Bu yılın 8 Mart’ı da kadın üzerine konuşmalar ve söylem meşruiyet sınırlarının belirlendiği “credo”larla geçti. Giderek bir önceki yıla göre “erkeklik” kategorisinin ötelendiği bir söylem ve dil ağırlıklı olarak kendisini göstermeye başladı. Öyle ki bu dil, insanlığın bir diğer yarısını oluşturan erkekleri potansiyel suçlu ilan etmeye çok yatkın. Tam da bu sebeple “kadın”lık ve “erkek”lik sorunlarını sağlıklı konuşabilecek durumda bulunmuyoruz gibi geliyor. Çünkü insanın diğer yetilerinden istisna edilerek üzerine yığınak yapılarak biriktirilen duygu, “suç”lara değil, insanlığın diğer yarısının “robot resmi”ne doğru kitlesel bir imha eylemi gerçekleştirmeye meylediyor.
Kadın hareketleri son birkaç yüzyıldır gerçekten ilginç bir seyir izleyerek bugüne kadar gelmiştir. İlk başta erkeklerle eşit hak taleplerinden yola çıkan kadın hareketleri, bugün gelinen noktada bir talep çeşitlenmesi içinde kendilerini ifade etmeye devam etmektedirler. İngiltere’de York Üniversitesi’nde yaptığım karşılaştırmalı araştırmada, kadın hareketlerinin farklı ülkelerde kültürel gecikmişlik olmakla birlikte benzer yollardan geçtiği sonucuna ulaşmıştım. Bu, bir yandan geleneksel ilişki biçimleri diğer yandan mülkiyet ilişkilerinin doğasından kaynaklanan bir durumdu.
Bugün kadın hareketleri ve feminizm tartışmaları postmodern epistemolojinin de etkisiyle, hem bu konuda toplumsal dönüşümlerin hızını artırmakta hem de bildik kategorileri ve kataloglamaları yapı sökümüne uğratarak muğlak cinsiyetler ve bedenler yaratmaktadır. İşin ilginç tarafı modern, postmodern, sol ve bilhassa liberal cephaneliklerden devşirilerek ortaya karışık yapılan söylemi, İslamcılar da dahil ideolojik angajmanlar her seferinde kendisini faş eden “doku uyuşmazlığı”na rağmen tekrar etmektedirler. Müslüman bir ülkede Tanrı ve Sezar’dan “artıran var mı” türünden hak koparma yarışı, Tanrı vermiyorsa Sezar’dan alırız gibi pragmatizme doğru evrilmiştir. Özelde küresel ölçekte kapitalizmin tüketime dayalı mülkiyet ilişkileri üzerinden yeni bir birey yaratmaya yönelmiş bu söylemin, üç adım ötede hangi ilişki biçimlerini sonuçlanacağı hiç düşünülmemektedir. Kapitalizmin kadınlara el uzatıyormuş gibi yaparak kurduğu bu sıfır toplamlı oyunun üzgünüz ama küresel sermayeden başka kazananı olmayacak; “kadın” ve “erkek” tüm kategoriler ise bir hayal kırıklığını deneyimleyecek gibi görünmektedir.
Bilhassa son dönemlerde kadın konusu ile ilintili olarak iki şey öne çıktı. Birincisi; “kadına şiddet” başlığı. Bir tespitle başlayalım; bir insana şiddet uygulamak suçtur; bu açıdan şiddet cezasız kalamaz. Fakat mazluma da kimliği sorulmaz. Mazlum, bir ırka, bir cinsiyete, bir ülkeye, bir kategoriye ait olabilir. Dolayısıyla şiddet kadına yönelince farklı, erkeğe yönelince farklı, zenciye yönelince farklı muamele yapılmaz; farklı muamele yapılırsa adaletsizlik olur. İkincisi, asgari hukuk kuralıdır; suç şahsi olup işleyen kişiyi bağlar. Suçlunun kategorisi, ülkesi, cinsiyeti, etnisitesine kadar suç genelleştirilemez. Bu açıdan son dönemlerde özellikle erkeklerin tümüne yöneltilen ve kamusal alanda toplu beddua eylemleriyle “erkek”lik kategorisini lanetleyen bir dil niçin ortaya çıkmaktadır?
Feminist söylemin felsefesinden başlayarak bu dile doğru evrilmesinde etkin olan noktaları şu şekilde kısaca ifade edebiliriz. Birincisi, Batı’da kutsal-seküler, ruh-beden gibi dualiteler baskın ve belirleyici olmuşlardır. Bu kavram çiftlerinden her ikisini dengeli bir şekilde insana ve dünyaya yerleştirmek yerine birisi hakikatin yegane odağı yapılmıştır. İşte tam da bu sebeple modern zamanlarda kutsal dünyadan uzaklaştırılmış ve “beden” üzerine odaklanılmıştır. Bunun sonuçlarından birisi de, erkek ve kadın arasında kurulmak istenen dualite ve karşıtlıktır.
Bu dualitenin feminist söylemdeki yansımasını “radikal feminizm” içerisinde görmek mümkündür. Radikal feminizm, esasta kadın ve erkek dünyalarının tamamen ayrılmasını önermekte; evlenme, aile kurma ve çocuk sahibi olmayı kadının özgürlüğü ve gelişiminin önündeki yegane engel olarak görmekte ve bunlara kadınların kesin tavır almalarını tavsiye etmektedir. Öyle ki, bu argüman Wilhelm Reich’ın ütopyacı toplum önerilerine doğru yol almıştır.
Bir diğer mesele ise, insanlık tarihini cinsiyetçi okuma önerisidir. Buna göre, tüm tarihin erkek egemen bir şekilde inşa edildiği söylemi belirginleşir. Bu söylem örtük bir biçimde tarihsel süreçte erkeklerin el ele vererek kadınlara sistematik şekilde eziyet ettiklerini varsaymaktadır. Halbuki erkekler de bu tarihsel süreç içerisindeki kültürel kalıpların dışında değildirler. Tarihsel süreçte kadına eziyetler söz konusu olmuşsa da (ki tasvip edilemez), bunun örgütlü ve sistematik bir erkek zulmü olduğu iddiası aşırı bir yorum gibi durmaktadır.
İslam’ın bu konudaki parametrelerini şu şekilde ifade edebiliriz. 1-Kadın ve erkek insanlık ortak paydasında buluşurlar. 2- “Allah’ın (CC) sizi aynı nefisten eşler olarak kendileriyle sükunet bulmanız için yaratması ve aranıza sevgi ve merhameti yerleştirmesi Onun ayetlerindendir…” (30/Rum, 21) 3- “Mü’min erkek ve kadınlar birbirinin velisi (yardımcısı)dirler…” (9/Tevbe, 71). 4- Beden bir mülkiyetin konusu değildir; bedenler Tanrı tarafından kadın ve erkeklere emanettir. Dolayısıyla kimse mülkiyetinde olmayan bir şeyi istediği gibi tasarruf edemez. Dikkat edilirse burada düalist, rekabetçi bir dile asla yer yoktur.
Fakat küresel aktörlerin tüketime eklemlediği ve seferber etmeye çalıştığı “erkek”liğe yönel(til)en negatif dilin, önerilen kadın-erkek ilişkilerindeki ekonomi politiğin yetmezliği sebebiyle toplum tarafından satın alınmadığı belirtilmelidir.
Hasılı şiddete ve zulme hep birlikte karşı duralım. Ancak erkekleri de harcamayalım; belki lazım olurlar.