Endülüs’ün kıvrım kıvrım dar sokaklarında yürüyen, çiçeklerle bezenmiş iç avlularında, nar ağaçlarının gölgesinde dinlenen, kiremit rengi duvarlarının çatlaklarından süzülen hakikat fısıltılarını işitenler için dile gelen bu satırlar onun güzelliğini ifade edebilmekten ne denli uzak olacaktır oysa ki. Haddini bilmek demek güzel’in karşısında ürkek olabilmeyi öğrenmek demektir aslında.
Doğu ile Batı’nın sarmaş dolaş olduğu, birbiri içinde eridiği bir coğrafyadır burası. Bu bağlamda eşsizdir, hayret sebebidir: müziği, mimarisi, taş işçiliği ve göz kamaştıran çinileriyle. Zarafet timsalidir.
Endülüs’ün Doğu medeniyetiyle tanışması VIII. yüzyılın ilk yarısına rastlar. İspanya’da Vizigotların zulmü altında ezilen Yahudiler, kucak açmakta hiç tereddüt etmemişlerdir, bir bakıma kendileriyle aynı köklerden sıyrılıp gelen bu göçebe rüzgarına. Endülüs’lü Hristiyanlar ise alışık olmadıkları bu sıradışı güzelliği yaratan medeniyetin çocuklarını anlamaya çalışmışlar, kimi zaman hayranlıkla seyre dalmışlardır.
Fetihten sonra Vizigotların başkenti olan Toledo (Tuleytula) yerine eyaletin başkenti Sevilla (İşbiliye) olmuş, sonrasında daha merkezi bir konumda olmasından ötürü başkent Córdoba’ya (Kurtuba) taşınmıştır.

Kurtuba. Endülüs’ün parlayan yıldızı, müslüman yetimi İbn Rüşd’ün şehri.
Córdova. Far and lonely… (Federico García Lorca)
Doğu mistisizmi melankoliyle yoğrularak filizlenmiştir Endülüs topraklarında. Doğa sevgisinin hemen her yerde kendini sergilediği, mimarinin ayrılmaz birer parçası olan avlu ve bahçeleriyle. Toprak tonlarının, kiremitin, kırmızının hakim olduğu taş duvarları, merdivenleri, kaldırımları, yanı sıra muhteşem taş işçiliği, mavi ile sevişen çinileriyle. Evler mahremiyeti korumak istercesine dışarıya kapalıdır burada, ne ki kapı açıldığında bambaşka, coşkulu bir dünyaya adım atmış gibi olur insan. Endülüs sanatında hüzün hakimdir, nitekim ‘gece’ bu derin hüznün betimlenmesinde sıkça yad edilir şiirlerde. Sükunet ve inziva vazgeçilmezdir. Arap toplumunun kaba güç ve eyleme karşı duyduğu iştiyakın çok ötesinde, ve fakat sırf bu önyargı nedeniyle kendilerinden handiyse hiç beklenmeyen, yüksek bir irfana sahiptir Endülüs sakinleri. Nitekim göçebe Arap toplumunun aşina olmadığı bir ayrıcalıktır bu: nezaket, alçakgönüllülük, sabır ve tefekkür üzerinde serpilip büyüyen. Bir yönüyle İsevi örgülerle bezenmiş kendine özgü bir tasavvufi ahlakın gelişmesi de sadece bu topraklarda mümkün olabilmiştir böylelikle.
