Akademik yılın son yazısını yazıyorum!
Aklımdakini kâğıda döksem mi, yoksa suya sabuna dokunmasam mı? Düşüncesi bile insanı ürpertiyor!
Bir grup insan, gece gündüz demeden çalışıyor ve üretme çabası gösteriyor. Düşünüyor! Belki hâlâdüşüncesini ifade edemiyor. Yasak olduğundan değil, alışmadığı için! Düşündüğünü söylese, Ayşe alınacak, üstelik Ahmet hakkında olumsuz düşünecek!
İki kişi aramızda konuşacağız! Daha da iyisi konuşmayacağız! Ne mi konuşacağız? Ne biliyorsak onu. Bir özdeyiş var “Elinde çekiç olan çivi arar!”
Akademik ortamlarda konuşulması ve tartışılması gerekenler çok renkli olabilir ve olmalıdır da. Eğer konular sığ ve kısırsa sorgulamak gerekiyor.
Bolonya sürecinde, öğrencilerimizin alan dışı dersler almasının sağlanması koşulu var. Bir tıp öğrencisinin edebiyat, sanat, felsefe, matematik, fizik, siyaset, hukuk, ekonomi gibi değişik alanlarda bilgi sahibi olması inanıyorum ki bakış açısını güçlendirecek ve tıp alanına da katkı sağlayacaktır. Yoksa günlük yaşantısını yüz elli sözcükle sürdüren insanlar mı yetiştirmeliyiz? Zaman zaman duyuyorum “Bizim öğrenciliğimizde bu olanaklar mı vardı?” Ne yapalım? Büyük büyük dedem ata biniyordu, biz de mi ata binelim? Herşeyin kalitesini sorguladığımız bir dünyada nasıl olur da üniversitelerimizin, öğretim üyelerimizin durumlarını sorgulamayız?
Peki, daha iyi bir üniversite için ne yapmalıyız? Öğretim üyesinin birincil işinin eğitim ve akademi olduğunu unuttuğumuz anda geleceğimizi kaybederiz. Tıp fakülteleri için böyle bir tehlike olabilir mi? Performans, ardından özel hasta politikaları belki de akademisyende doğal olarak var olan içsel motivasyonu ortadan kaldırıyor olabilir. Bizler üniversitelerde akademik kariyer yapmaya karar verdiğimizde -en azından büyük çoğunluğumuz-, bu işin büyüsüne kapılmıştık.
Geldiğimiz noktada, akademik çalışmalar sadece biraşama için gerekliymiş gibi bir yanılgıya düştük. Oysa çoğumuz yeterli bilimsel üretim yapamadığımız için mutsuz olduk. İş doyumumuz olmadı. Bu da pek çoğumuzu yeni arayışlara yönlendirdi. Bir süre sonra öğretme, öğrenme ve akademik üretim ya tıp fakültelerinin gündeminden çıkar ve artık buralara yüksekokul tabelaları asarız ya da gerçek görevimize döneriz.
Mutlaka bunun için de gereklilikler var. Yeterli ile yetersizin, iyi ile kötünün ayıklanması gerekli. Bu, çalışma barışını da getirecektir. Otoritelerin, akademisyenin birincil işinin akademi olduğunu bilerek politikalar üretmesi kuşkusuz gerekli. Yeterli, tatminkâr ücretlendirmenin yapılması sorunların çoğunu ortadan kaldıracaktır, diye düşünüyorum. Gençlere hiçbir katkısı olmayan, varlığından veya yokluğundan kimsenin etkilenmediği insanlardan üniversiteler bir an önce kurtulmazsa, gelecek hiç kimse için çok da aydınlık olmayacaktır.
Eğer birileri doçentlik ölçütlerini bile karşılamadan profesörlük kadrosuna atanıyorsa bunun vebali kimin boynuna? Çalışmayan, çalışanın ekmeğine ortaksa bu kul hakkı değil mi? Adı öğretim üyesi olan insanlar öğretmiyorsa ve gençlerin geleceğine ket vuruluyorsa bunun hesabı nasıl verilecek?
Öte yandan daha iyiyi arayan, bu ülkenin geleceği için gece gündüz demeden çabalayan, hayatını gençlere vakfeden öğretim üyelerine borcumuzu nasıl ödeyeceğiz adil olmazsak?
Ben yazılarımı görevimden bağımsız, ama görevimin bilinci ile kaleme alıyorum. Ben yasa koyucu değilim, yasayı uygulamakla mükellefim. Bu noktadan hareketle ülkemdeki herkes gibi her platformda işleyişteki yanlışları dile getirir ve bana tanınan tüm demokratik haklarımı kullanırım. Yine bilirim ki, demokrasi çoğunluğun azınlığı ezdiği bir sistem değil; azınlıkların haklarının da korunduğu bir sistemdir.
Dingin ve huzurlu bir yaz tatili diler, saygılar sunarım.