Kelime olarak “insan”, seven ve sevilen anlamındaki ünsiyetten türemiş olan bir isimdir. Nitekim Ragıp el-İsfahânî (ö. 502/1108) insanı, “İnsanlar, birbirleriyle ünsiyet sağlayıp kaynaştıkları için, insan diye isimlendirilmişlerdir”[1] diyerek tanımlamada bulunmuştur. Tarihin çeşitli dönemlerinde insanın biyolojik ve psikolojik yapısı hakkında çok çeşitli araştırmalar yapılmış ve kitaplar yazılmış olmasına rağmen, hala insanın yapısı hakkında cevabı bulunmayan sorular vardır.[2] Bundan anlaşıldığı kadarıyla insanlar, kendilerinden çok uzak olan uzaydaki varlıkların yapısını incelemeye çalışmakta, fakat kendi yapılarından büyük ölçüde habersiz bulunmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre insan, keremli olarak yaratılan bir varlıktır.[3] Yine Kur’an-ı Kerim’de haber verildiğine göre Yüce Allah, bu derece keremli olarak yaratılan insanları bu hayatta imtihana tabi tutmak için yaratmaktadır.
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
“Ant olsun ki Biz, sizi biraz korku ve açlık ile mallarınızda, canlarınızda ve ürünlerinizde uğrayacağınız kayıp ile deneyeceğiz. Sabredenleri müjdele.”[4]
Ayette haber verildiği gibi dünya hayatında beklemediğimiz, hayalimizden bile geçiremediğimiz bazı konularda imtihana tabi tutulabiliriz. Bazen insanların hiçbir ihmalleri veya kusurları olmadığı halde, kural tanımaz birileri tarafından başlarına bir kaza gelebilmektedir. İster Yüce Allah tarafından, ister insanın kendi hatasından, ister başka şahısların kusurlarından olsun, sosyal hayatta karşılaştığımız her türlü imtihanı, ancak sabrederek kazanmamız mümkün olabilmektedir. Ona göre insanların başına gelebilen maddi veya manevi her türlü engelli hali, bir imtihan vesilesidir. Bu tür durumlarla imtihana tabi tutulan her kardeşimiz, ancak sabrederek bu imtihanı başarı ile sonuçlandırabilecektir.
Bir kavram olarak engel, bir işin yapılmasını önleyen ya da gecikmesine yol açan şey, mani, müşkül, mânia ve benzeri anlamlar için kullanılmaktadır. Engel kelimesi, sosyal hayatın pek çok alanında kullanılan bir kavramdır. Bu kavram felsefi, pedagojik, fiziki, askeri, coğrafi, tıbbi, siyasi, meteorolojik ve benzeri daha pek çok alanda kullanılmaktadır.[5] Biz burada insan biyolojik ve psikolojik engelliliği hakkında bazı bilgiler vermek istiyoruz. Biyolojik veya psikolojik bir sebepten dolayı hayatını sürdürmede çeşitli zorluklarla karşılaşan insanlar, toplumda engelli kişiler olarak tanımlanmaktadır. Bu imtihanı yaşayan insanlara, diğer bir ifade ile özürlü kişiler de denmektedir. İnsanların yaşadıkları bu tür engeller doğuştan olabildiği gibi, sonradan yaşanan herhangi bir hastalık veya kaza nedeniyle de meydana gelebilmektedir. .
