Sabah evden çıkarken gün henüz doğmamıştı. Sabahın en yakın saatleri olduğuna göre gecenin en karanlığı diyebilirsiniz.
Yağmur dinmiş ama hava sıcaklığı buzdolabının içindeki ideal ısı aralıklarında. Arabama ulaşabilmek için bir süre yürümem lazım. Her gün kalabalıklaşan şehrimizde park yeri sorunu baş gösteriyor. Sitemizin bahçesini geçtim yakın sokakta da yer bulamamıştım otomobilime. Sokak lambalarının aydınlattığı ıslak yollar, dükkân ve mağazaların ışıklı tabelaları, reklam panolarındaki cümbüş kartpostallık bir manzara sunabilir ama ben üşüyorum. Ve gitmek zorunda olduğum bir iş var.
Otomobilime ulaştığımda sevinemiyorum, çünkü aracın içi de soğuk. Klimayı da açıyorum ama araba ısınana kadar çoktan işe gitmiş olurum. Şu ısıtmalı koltukları olan bir otomobilim olsaymış sıcacık giderdim işime. Soğuk direksiyonu parmak uçlarıyla kavrayıp yola çıkıyorum. Direksiyonu bile ısıtmalı olan arabalar varmış. Ne konfor ama!
Erken yola çıkınca trafikle cebelleşmiyorum. Hastaneye ulaştığımda kahvaltı için yirmi dakikam olduğunu fark ediyorum. Bir bardak eşliğinde bir adet de poğaça zengin kahvaltı menümü oluşturuyor.
Saat sekiz olmuş. Vizit zamanı. Hastalar ve öğrencilerim beni bekler.
En kritik hastaların olduğu alandan ziyarete başlıyoruz. Yeniden canlandırma odasında kimse yok. Bu iyi haber. Çünkü en ağır hastalarımız burada olur. Yeniden canlandırma -resusitasyon- dediğimize bakmayın, kalbi duran hastaların yüzde onundan daha azı bu müdahale sonrasında sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Sanırım bundan daha önemli bir mesele var!
“Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,” diyor Yahya Kemal. “Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
Mesela, ilk sıradaki hastamız karaciğer yetmezliği nedeniyle komada ve yakınlarının alacağı en güzel haber boş bir yoğun bakım bulunup hastanın yatabilmesidir.
Hemen yanındaki sedyede uzanan otuzlarında bayan hastamız ağır bir akciğer enfeksiyonu nedeniyle nefes almakta zorlanıyor. Tedavimiz rahatlamasına yetmiyor ve o da yoğun bakım bekleyenlerden. Bu özel hastamızın bir sorunu daha var. Uzunca bir süre böbrek yetmezliğiyle mücadele eden hastamız sonunda kendisine uygun bir organ bulununca nakil şansına erişenlerden. Tam da o gün yaşadığı sevinci hayal etmek zor değil. İnsanoğlu böyledir işte. Mutluluklarımız bile görecelidir.
Sıradaki hastalardan bir diğerinin ise ileri derecede kalp yetmezliği var. Yoğun tedavi altındayken ve yatarken durumu idare ediyor ama kalkıp on adım yürümeye kalksa nefes nefese kalıyor. Şimdi bu hastanın eğer gücü ve nefesi yetebilse kalkıp dışarıda doya doya yürüyebilmek için servetinin yarısını verebileceğini tahmin edebiliyorum. Ama henüz kalbi bu bedeni taşımaya yetecek durumdaki ben, sahip olduğum bu fırsatı -hiçbir bedel ödemeksizin- değerlendirmek konusunda o kadar hevesli görünmüyorum.
Kırmızı alan dediğimiz bölümde en ağır hastalarımızı sırayla değerlendirdikten sonra son hastaya geliyoruz. Tüm bu yoğunluk içinde beni en çok etkileyen de o sanırım. Belki benim gibi ellili yaşlarda olması bunun nedenidir.
Çok da şişman sayılmazdı hastamız. Ama işin içine sigara ve diyabet girince damarları tıkanmış. Gecenin bir yarısı uyandığında vücudunun sağ tarafı tutmuyormuş.
Önce durumu pek önemsememiş sanırım. Üstüne yattığı için geçici bir uyuşukluk olabileceğini düşünmüş. Geçmediğini görünce endişelenmiş ama yalnız yaşayan adamcağızın gecenin o saatinde seslenebileceği kimse yokmuş. Şarj için yataktan epeyce uzak bir noktada fişe takılı olan cep telefonuna ulaşabilmesi ise kolay olmamış. Dedim ya sağ kolu ve sağ bacağı hareket etmiyor hastamızın.
Hasılı telefona ulaşınca önce bir arkadaşını aramış. Arkadaşının uyarısını ciddiye alıp ambulans çağırmış. Apar topar hastaneye ulaştığında ise çoktan saatler geride kalmıştı.
