Türkiye’deki yüksek tirajlı bir günlük gazete şöyle bir haber veriyor (19.08.2005): “Çin ve Hindistan’da erkek-kadın dengesi kadın aleyhine sürekli değişiyor. Her 100 kız çocuğuna karşılık ortalama 117 erkek doğuyor olması dünya demografisinde de önemli değişimlere yol açarken, yaşlı nüfusun giderek artması ve sosyal güvenlik gibi çok ciddi tehditleri de beraberinde getiriyor.”
Bir başka kaynak da (Diyanet Dergisi, sayı 100) başka bir tarihi olaya ışık tutarak şu noktayı vurguluyor: “İslamiyet öncesi kız çocuğu doğurmak, yüz karası sayılır, kız çocukları diri diri toprağa gömülür … Kadınlar ise bir eşya gibi muamele görürdü.”
Türkiye’deki kadın-erkek arasındaki denge durumuna bakacak olursak; ötekiler kadar abartılı olmamakla birlikte tehlikeli olabilecek bir eğilimin olduğu da bir gerçektir. Nitekim Türkiye İstatistik Kurumu Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2009 Nüfus Sayımı Sonuçlarına göre, nüfusun yüzde 50,3’ü (36 milyon 462 bin 470 kişi) erkeklerden, yüzde 49,7’si (36 milyon 98 bin 842 kişi) ise kadınlardan meydana gelmektedir. Bunun anlamı ise Türkiye’de de erkek sayısı kadınlar aleyhine bozulmakta ve erkek sayısı giderek artmaktadır.
Yukarıda örneklemeye çalıştığım esas konu ise, oryantal kültürün doğal kabul edilen bir anlayışıdır. Yani, anne-babaların her şeye rağmen erkek evladı olsun anlayışı kadın erkek arasındaki doğal dengeyi bozarak pek çok sosyal ve ekonomik sorunları beraberinde getirmektedir.
Bu kadar lafı şunun için söylüyorum: Anne karnındaki 5 haftalık bebeğin cinsiyetinin kız mı erkek mi olduğunu, anne kanındaki fetusa ait bazı DNA belirteçlerine bakarak çok büyük doğrulukla söylemek artık mümkün olmaktadır. Aslında, anne kanına geçen fetal hücreleri inceleyerek doğacak bebeğin kalıtsal yapısını ya da en azından Down sendromu olup olamayacağını ortaya koyma çabaları çok uzun süredir devam etmektedir. Fakat bugüne kadar karşılaşılan en büyük sorun, analize yeterli fetal hücrenin anne kanında elde edilememesi olmuştur. Şimdi ise; bildirildiğine gore, Güney Koreli bilim adamları (The FASEB Journal, Vol. 26, No 1, 250-258, 2012; Newscientist, No. 2847, 17.01.2012; Milliyet, 18.01.2012) bu sorunun da üstesinden gelerek anne kanındaki fetal hücrelerden cinsiyet tayini yapmışlardır. Yapılan işlem teorik olarak çok basit: Anne kanındaki fetal hücrelerde PDE9A ve DYS14 genlerine bakarak doğacak bebeğin 5 haftalıkken cinsiyetini belirlemektir. Çünkü bu genler Y kromozomu üzerinde bulunur ve dolayısıyla bu genlerin saptanmış olması fetusun erkek olduğunu göstermektedir.
Birinci trimesterde cinsiyet tayini yapanların esas amaçlarının seks seleksiyonu yapmak değil, X kromozomu üzerindeki resesif genlerle oluşan hastalıkların (örneğin; hemofili, kas erimesi vb.) çok erken dönemde tanısının konabilmesi olduğu söylenmektedir. Fakat bunun sınırlamasının kolayca konabileceği de çok kuşkuludur. Aslında bu işin etik ve yasal sınırlamasını ilgili kuruluşlar koymak zorundadır. Nitekim Sağlık Bakanlığı genetik olarak cinsiyet tayinini, bazı istisnaları ile kesin olarak yasaklamaktadır ve yaptırımları da oldukça ağırdır. Fakat bunun uygulamada da geçerli olduğunu söylemek oldukça zordur. Hele bir de ultrasonografi ile belirlenen cinsiyeti söylemenin yasal, fakat genetik testle elde edilen cinsiyeti söylemenin yasak olması ayrı bir garabet örneğidir. Ama her şeye rağmen seks seleksiyonu yasağının en katı şekilde uygulanması, bu ülke ve insanlık açısından çok önemlidir. Elbette bilimsel olarak elde edilen bulgular çok önemlidir, fakat bunları insanlık yararına kullanmak daha da önemlidir.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.