Kur’an-ı Kerim’de insanla ilgili işitme, görme, konuşma, zihinsel, kısacası biyolojik veya psikolojik pek çok engelden bahsedilmektedir. Fakat bunların çoğu mecazi anlamda kullanılmaktadır. Bunların üzerinde durmadan önce, akli dengesi yerinde olmayan ruh hastalarının sorumlu olmadıklarını açıklamak istiyoruz. Her şeyden önce Yüce Allah, genel olarak hiçbir insana gücünün yetmediği şeyi yüklememektedir. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmektedir:
لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْساً إِلاَّ وُسْعَهَا
“Allah, hiç kimseye gücünün yettiği şeyden başkasını yüklemez.”[6]
لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ
“Âmâya/gözü görmeyene güçlük yoktur. Topala güçlük yoktur. Hastaya güçlük yoktur.”[7]
Bu ve benzeri ayetlerden anlaşıldığı gibi Allah, insana ancak gücünün yettiği kadar sorumluluk vermektedir. İslam dini açısından akli dengesi yerinde olmayan delilere herhangi bir ibadet emredilmemektedir. Sağlık açısından çeşitli yönlerden engelli olan hastalara, hiçbir konuda güçlük çıkarılmamakta ve her konuda kendilerine kolaylık sağlanmaktadır. Örneğin sağlığı müsait olmayanın hacca gitmesi ve oruç tutmaya elverişli olmayanın oruç tutması farz değildir. Ayakta namaz kılamayan engellinin ayakta namaz kılması emredilmemekte, kılabildiği şekilde namaz kılmasına müsaade edilmemektedir. Hz. Muhammed (sav.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Üç kişiden kalem/sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, ergenlik çağına erinceye kadar çocuktan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından.”[8]
Kur’an-ı Kerim’de her insana eşit derecede değer verilmektedir. Bu konuda engellilerin diğer insanlardan herhangi bir farkı yoktur. Konu ile ilgili bilgi veren bazı ayetler şöyledir:
عَبَسَ وَتَوَلَّى أَن جَاءهُ الْأَعْمَى وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَويَذَّكَّرُ فَتَنفَعَهُ الذِّكْرَى أَمَّا مَنِ اسْتَغْنَى فَأَنتَ لَهُ تَصَدَّى وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّى وَأَمَّا مَن جَاءكَ يَسْعَى وَهُوَ يَخْشَى فَأَنتَ عَنْهُ تَلَهَّى كَلَّا إِنَّهَا تَذْكِرَةٌ فَمَن شَاء ذَكَرَهُ
“Peygamber, yanına ama geldi diye surat astı ve yüz çevirdi. Sen ne bilirsin! Belki de o, arınacak. Veya öğüt alacak ve o öğüt, kendisine fayda sağlayacak. Sen, kendini müstağni, yeterli gören kişinin arınmasından sorumlu olmadığın halde, yine de özenini ona gösteriyorsun! Ancak sen, Allah’tan korktuğu halde koşarak sana gelene ise, aldırış etmiyorsun. Hayır! Muhakkak ki bu Kur’ân, bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. ”[9]
Bütün müfessirlerin ittifakla kabul ettiklerine göre bu ayetler, Abdullah ibnu Ümmi Mektum (ö. 15/636) hakkında nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Hz. Muhammed (sav.) Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden Utbe b. Rabia, kardeşi Şeybe, Ebû Cehil b. Hişam ve diğer bazı kişilerle sohbet ediyor, onlara İslam’ı anlatıyormuş. Haliyle Hz. Muhammed (sav.), Müşriklerin ileri gelenlerinin Müslüman olmasını çok arzu ediyormuş. Onlar Müslüman olursa, halk tabakası onlara bakarak daha rahat İslam’ı kabul edecekti. Hz. Muhammed (sav.) bu duygularla muhataplarına İslam’ı heyecanla anlattığı sırada, Abdullah ibnu Ümmi Mektum çıka gelmiş. Haliyle adamın gözü görmediği için, Hz. Muhammed’in (sav.) meşgul olduğunun farkında olmamış ve “Ya Rasulallah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret” demiş. Hz. Muhammed (sav.) konuşmakla meşgul olduğu için ona cevap verememiş. Adam ikinci defa aynı şeyi tekrar etmiş. Hz. Muhammed (sav.), böyle bir ortamda sözünün kesilmesinden dolayı rahatsız olmuş, rahatsızlığı yüzüne vurmuş ve suratını asarak yüzünü çevirmiştir. Bunun üzerine bu ayetler nazil olmuş ve Hz. Muhammed (sav.) Allah tarafından uyarılmıştır.[10]
Rivayet edildiğine göre bundan etkilene Hz. Muhammed (sav.), daha sonra zaman zaman Abdullah ibnu Ümmi Mektum’u gördüğünde, “Kendisinden dolayı rabbimin beni uyardığı şahsa merhaba!” diyerek ona iltifatta bulunmuştur. Ayrıca Hz. Muhammed’in (sav.) iki defa gazaya çıktığında onu Medine’de kendi yerine cemaate namaz kıldırmak üzere görevlendirdiği de rivayet edilmektedir.[11]
Her şeyden önce toplum olarak insanların hayatta engelli bir şekilde yaşamalarını önlemek için gerekli çeşitli çarelere başvurmak gerekir. Kadının hamileliğinden itibaren bilinçli ve sağlıklı bir şekilde hamileliğini sürdürmesi icap etmektedir. Çocuğun hem ruh hem de beden açısından sağlıklı bir şekilde yetişmesi için, anne babanın bilinçli olması ve koruyucu hekimlik kurallarına gerektiği gibi uymaları gerekmektedir. Engellilere yardımcı olmanın başında, insanların engelli olmalarına sebep olan nedenleri önlemek gelmektedir.