Acil servise girer girmez tedavisine başlanmış ama bu tedaviden mucize beklememek gerekir. Çünkü sinir hücreleri çok hassastır. Kan damarları tıkandığında -yani beyne oksijen ulaşamadığında- dakikalar içinde etkilenmeye başlarlar. Aradan saatler geçtiğinde ise artık fonksiyonlarını tamamen yitirir bu narin nöronlar. İşte hastam maalesef bu durumdaydı.
Sadece bir an…
Hasarlanan damar tıkanıyor ve evet, dakikalar içinde felç başlıyor. Ama bunun öncesinde yılların ihmali vardır genellikle.
Şimdi hastam çalışan sol kolunu yüzüne doğru kapatırken gözlerinden endişe ve pişmanlık okunuyor. Bir şeyleri kaybetmenin hüsranı yüzünü kaplamış. Kolunu ovalayarak kendisine teselli vermeye çalışan arkadaşı bu noktaya kadar gereken fedakarlığı göstermiş ve kendisine yardım etmişti. Ama ne yazık ki, bu noktadan sonra biz hekimlerin yapacakları bile bazı şeyleri geri getirmeyecek.
Doktor dediğin soğukkanlı olmalı, endişe ve üzüntülerini gizlemelidir. Bir anlamda yüzümüze maske takmalıyız, anlayışlı, duyarlı ama soğukkanlı ve metin bir doktor maskesi. Yoksa her hastayla birlikte kendisi ve yakınları kadar üzülür ve endişelenirsek yüzümüze yansıyan bu olumsuz ifadeler hastaları üzmekten başka bir işe yaramaz. Ben de duygularımı kontrol etmeye çalışarak viziti tamamlıyor ve odama geçiyorum.
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin,” demişti İslam peygamberi Hz. Muhammed: “Ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sağlığın, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin.”
Daha önce defalarca duymuş olduğum bu sözlerin, nitelikli bir yaşam sürmek isteyen herkes için –Müslüman olmayanlar da buna dâhil- en değerli tavsiyelerden biri olduğunu bu sabah daha iyi anlıyorum.
Henüz ayaklarım tutuyorken yürümeliyim. Öyle de yapıyorum. Öğle paydosunda yemek yiyecek yerde yürümeye karar veriyorum. Soğuğa aldırmadan bu planımı uyguluyorum. Kampüsün tenha köşelerine doğru uzanıyor yolculuğum.
Binalar azaldıkça yeşillikler artıyor. Doğayı seyrediyorum doya doya, hazır gözlerim görüyorken. Bir yandan da kuş cıvıltılarını duyuyorum. Bunun da tadını çıkarıyorum henüz kulaklarım işini yapıyorken. Yaşadığım güzellikleri düşünüyorum, henüz zihnim çalışıyorken.
Kuş sesleri azalınca kulaklığı takıp telefonumda müzik programını açıyorum. Neşet Usta, “Yazımı kışa çevirdin,” diyor. Bense tersini yapıyorum bugün. Bedenim kışı yaşarken ruhumda bahar rüzgârları esiyor. Farkındalığın hafifliği kuşatıyor benliğimi.
Bu harika yolculuğum sona erdiğinde “Yazmalıyım!” diyorum. Ellerim tutuyorken bu özel etkinliği de ihmal etmemeliyim. Duygularımı paylaşmalıyım okurlarımla. Belki kışı yaşayan bir dostun ruhuna bir nebze bahar esintisi ulaştırabilirim.
Düşünerek, anlayarak, farkında olarak daha güzel bir yaşama dümen kırmak için hiçbir zaman geç değildir. Kalın sağlıcakla, huzurla…
8 yorum
Düşündüren ve içimizi ısıtan yazınız için, teşekkürler.
Çok güzel bir yazı. Acilin atmosferini o kadar iyi anlatmışsınız ki; Allah sabır ve kolaylık versin ; tabii ki hastalara da şifa. Selam ve sevgiler.
Ne yazık ki kaybetmeden anlayamıyoruz bazı şeylerin değerini, bunu bize tekrar hatırlatan yazınız için teşekkürler.
İlginiz ve değerli yorumlarınız için teşekkür ederim. Saygılar…
Sagliktan daha önemli ne varki…
Bu cadde çıkmaz sokak!
Bir yolu ol- malı;
Beklentiyi azaltıp
Hayati sadeleştirip,
Anıya dönmeden”An’ı yaşamanın …
Farkına varıp niyet etmek biraz da gayret….
Yüreğinize Sağlık….
Harika bir anlatım,bir solukta okudum.Öyküleştirmeye devam…Sizin için de terapi olur…Soyadınız,burcu burcu Anadolu kokuyor.Bekliyoruz öykülerinizi…
Hocam emeğine sağlık. Tespitler çok doğru. Hisseme düşeni aldim.