İslam kültür tarihinde riba ve faiz gibi iki kavram bulunmaktadır. Bu iki kavram adeta iktisat alanının iki gâib alemi gibi durmaktadır. Biri genel biri de özel olan bu iki kavramın mahiyeti üzerinde bir analiz yapmak istiyorum. Hak etmediğin kazanç, senin değildir. Ancak ve ancak, hak ettiğin gelir senindir. Sen çalış, ben yiyeyim, bu bir ribadır. Riba, kişinin mağdur ve mazlumiyetinden istifade edilerek elde edilen gelirin adıdır. Desene riba, başkasının alın terini haksız bir sebeple yemektir. Riba, kamu düzenini bozup insanlığa savaş ilan etmektir. Tarihten günümüze, her daim faiz ve ticaret arasındaki farkındalık sorunsalı yaşanmıştır. Riba, bir sömürü düzenidir. Emek sömürüsün adıdır. Köle düzenine karşı getirilen bir yasal düzenlemedir. İslam kültür tarihinde üç sembol yasak, riba, garar ve gabndır. Desene üç yasağın odak noktasını, anayasal üst norm olan “haksız kazanç batıldır” temel ilkesi oluşturmaktadır.
Bilindiği üzere Kur’an kesin bir ifade ile cahiliye fâizi, borç fâizi veya ribe’n-nesie denilen vade karşılığında alacağın miktarının artırılması şeklindeki fâizi yasaklamış, sünnet de bu yasağı teyit etmiştir. Buna ilave olarak sünnet, bazı ticârî işlemleri ve mübâdele şekillerini de yasaklamıştır. İslâm hukuk literatürde bu tür işlemler, ribe’l-fazl veya alış veriş fâizi adıyla anılır.
Vade sebebiyle tahakkuk ettirilen fazlalığın haramlığı hususunda ihtilaf bulunmamaktadır. Ancak, paranın ve gıda maddelerinin peşin olarak fakat fazlalıkla değişiminin (ribe’l-fazl) yasaklanmış olmasının gerekçesi ve illeti üzerinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu yasağın ölçüsü, sınırı ve hangi cins malları kapsadığı hususu tartışmalıdır. Anlaşıldığına göre sözleşmede bedeller arası karşılıksız kalan fazlalığın şart koşulup koşulmadığı noktasında ayrılığa düşülmektedir. Bir işlemde fâizin bulunabilmesi için bazı unsurlar taşıması şarttır. Bu unsurlar; akit, akit konusu ve mübadelede eşitsizliktir.
Faizin tahakkuku için ivazlı bir akdin mevcudiyeti şarttır. Bir mal bedeli veya ödünç akdinden dolayı borçlu olan biri, şart koşularak karşı tarafa fazla ödemede bulunsa bu fazlalık fâiz olur. Akit konusunun ise, fâizin cari olduğu maddelerden olması gerekir. Gerek karz (tüketim ödüncü) akdi, gerekse başka bir akitten dolayı zimmette semen borcu olsun bütün deyinler fâize konu olabilir. Mübâdelede eşitsizlik ise, ya miktar bakımından olur ki, bu fâiz konusuna dahil aynı cinsten iki malın birbiriyle değişimi anında bedellerden birinin fazla olmasıdır ki, buna “fazlalık ”, ya da mübâdele zaman (süre) ile ilgili olur ki, bu da fâiz konusu malların değişiminde birinin vereseye olması durumunda söz konusu olur ki, cahilliye ribâsı da denil bu durum, borçlunun borcunu ödeyememesi durumunda, alacaklının anaparaya yapacağı ilavedir ki, buna “gecikme fâizi” denir.
Bilindiği gibi, İslâm’ın kazanç yollarına ilişkin dünya görüşünü yansıtan temel yasaklardan biri de ribâ yasağıdır. Faiz kavramı ise, bir üst kavram olup ribâ kavramından daha geniştir. Biri genel biri de özel bir uygulamadır. K. Kerim’de “Allah ticâreti helal, ribâyı haram kıldı” ayeti genel manada ribânın açıkça yasaklandığını bildiren bir nasstır. Bu ayetin pratik hayata yansımasına baktığımızda farklı uygulamalara rastlamaktayız. İslâm hukuk bilginleri ribânın haram olduğu hususunda ittifak halindedirler. Ancak ribânın şümûlü ve hukukî sonuçları üzerinde ihtilaf etmişlerdir.
Kur’ân’ın, ribâ ile ticâret arasındaki ilişkiye değinerek ticaretin helal, ribânın haram olduğunu bildirmesi de dikkat çekicidir. Çünkü ticâret üretken olup toplumda emeğe ve sermayeye dengeli bir pay verir, paranın akışını hızlandırır, belli istihdam imkânları ortaya çıkarır. Ribâ ise, üretken değil tek taraflı çıkar sağlayan bir sömürü düzenidir.