Bazı insanlar doğuştan engelli olarak dünyaya gelmektedirler ve bazıları da dünyaya geldikten sonra çeşitli kaza ve benzeri sebeplerden dolayı engelli hale gelmektedirler. Toplumun, özellikle idarenin ve netice olarak çevrelerindeki her kişinin onlara yardımcı olma konusunda görevleri bulunmaktadır. Herkes çevrelerinde bulunan engellilere karşı olan görevini gerektiği şekilde yerine getirmelidir. İslam dini açısından kendilerini idare etmekten aciz engellilerin her türlü bakım ve ihtiyaçları, devlete aittir. Hz. Muhammed (sav.) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kim ölür de mal bırakırsa, malı varislerinindir. Kim bakıma muhtaç kimseleri bırakırsa, onların sorumluluğu bana aittir.”[12] Ayrıca İslam ahlakı gereği toplumda her kişi, gerektiğinde engellilere yardım etmeli, sosyal hayatta onlara öncelik ve imkân sağlamalıdır.
Herkese, her engelliye selam, saygı ve hürmetlerimi sunuyorum.
[1] el-Hüseyn b. Muhammed er-Rağıp el-İsfahânî, “enise”, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986, s. 34.
[2] Alexis Carrel, İnsan Denen Meçhul, trc. Refik Özdek, Timaş Yayınları, İstanbul 1998, s. 24 vd.; A. Cessy Morrison, Müsbet İlim Yönünden İnsan, Kainat ve Ötesi, trc. Bekir Topaloğlu, Dergâh Yayınları, İstanbul 1975, s. 45 vd.
[3] el-İsra 17/70.
[4] el-Bakara 2/155.
[5] Oya Adalı ve diğerleri, “engel”, Büyük Larousse, İnterpress Basın ve Yayıncılık, İstanbul 1986, VII, 3717 vd.
[6] el-Bakara 2/286.
[7] en-Nûr 24/61; Fetih 48/17.
[8] Buhârî, talak, 11; hudûd, 22; Tirmizi, hudud, 1; Ebû Dâvûd, hudûd, 17; Dârimi, hudûd, 1.
[9] Abese 80/1-7.
[10] Tirmizî, tesir, 73, hadis no: 3331; Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’b-Beyân an Te’vîl-i Âyi’l-Kur’ân, thk. Sıtkı Cemil el-Attar, Darü’l-Fikr, Beyrut 1995, XXX, 64 vd.; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş tefsiri, Yeni Ufuklar neşriyat, İstanbul tsz., X, 320 vd.; M. Sait Şimşek, Hayat kaynağı Kur’ân Tefsiri, Beyan Yayınları, İstanbul 2012, V, 388 vd.
[11] Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer b. Muhammed el-Harizmî ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiku’t-Tenzîl, thk. Muhammed Mursi Amr, Daru’l-Mushaf, Kahire 1977, VI, 209.
[12] Buhârî, ferâiz, 25; Müslim, ferâiz, 17; İbn Hanbel, II, 356, 456; IV, 131, 132, 133.