İhtiyaçlarımızın sınırsızlığına karşın kaynaklarımızın sınırlı olduğunu söyleriz söylemesine de ihtiyaçlarımızın mı ihtiraslarımızın mı sınırsız olduğunu göz ardı ederiz. Kaynaklarımızın sınırlı olduğu ve gelecek kuşaklara devretmek üzere bize emanet edildiği gerçeğini bir kenara bırakarak ihtiyaçlarımızın sınırsızlığı üzerine biraz düşünelim. Dün olmayıp da bugün sahip olduklarımızı gözümüzün önünden geçirelim. Şunları elde edersem başka bir şey istemem deyip de bugün bunları yeterli bulmayışımızı, hep daha fazlasını elde etmek için uğraş verdiğimizi hatırlayalım. İstememizin bir sınırı, bir sonu olmadığını görelim. Dünyanın yarısı bizim olsa, diğer yarısını da isteyeceğimizi unutmayalım. Hiç birimiz dünyanın tamamı şöyle dursun yarısına sahip olmamızın bir ihtiyaç olduğunu söyleyemeyiz. Bu durumda sahip olduklarımızın kıymetini bilmeye, farkında olmaya, kanaatin en büyük zenginimiz olduğunu idrak etmeye ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor.
İnsan olarak dünyaya, dünyadaki her şeye sahip olmak isteyebiliriz. Bununla birlikte tek başımıza böyle bir dünyanın işimize yaramayacağını, bir anlamı olmayacağını, hayatın birlikte anlamlı ve güzel olduğunu da biliriz. Yine de her şeye sahip olma isteğinden vazgeçemeyiz. Bunun için dengeye kavuşmamızı sağlayacak, insani tercihler yapmamıza rehberlik edecek ilkelere, değerlere ihtiyacımız var. Değerler bize sahip olduklarımızın bir emanet olduğunu, emanete ihanet edilmemesi gerektiğini hatırlatabilir; sağduyulu olmamızı ve hareket etmemizi sağlayabilir.
Sahip olduklarımızın farkında olmaz, ihtiraslarımızın esiri haline gelirsek sonu gelmeyen isteklerle baş etmek zorunda kalır, kanaat sahibi olmaktan uzaklaşırız. Sahip olduklarımızı kaybettiğimizde kıymetini anlamış olmak kimseye bir yarar sağlamaz. Bu sevdiğimizi söyleyemediğimiz eşimiz, dostumuz, arkadaşımız, çocuğumuz, sevdiğimiz bir başka insan olabilir. Sevdiklerimizin kıymetini kaybettikten sonra anlamanın kaçırdığımız trene arkadan bakmaktan farkı yoktur. Sahip olduğumuz bir şeyin kıymetini bilmek için kaybetmemize; sevdiğimiz bir insanın değerini anlamak, söylemek için de ölmesini beklememize gerek yoktur. Asıl önemli olan hayatımızın, zamanımızın, zenginliğimizin, sağlığımızın ve gençliğimizin kıymetini kaybetmeden önce bilebilmektir. Sahip olduklarımızı bilmek bizi ve çevremizdekileri mutlu eder. Sinerji oluşturur, pozitif enerji yayar. Bunun için bakan değil, gören olmaya ihtiyacımız var. Hiçbirimiz yaşarken herhangi bir organımıza paha biçemeyiz, yüklü miktarlarda para karşılığında bir başkasına veremeyiz. Emanetimizde olan mal, mülk bir yana; sağlığımız, kanaatimiz en büyük zenginliğimizdir. Bunun farkında olmak, kanaatin en büyük hazine olduğunu idrak etmek iyi hissettirir. İyi hissetmek iyidir, insana iyi gelir.
Bugünümüzün dünden, yarınımızın bugünden daha iyi olması için çalışmamızın bir kanaatsizlik olmadığını; aksine bunun için çaba harcamamız gerektiğini biliriz. Çalışmanın, düşünmenin, akletmenin kanaate, sahip olduklarımızın farkında olmaya engel olması şöyle dursun; bu gerçek bir teşekkürdür. Sorun, sınır tanımamaktır. Sorun, hak edip etmediğimize bakmadan her şeye sahip olmayı istemek, kendimizi hak sahibi görmektir. Sorun yapmadığımız işin, girmediğimiz dersin ücretini istemek, talep edebilmektir. Karşımızdaki insanın duygularını, duyarlılıklarını çıkar sağlayabileceğimiz bir zemine dönüştürmek, zaaflarından yararlanarak yarar temin etmek, insanlığını sömürmek; duygularını hiçe saymaktır. İrademizi rafa kaldırmak, kendimize söz geçirememektir. Aklımızın terazisini kaybetmek, vicdanımızın bozulmasına bilerek ya da bilmeyerek destek olmak, göz yummak, rıza göstermek, üç maymunu oynamaktır.
Kanaat, bir değer olarak en büyük zenginliğimizdir. Onu kaybettiğimizde, doğacak boşluğu ekonomik bir değer olan para ile doldurmaya çalışabilir, her şeyin merkezine parayı yerleştirebiliriz. Parayı araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirdiğimizde aklımızın terazisi olan kalbimizi, vicdanımızı kaybederiz. Değerlerimizden, denge denetleme mekanizmamızdan uzaklaştığımızda, insanlığımız büyük yara alır, sorgulanır hale gelir. Bu bağlamda üstün zekâlı olmasına karşın otizm tanısı konulan çocuğun hikâyesi ibret verici olabilir. Çocuğuna otizm tanısı konulması nedeniyle kendileri de ilaç tedavisi görmeye başlayan bir anne ve baba vardır. Bu anne ve baba “iyi olacak hastanın ayağına doktor gelir” misali başka bir uzmanla karşılaştıklarında otizm tanılı çocuklarının aslında üstün zekâlı olduğunu öğrenirler. Bu durum, ailede tarifsiz bir sevinç meydana getirir. Bu gelişme anne ve babanın ilaç kullanmasına olan ihtiyacı ortadan kaldır, ebeveynleri normal hayata döndürür. Mezkûr örnekteki otizm tanısında bir kasıt olmaması tanıyı koyan kişinin uzmanlığını, para kazanma kastıyla bu tanıyı koyması ise insanlığını sorgulanır hale getirir. Buna değer olup olmadığı; bunun arzu edilip edilemeyeceği bize, vicdanlarımıza kalmış bir meseledir. Asıl olan çalışmak, sahip olduklarımızın farkına varabilmektir. En büyük zenginliğin kanaat olduğunu idrak edebilmektir.
İradesine sahip olup kendine söz geçirebilenlere aşk olsun.