, din vb. derslerin olmasını genel anlamda problem görüyor değilim. Ancak burada bir zihniyet problemine işaret ederken, derslerin içeriklerinin ve tarzlarının propaganda mantığıyla yapılmasını sorunsallaştırmaktayız. Hangi ideolojik ya da dini aidiyete sahip olursa olsun, eğitim propagandacı bir mentalite ile işlediği sürece ileride bir toplumda etkinlik kazanacak insanlar olarak öğrenciler propagandaya kesin inanlılar olarak mekanik varlıklar haline geleceklerdir.
Aslında eğitime bir propaganda olarak yaklaşım, modernleşme döneminden itibaren farklı boyutlarda görünür olmuştur. İlkin, çok genel anlamda modern devletin kurmaca bir teritori üzerinde kendisini inşa çabası, o mekanda yaşayan tüm insanların monolitik bir tarzda bir arada tutulması, sosyalleşmesi ve birliği için eğitim bir işlevsellik kazanmaktadır. Burada eğitim bu işlevleri yerine getirebilmek üzere propaganda hüviyeti kazanmaktadır.
Orta Çağ’dan modernliğe geçiş ve küreselleşme çağına erişim ile birlikte dünya kapitalizmin farklı aşamalarından geçmektedir. Anthony Giddens küreselleşmeyi modernliğin küresel ölçekte yayılması şeklinde teorileştirmektedir. Bu durum bilhassa kapitalist ekonominin bütün dünyaya yayılması bağlamında okunmalıdır. Esasen Eğitim bu bağlamda kapitalizmin o ülkelerde o anda kazanmış olduğu sosyopolitiği süreçte bireylere de yüklemek şeklinde işlev görmektedir aynı zamanda. Bugün ulaşılan seviyede postmodern tüketim, dünyada bütün müfredatlara yedirilmiş şekilde söylemlerle propaganda edilmektedir.
Kapitalist ülkelerde olduğu gibi sosyalist ülkelerde de örgün eğitimin dışında yaygın eğitim yoluyla da propagandalar yapılmıştır. Belki sosyalist ülkelerde daha sıkı markajlarla gerçekleştirilen bu propaganda, esasen kapitalist ülkelerde bazen ruhu esir alan, çoğu zaman da sürece uyumun prestiji imajıyla gerçekleştirilmiştir. Hatta medya araçları daha etkin bir şekilde hayatın içine dahil oldukça, neredeyse her şey bir propagandaya dönüşmüştür.
Farklı ülkelerde hükümet etme tavırlarına baktığımız zaman, özellikle eğitim ve kültür işleri toplumun yönlendirilmesi açısından iki stratejik kurum olarak görülmüştür. Böylece okullarda müfredatı belirleme, eğitimin içeriklerinde değişim üzerinden bir zihniyet yaratma ya da yeni bir nesil oluşturma çabaları da eğitimin propagandacı işlevini açığa çıkarır görünmektedir.
Modern toplumlar, eskiden toplumda bazı temel kurumların yaptığı işlevleri profesyonelleştirerek, bu işlevleri ya yeni ihdas edilen kurumlara vermiş ya da var olan bazı kurumlara devretmiştir. Bu bağlamda bugün gelinen noktada eğitim tamamen örgün eğitim kurumlarına devredilmiş görünmektedir. Öyle ki, veliler çocuklarını okula gönderip çokça kullanılan bir tabirle ifade edilecek olursa “anahtar teslim” öğrenciler istemektedir. Dolayısıyla burada aile eğitim açısından farkındalık düzeyi düşük bir işlevsellik göstermektedir.
Örgün eğitim kurumları olarak okulun dışında öğrencilerin eğitiminde iki önemli etkinlik alanı atlanmaktadır. Birincisi ailedir. Aile çocuğun erken yaşlardan itibaren dünya perspektifi ve davranışlarının belirlendiği bir yerdir. Burada aile fertlerinin davranış, düşünce ve ilişkilerdeki tutarlılığı kişide ömür boyu etkisini koruyacak bir temel oluşturur. Çocuk burada söylemlerle eylemler arasındaki tutarsızlıkları görür.
Kişinin aileden sonra muhatap olduğu giderek genişleyen toplumsal bir çevresi oluşmaktadır. Burada kişiyi şekillendiren toplumsal kültürü atlamamak gerekir. Toplumsal kültür, kişinin insan, çevre, dünya ile ilişkilerinin çerçevesini iş yapma, sorun halletme, davranış tarzları bağlamında belirler. Dolayısıyla bir toplumda işleyen kültür, kişinin eğitiminde şekillendirici bir unsurdur. Bir de buna küreselleşen dünyada iletişim araçlarının eğitsel rollerini ciddi bir faktör olarak eklemeliyiz.
İnsanın tüm bu ilişkiler ağı çerçevesinde “bizim adamımız olsun” şeklindeki propaganda ile zihniyeti temellük edilirse, nihayetinde “kendisi olma” noktasında sıkıntı çekecektir. Acaba çocuklarımızın zihniyetinin küresel egemenlerin propagandalarıyla dolmaya devam ettiğinin farkında mıyız?