Endülüs’ün en görkemli mimari yapıları arasında günümüzde kiliseye çevrilmiş olan Córdoba Camii/Katedrali, Sevilla Camii/Katedrali ve Granada’da (Gırnata) bulunan El Hamra Sarayı bulunmaktadır. Kurtuba Ulu Camii’nin temeli I. Abdurrahman tarafından atılmış ve izleyen yüzyıllar içerisinde genişletilmiştir. Mabed, bir yönüyle Şam yapılarını, dolayısıyla Suriye mimarisini anımsatmakla birlikte farklı kültürlerin izlerini de taşımaktadır. Örneğin sıkça kullanılan at nalı şeklindeki kemerlerin Vizigot mimarisinden devralındığı düşünülmektedir. Tavan yüksekliğini artırmak amacıyla kullanılan çifte kemerlerin ise Roma su kemerlerinden esinlenilerek yapıldığı öne sürülen görüşler arasındadır. Caminin en görkemli bölümü II. Hakem tarafından eklenmiş olan, özellikle mihrap çevresinde yoğunlaşan kemerler ve süslemelerdir. Motiflerde hissedilen Helenistik etki kuvvetle muhtemel Vizigot İspanya’sından veya Suriye sanatından miras alınmıştır. Nitekim caminin dört köşeli minaresi, kilise kuleleri model alınarak yapılmış Suriye minarelerine benzemektedir. Sonrasında II. Hakem tarafından yapılan eklemelerde ise Bağdat etkisi ayrıştırılabilir. Böylesi bir kültür kaynaşması, böylesi bir zenginliğin insanı hayrete düşürmemesi mümkün müdür? Henri Terrasse Doğu ile Batı’nın bu coşkulu beraberliğini betimlemek için ‘İslami kisveye bürünmüş İspanya ruhu’ndan bahseder. Olağanüstü, bir o kadar umarsız ve kendiliğinden olan bu bütünleşmenin eşi benzeri var mıdır, bilinmez.

El Hamra Sarayı Granada’da Sierra Nevada’ya bağlı bir tepe üzerine inşa edilmiş, irili ufaklı avlular ve bahçelerle birbirine bağlanmış bir manzume, bir sanat şahikasıdır. İsmini renginden alır, tutkunun renginden. Bahçelerinde yeşilin her tonu gezinmekte, bereketin sembolü nar ağaçları sıra sıra boy göstermekte, rengarenk çiçeklerin kokularıyla sarhoş ettiği muse’ler yaşamın büyüsünü fısıldamaktadır durmaksızın. Muhakkak ki Dionysos’tur burada dolaşan, yaşamaktadır toprağının nemli sıcağında, başına buyruk. Kendi hükmünü sürmektedir kendi meşrebince. Tüm bu maddiyata, bu gösterişli saltanata meydan okurcasına, varlığıyla çelişkinin hasını yaratırken üstelik. Öte yanda, sarayın görkemli süslemelerle işlenmiş kızıl duvarlarında, ince ve zarif bir tutkuyla, biteviye tekrarlanan bir söz demeti dikkat çeker. La galibe illallah. Her taşından semaya doğru yükselen omnipotansın tam karşısında konumlanan beşeri gücü ve zenginliği adeta ötelercesine, onu kendinden uzaklaştırmak istercesine, kalpten dudaklara ve sonra mahir ellere aktarılmış bir çift nazende nakış. Ezelden beri, bezm-i elest’ten beri, sarhoş ve bitap halde devinmekte olan mahviyet ehlinin idrakına sunulmuş, sade onların içebileceği bir badedir bu.
Endülüs, tarihi boyunca, birçok sıradışı zekaya mesken olmuştur. Mistisizm dolayımında ele alındığında, bu harmani medeniyetin kanatları altında, tasavvuf ilminin Şeyh-ül Ekber’i İbn Arabi yetişmiştir. Yaratılışı bir yönüyle Yeni Platonculuğun etkisiyle ele almış, evreni açıklamaya ve anlamlandırmaya yönelik hiyerarşik bir düşünce sistemi oluşturmuştur. Platon’un ideleri ile ayan-ı sabiteler arasında gidip gelen. Bu bağlamda Logos’u Hakikat-i Muhammediye ile özdeşleştirmiş ve Vahdet-i Vücud ilkesini başat eseri Fusus’ül Hikem ile vücuda getirmiştir.
