“Bitlis’in Güroymak ilçesine bağlı Güzelli köyünde, 198 (yüz doksan sekiz) ilköğretim öğrencisi tek sınıfta eğitim görüyor” (14 Ekim 2007 Cumhuriyet Gazetesi). Eğitim ile ilgili bu gerçeklik her şeyi tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Fazla lafa gerek yoktur. Bazılarımızın çocuklarının 20 kişilik sınıfları olan fahiş fiyatlı özel okullarda eğitim görmesi mi bizi avutmalıdır? Sözü edilmişken hemen belirtelim ve Milli Eğitim Bakanımıza seslenelim: Özel okullara dökülen paralar 10–20 bin YTL’leri bulmaktadır. Gittikçe devleşen bu miktarlara devletin ilgili birimleri bir sınır getirmelidir. Aşağıda açıklayacağım gibi yapılan tıbbi girişimlere nasıl büyük kısıtlamalar getiriliyorsa, özel okullardaki sözde eğitime yaptırılan insafsız ödemeler de en azından bir denge unsuru olarak düşürülmelidir!
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” cümlesini kim aklına getiriyor? İlköğretimin durumu yukarıdaki haberle ortadadır. Ya yüksek öğretim? Bu konuyla da ilgili bir haber verelim: “4 yılda devlet üniversitesi sayısı 57’den 85’e çıkarken, açıktan atama yapılabilecek araştırma görevlisi kadrosu 4 bin 250’den 1410’a, son iki yılda ise daha düşük rakamlara indirildi. Beş yüz bine yakın öğrencinin okuduğu meslek yüksek okullarında 68 öğrenciye bir öğretim elemanı düşüyor” (10 Kasım 2007 Hürriyet Gazetesi). Bu haberi okuduktan sonra artık tartışılacak ne kalmaktadır?
Öte yandan son zamanlarda üniversite hastanelerinin düşürüldüğü durumlarla ilgili trajedileri seyrediyoruz. Bu temsiller hem tıp eğitimini hem de toplum sağlığını ciddi şekillerde etkilemektedir. Hükümetler uzun yıllardır tıp eğitimini çok hafife almaktadır. Bunun nedeni tıp biliminin çok kolay öğrenilebileceği sanrısı mı yoksa insan ve insan sağlığının bir değerinin olmadığı mıdır? Yani tıp fakülteleri olmadan da tıp eğitiminin verilebileceği mi düşünülmektedir? Veya “insanın değersiz olduğu” bakış açısıyla tıp fakültelerinde binbir zorlukla yetiştirilmeye çalışılan doktorların niteliklerinin hiçbir önemi olmadığı yolundan mı hareket edilmektedir? Ancak en basit hastalıklara bile teşhis koyamayan, yanlış tedaviler uygulayan veya tedavi seçeneklerini bilmeyen hekimler giderek arttığında çocuklarımızı kimlere emanet edeceğiz? Kolayı var, şöyle mi söyleriz: “Beni ve çocuklarımı ve hatta torunlarımı ithal doktorlara emanet ediniz!”
Üniversite hastanelerinin döner sermayesinden kesilen hazine katkı payı yüzde 15 gibi insafsız bir orandadır. Bu rakam Sağlık Bakanlığı hastaneleri için yüzde 1’dir. İşin tuhaf yanı, bu hastanelerde çalışan hekimler de tıp fakültelerinde yetişmektedir. Yani kökenin inkâr edildiği bir durumla karşı karşıya gibiyiz. Üniversite-Sağlık Bakanlığı hastaneleri arasındaki ayrımcılığa biraz bakalım: Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde lise mezunu personel döner sermayeden yararlandırılırken üniversite hastanelerine bu hak verilmemektedir. Sağlık Bakanlığı hastanelerinde çalışan yardımcı sağlık personeli performanstan faydalanabilirken üniversite hastanelerinde bu uygulanamamaktadır. Bu yüzden otuz bini aşkın hemşire üniversite hastanelerinden istifa etmiştir. Üniversite hastanelerinin yapmış oldukları hizmetlerin karşılıkları inanılmayacak uygulamalarla bir kalemde kesilivermektedir. Öğretim üyeleri neredeyse asli görevlerini bırakıp mesailerini sigorta sisteminin açıklanan/açıklanmayan kesinti nedenlerini keşfetmekle geçirmek durumunda kalmaktadırlar. Olumsuz örnekler çoğaltılabilir. Tıpta Uzmanlık Tüzüğü, tam gün yasası, Genel Sağlık Sigortası sistemi, aile hekimliği uygulaması, Kamu Hastane Birlikleri Tasarısı, zorunlu hizmet, tıp fakültelerinde öğrenci sayılarının arttırılması isteği gibi konular ve bu noktalarla ilgili süren mahkemeler muhatapları çok olumsuz etkilemektedir. Ortada öylesine bir dağınıklık, belirsizlik vardır ki hekimlerimizin ruh sağlığı bozulmaktadır. Bu olumsuz ortamda dahi çoğu öğretim üyesi fedakârca doktor yetiştirmeye devam etmektedir. Ancak bilinmelidir ki geçen yılın sonu itibariyle tıp fakültelerinden 2 bin’in üstünde öğretim üyesi ayrılmış bulunmaktadır. Bunun sonu ne olacaktır? Tıp fakültelerinin öğrenci sayısı arttırılmak istenirken bu çelişki nasıl çözülecektir?
Her geçen gün yenisi çıkarılan bütçe talimatları ile TTB’nin talep ettiği tedavi ücretlerinin çok altında fiyat belirlemeleri yapılmakta, büyük cerrahi girişimlere bile komik miktarlar biçilmektedir. Getirilen yeni düzenlemelerle asıl istenen, hastayla ilgileniliyor kanaatinin oluşturulmasını ve gerekli incelemelerin yapılmadan teşhisin gelişigüzel konulmasını sağlamaktır. Tedaviye getirilen kısıtlamalarla çoğu gerekli ilaç yazılamaz duruma getirilmiş, hekimler ve hastalar ilaç reçete edilememesinin çaresizliği ile karşı karşıya bırakılmışlardır. Çok elzem bazı ilaçların ödenmesi için raporlarda farklı branş hekimlerinden ortak imza istenmekte, hastalar bu raporları imzalatabilmek için sıkıntı içinde doktor peşinde koşmakta, yanlış değerlendirme veya çıkar çatışmalarından dolayı hekimler arasında sürtüşmeler yaşanmakta, tüm bunların sonucunda hastalar gerektiği şekillerde tedavi olamamaktadırlar.
Teşbihte hata olmaz; yazımın sonuna bir fıkra ile geleyim. Nasreddin Hoca parasız kalınca merkebinin arpasını yarıya indirmiş. Bakmış ses yok, ertesi gün daha az arpa vermiş. Bakmış yine ses yok. Arpayı biraz daha, biraz daha, biraz daha azaltmış… Bir gün bakmış ki, merkep nalları dikmiş… Hoca hayıflanmış…“Tüh be…” demiş, “Tam alışıyordu… Öldü gitti…” Baskıcı, bilimsel olmayan tutumlar bugünden yarına olmasa bile uzun vadede toplumlarda büyük yaralara ve onarılamaz bozulmalara yol açar. Bilim, felsefe, eğitim, sanat gibi önemli konulara yanlış yaklaşımların toplumları nasıl felaketlere sürüklemiş olduğunu en iyi bilen toplumlardan birisi olmamız gerektiği ortadadır. Akılcı yaklaşımları ivedilikle ele alıp, kamusal sorunları bir bütün olarak çözümleme gayretini göstermeliyiz.