Evet. Evet… İtiraf ediyorum! Elimi kana bulamak istiyorum! Kan görmeden duramıyorum! Ne yapacaksın, alışkanlık işte. Tedavisi mümkün olmayan, çaresiz bir hastalık bu. Nasıl başladı, nasıl iliklerime kadar işledi ve nasıl beni kendisine müptela etti bu hastalık, itiraf ederek, bu hastalığa yakalananlara ya da yakalanma riski altında bulunanlara faydası olabileceği düşüncesi ile paylaşmak istiyorum.
Yaklaşık beş yaşında idim, bu hastalığın ilk emareleri ruhumu kemirmeye ve zihnimde uçuşan, kâbus gibi korkutucu fikirler uykularımı kaçırmaya başladığında!
İlkokula, birinci sınıfa gidiyordum. Biraz haşarı biraz yaramaz ve biraz da başına buyruk olduğumdan kaynaklanıyor olsa gerek, ailem, özellikle hayatımın planlanmasında ve yönlendirilmesinde en büyük amil faktör durumundaki, ismi ile adlandırıldığım, aynı zamanda sosyal ve teolojik ilimlerde tüm eğitimim ve öğretimim boyunca en etkin hocam olan dedem erken göndermişlerdi beni okula.
Allı pullu bir horozumuz vardı, sabahları, gün ışıkları sabahın seher vaktinde, şafakların susamış kızıllığını ateşlemeden önce, güzel sesi ile uzun uzun öterek, insanları, özellikle de annemi uykusundan uyandıran, sabah namazı vaktinin girdiğini bildiren… Çok seviliyordu bu horoz herkes tarafından. Zira o dönemde, köyümüzde ne yol ne elektrik ne de su vardı. Minarelerde hoparlör de olmadığından, ezanlar herkesçe duyulamıyordu. Nitekim evler -Karadeniz’in karakteristik özelliği- birbirinden oldukça uzakta serpiştirilmişti. Bu sebeple horozlar, özellikle sabah namazı vaktinin ilan edilmesinde müezzinlik görevini ifa etmeleri nedeni ile çok ehemmiyet arz ediyordu insanlar için.
Bir gün, kıskançlıktan olsa gerek(!), Vela Emice’nin (Alaaddin Amca) 15 yaşlarındaki kızı Bahriye Abla, bu bizim allı pullu horozumuzu kümesimizden aşırarak kesmiş, pişirmiş ve afiyetle hazm-ı taam eylemişti! Haliyle, başta annem olmak üzere hepimiz çok üzülmüştük. Bu husus beni ileri derecede etkilemiş, uykularımı kaçırmış, bütün hücrelerimde tahammül edilemez bir intikam ateşinin alevlenmesine vesile olmuştu. Tüm evrensel hukuki sistemleri dikkate alarak, bu suçun asla karşılıksız bırakılmaması gerektiği kanaatine vardım! Kana kan, kısasa kısas gerekmişti adeta! Ailenin de büyük oğlu olarak, bu benim görevim olmalıydı. Ancak, annemin buna onay vermesi mümkün görünmüyordu. Bu sebeple operasyon çok gizli bir şekilde yapılmalıydı!
Aradan birkaç gün geçmişti ki, Vela Emice’nin horoz ve tavuklarının bizim evin önüne geldiklerini gördüm. Annemin de bahçede mısır ayıklamasını fırsat bilerek harekete geçtim. Tavukları bırakıp, horozu yakaladım. Zira kısas, adaletin tecellisi için cinsi cinsinden olmalıydı hocalardan duyduklarıma göre! Horozu evin arka tarafına götürüp, sesinin duyulmaması için kuytu bir köşede, bir makas ve bir jilet yardımı ile kafasını kestim. Ellerim, yüzüm gözüm hep kan revan, elbisem de tüyler içerisinde kalmıştı. Delilleri yok etmek mümkün görünmüyordu! Ancak bu horoz kısas sebebi ile infaz edildiği için, etinin de yenmemesi gerekiyordu! Bunun da bilincinde olarak, horozun gövdesini gizlice bir yere götürüp gömmüştüm! Durum, Vela Emice’nin karısı tarafından çok geçmeden fark edilmiş ve gerektiği şekilde(!) anneme şikâyet edilmiştim. Annem beni cezalandırmak için peşimden koşmuşsa da, tabanları yağladığımdan ve biraz da annemin hoşuna gittiğinden olsa gerek(!), akşam rahatlıkla eve dönebilmiştim!
Fakat, mezkûr operasyon esnasında horozun çırpınmaları ve ellerime kan bulaşması artık aklımdan hiç çıkmıyor ve geceleri rüyalarımın ana temasını teşkil ediyordu! Başlangıçta olmasa bile, sonraları hoşuma da gitmeye başlamıştı bu operasyon. Elimi kana bulamıştım bir kere! Artık, kan görmeden duramıyordum! Zaman zaman, kimseye fark ettirmeden ufak tefek vukuatlarım da olmuyor değildi.
Ancak, hayatımın akışını değiştiren hadise, yedi yaşında iken, bir şans olarak önüme doğdu! Allah, her zaman herkesin önüne böyle kapılar açmaz. Yaşımın küçük olması sebebi ile ilkokulun birinci sınıfını köyümüzde okumuş, ertesi yıldan itibaren, Maçka Merkez İlkokulunda dedemin yanında, eğitimime devam ediyordum.
-Devamı haftaya-