Latin dünyasında Avempace olarak tanınan İbn Bacce Endülüs felsefe tarihinin ilk ve şüphesiz en yetkin zekalarından biridir. Teologlar tarafından yöneltilen yoğun eleştirilere maruz kalmış ve nihayetinde ‘her tür imandan yoksun filozof’ olarak tanınmıştır. İbn Bacce’nin ‘erdemli insan’ı sıradan halktan, yığınlardan farklıdır; çünkü o akli temaşa ile dış dünyadan ve emprisizmden uzaklaşır, bu nedenle dini ve geleneksel her türlü dogmayı reddeder. İnziva onun için yegane kurtuluştur. Nitekim eseri Tedbiru’l Mütevahhid’de dönemin yönetici sınıfının ahlaki yoksulluğuna ve dünyevi düşkünlüğüne dikkat çekmektedir. Toplum o denli yozlaşmıştır ki, erdemli insan ancak onun uzağında kalarak kendini geliştirmeyi başarabilir, sonrasında bir biçimde yeniden şehre dönmesi gerekse de. Bu metafor Platon’un mağarasını anımsatmaktadır. Bu bağlamda, İbn Bacce’nin öncüsü olduğu felsefi tartışmalar İber Yarımadası’nda, okyanusun hemen kıyısında, Rönesans’tan çok önce alevlenen bir kıvılcıma, bir başka aydınlanmaya işaret eder. Bu aydınlanma Aristotelesci büyük ‘Şarih’in, Kurtuba’lı İbn Rüşd’ün gelişinin habercisi olmuştur.
Endülüs’ün yetiştirdiği bir diğer önemli düşünür İbn Tufeyl’dir. İbn Sina’nın bir erken dönem eserinden esinlenerek kaleme aldığı Hayy bin Yakzan isimli öyküsünde din ile felsefe sorunsalını bir ada münzevisi üzerinden işlemektedir. Eser, temelde, geleneğin ve toplumsallığın önyargılarından uzak bir çevrede süregelen hakikate ulaşma çabasını serimlemektedir. Bu yönüyle öyküyü Rousseau’nun Émile adlı eseriyle ilişkilendirenler olduğu gibi, bir nevi felsefi Robinsonculuk olarak tanımlayanlar da bulunmaktadır.
Batı dünyasının aydınlanmasına, dolayısıyla evrensel kültürün gelişmesine önemli katkılarda bulunan Endülüs’lü düşünür İbn Rüşd’ün (Averroes), hemen hiçbir Müslüman öğrencisi ya da takipçisi olmamıştır. Bu bağlamda Doğu’nun sahip çıkamadığı, çıkmayı beceremediği, bilakis bir yönüyle yetim bıraktığı İbn Rüşd Yahudi ve Hristiyan alimler tarafından benimsenmiştir. Öncelikli gayesi İslam dünyasında Muallim-i Evvel olarak bilinen Aristoteles’i tüm önyargı ve uzlaşımlardan bağımsız olarak yeniden yorumlamak olmuştur. İbn Rüşd’ün Aristo şerhleri Hristiyan ve özellikle Yahudi alimler tarafından sistematik olarak İbranice ve Latince’ye çevrilmiştir. Felsefi eserlerinin İbranice yoluyla Latince’ye tercüme edilmesi XIII. yüzyılın başlarında en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Yahudi düşünür Musa bin Meymun’un (Maimonides) ona duyduğu saygı Yahudiler arasındaki şöhretini sağlamlaştırmıştır. Thomas Aquinas’ın köklerinden arınmış gibi gösterilmeye çalışılan sözde başarısının arkasında da İbn Rüşd’ün yorumlarının yer aldığı bilinmektedir. Buna rağmen İbn Rüşd kimilerine göre Aquinas’ın kesin olarak yenilgiye uğrattığı günahkar düşünür olarak kalmaya devam etmiş, birçok haksız eleştiriye maruz kalmış, özellikle mantık ve metafizik üzerine kaleme aldığı birçok eseri yakılmıştır. XIII. yüzyılın ilk yarısından itibaren İtalya, Fransa ve İngiltere’de yaygın olarak bilinen Aristoteles yorumları, XIV. yüzyılda sadece skolastik ortamlarda değil edebi çevrelerde de büyük ilgi görmüştür. Nitekim Latin dünyasının ‘Commentator’ünden Dante de bahseder ‘İlahi Komedya’sında. Limbus’unda koruma altına almak ister onu, sırf hürmetini gösterebilmek için. Hakikat aşığı dostunu tanır çünkü, gözlerinden. Aynı nehrin suyunu yudumlamışlardır bir zaman, bilerek yahut bilmeden.