Eşit ve iki taraflı risk taşıyan ticâret ile eşitsiz ve tek taraflı risk taşıyan ribâ arasında önemli bir mahiyet farkı vardır. Aslında sabit bir oran ve miktar olan ribâ, sermayenin verimliliğine sınır koymakta, onu çoğu zaman kısa vadeli yatırımlara yönlendirmekte, emeğin üretimden yeterli pay almasını önlemektedir. Bunun için İslâm, sermayenin üretim ve kârdan sabit bir pay alarak bütün risk ve sorumluluğu emeğe yüklemesine karşı çıkmış, sermayenin payını değişken bir oran üzerine oturtarak emek sermaye arasında makul bir denge kurmuştur.
İslâm hukuk bilginlerinin bazıları, Kur’ân’ın genel esprisi için de, Kur’ân’ın fâizi değil, ribâyı yasakladığını, ribânın İslâm’dan önce prodüktif olmayan ödünç vermelerde vadenin uzatılmasına karşılık ödünç alan tarafından alacaklıya anaparaya ek olarak ödenen (tüketimdeki) fazlayı ifade ettiğini, üretimde kullanılmak amacı ile alınan ödünçlerin bu yasağın dışında tutulması gerektiğini söylerler.
Bu görüşe gerekçe olarak da eskiden ribânın zayıftan kuvvetliye bugün ise, kuvvetliden zayıfa ödendiğini ileri sürerler. Ekseri İslâm hukuk bilginleri ise, fâiz ile ribâ kelimeleri arasında fark olmadığını, fâizin gelir dağılımında yol açtığı haksızlık sebebiyle yasaklandığını, temel vasfının ise, ister onu ödeyen, ister alan açısından olsun, mutlaka birisi aleyhine, kaçınılmaz bir haksızlığa sebebiyet verdiğini, bu bağlamda bireylerin meşru yoldan elde edilen malı ve mülkünü korumak için alınan bir tedbir olarak İslâm dîni “alış-verişi helal, ribâyı haram kıldığı” gerekçesini ileri sürerler.
Sonuçta her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın fâiz, ödünç para vermek isteyenleri, ellerindeki parayı ödünç vermeye razı etmek için ödenen bir fazlalıktır. Genellikle insanlar ellerindeki paradan bedava vazgeçmek istemezler. Yani elindeki likit parayı ödeme vaadi ile karşılıksız değiştirmeye çoğu kez yanaşmazlar. Tasarruf ettiği parayı bizzat kullanamıyorsa, âtıl tutmayı isterler. Bugün elindeki paradan menfaatsız vaz geçmek ciddi bir kültür problemi haline gelmiştir. Borç ilişkilerindeki bu kültür problemi hala devam etmektedir.
İslâm hukuk bilginlerinin bazıları da, üretime katılacak sermaye için ödenecek fâizi, bu sermayeyi üretmede kullanan emeğin hakkı olarak görürler. Çünkü sermaye emek eşliğindeki üretim sürecine sokulmadıkça, kendi kendine bir gelir getirmez. Ne var ki aynı şey, sermayeli üretim sürecinde kullanılan emek için de söylenebilir. Sermayeli üretim sürecinde makinalar, alet-edevat olmadan emeğin kendi başına üretimi gerçekleştirmesi mümkün değildir.
Sonuçta üretim, emek ve sermayenin müşterek eseri olup “değer” bunlar arasında paylaşılır. Burada sorun, emeğe üretimdeki prodüktif hizmeti karşılığı ödenen payla, sermayeye ödenen pay hakkındaki değer yargısından kaynaklanmaktadır. Ayrıca İslâm hukuk doktrini gelir bölüşümün de sadece ücret, kira ve kârı nazara alır. Sermaye için fâiz ödenmesi meşru sayılmaz. Bazıları bu durumu, İslâmiyet’in ilk yıllarında girişimci ve sermayedarın ayrı faktörler olarak görülmemesine, sermayenin üretimdeki prodüktif hizmeti girişimcinin prodüktif hizmeti içinde mütâlâ edilmiş olduğuna dayandırır.
Böylece genellikle kendi sermayesi ile iş yapan girişimcinin üretimden aldığı payın tamamı kâr olarak görülür. Bu bağlamda İslâmiyet’in, değişmez ahlâk kuralları zekâtı emrederken ribâyı yasaklamıştır. Para ise genelde bir değiştirme (mübâdele) aracı görülür. Kendiliğinden bir şey yaratmaz. Ödünç alanın bununla sağladığı gelir kendi emeğinin karşılığıdır. Ödünç veren emek harcamadığı gibi, işin riskini de taşımaz. Zira Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Kazanç riskin karşılığıdır; riski üzerine alan kazancına da hak kazanır. “Zararı garantilenmeyen malın karı helal değildir. “Bundan dolayı fâiz almak, gelirin kaynağı ilkesine aykırı olduğu genellikle kabul edilir. Ancak bu bağlamda bütün üretim faktör gelirlerinin kaynak açısından yeniden ele alınması gerekmektedir. Saygılarımla.