İbn Rüşd teoloji, fıkıh, tıp, matematik ve felsefe eğitimi almıştır. Din ile felsefenin birbirinden tamamiyle ayrılması gerektiğini savunmuştur. Aristoteles felsefesini, Platonculukla uzlaştırma çabasına girmeksizin, saf haliyle anlamak ve yorumlamak istemiştir. Bu bağlamda Farabi ve İbn Sina’yı eleştirmekten de çekinmemiştir. Yeni Platonculuğun ve özelde sudûr teorisinin felsefeye karıştırılmasına tümüyle karşı çıkmıştır. Gazzali’nin Tehafütü’l-Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eserine nazire olarak kaleme aldığı Tehafut et-Tehafut el-Felasife (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı eserinde filozoflara yöneltilen eleştirileri çözümlemiştir. Tanrı’nın varlığının, vahiyden bağımsız olarak, sadece akılla kanıtlanabileceğini ve tıpkı Aristoteles gibi aklın ölümsüzlüğünü savunmuştur.
İbn Rüşd’ün Aristoteles’e karşı duyduğu derin hayranlık karşısında hayrete düşen Malebranche şu soruyu sorar: “Böyle konuşmak için deli olmak gerekmez mi?”
Ne ki İbn Rüşd’ün Aristoteles hakkında söylediği, hayrete düşüren ve eleştiriye maruz kalan sözlerinin hakikatten pay almadığını söyleyebilmek ne derece mümkündür? Sokrates’in daimon’unu hatırlayınız. Sözcüklerin sadece tek bir anlamının olduğunu zannetmek bir tür basiretsizliğin ve irfan eksikliğinin belirtisidir.
Hakikat karşısında ürkek olmaktan bahsetmiştik. Bazen hakikat karşısında susmak sözden evladır.
O halde Şarih’e kulak verelim.
Günümüze kadar, yani yaklaşık on beş yüzyıl boyunca, onun ardından gidenlerin hiçbiri onun yazılarına hiçbir şey ekleyemedikleri gibi, küçük bir yanlış dahi bulamadılar. Bütün bunların tek bir kişide bulunması mucize ve olağanüstü bir şeydir. Böyle bir yetenek tek bir insanda bulunduğunda bir beşer olarak değil de bir tanrı olarak görülmeyi hak eder.
Kaynaklar:
- Alain de Libera. Ortaçağ Felsefesi, Litera Yayıncılık, 2005.
- Umberto Eco, Riccardo Fedriga. Felsefe Tarihi, Alfa Yayınları, 2021.
- Macit Fahri. İslam Felsefesi Tarihi, İklim Yayınları, 1992.
- Étienne Gilson. Ortaçağ’da Felsefe, Kabalcı Yayınevi, 2007.
- Dimitri Gutas. Yunanca Düşünce-Arapça Kültür, Bağdat’ta Yunanca-Arapça Çeviri Hareketi ve Erken Abbasi Toplumu, Kitap Yayınevi, 2015.
- Bertrand Russell. Batı Felsefesi Tarihi, Alfa Yayınları, 2019.
- W. Montgomery Watt, Pierre Cachia. Endülüs Tarihi, Küre Yayınları, 2015.