Nedendir bilinmez, üniversitede bazı arkadaşlar çok erken yaşta doçent, hatta otuzlu yaşların başlarında profesör olduklarıyla övünür dururlar. Hani belki çok genç yaşta doçent olabilseydim ben de övünürdüm. Olamadım. Bu nedenle de övünemiyorum. ODTÜ Mimarlıktan sonra, zaten tıp fakültesine iki yıl gecikmeli olarak girmişliğim var.
Mezuniyet ve ihtisastan sonra ver elini askerlik, gitti mi bir buçuk yıl daha. O yıllarda hükümet üniversiteyi bitirenler için “dört aylık kısa dönem askerlik” (1974) çıkarmıştı da, bu furyayı ay farkıyla kaybetmiştim. Pek çokları, asistanlığın içinde askerliklerini de yaptılar (Hatta sağlık nedeniyle çürük çıkarılıp askerlikten muaf tutulanlarımız bile oldu). Bu arkadaşlarımız, ihtisas sonrasında da aynı kadro ile üniversitede kariyerlerine kayıpsız devam ettiler. Bu şekilde üniversite kadroları olabildiğince şiştiğinden, benim gibi arkadan gelenlere yer de bulunamaz oldu.
Ağrı’da, bir buçuk yıllık, uzun dönem askerliğimi tamamladıktan sonra, “Ver elini Anadolu” diyerek, Denizli’de uzman olarak çalışmaya başladım. Böylece bir yedi yıl daha geçti. 1986’ da, Gazi Tıp Fakültesinde yardımcı doçent olarak kariyerime yeniden başladığımda, bir de baktım, otuz yedi yaşıma girmişim.
Yurt dışı, İtalyan bursunu kazanıp bir yıla yakın süreyle de, onkoloji öğrenmek için üniversitenin dışında kaldığımdan, ancak kırkıma geldiğimde doçent olabildim.
Doksanlı yıllarda, öyle her beş yılını tamamlayan doçente anında kadro verilmiyordu. Buna rağmen yine de birileri, hiç bekletilmeden profesör oluveriyordu! Kimine ise, “Sen biraz bekle,” deniliyordu, anlayacağınız, duruma göre işte. Ben de bekleyenler arasında idim ve fazladan bir üç yıl daha bekletildim (O zamanki rektörümüzün kulakları çınlıyor mu, bilemiyorum).
Sonunda herkes aynı düzeye geliyor. Profesörlükten öteye, akademik unvan da yok. Erken ya da genç doçent olmak, bence teferruat. Zaman, koşullar ve şans faktörü, bir yerde insanın kaderini de etkiliyor.
Yeri geldi, Cumhuriyetimizin kurucusu, Yüce Atatürk’ün bir hatırası ile devam edelim:
“Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar, düşmanlarımızdadır da. Çünkü düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi: ‘Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler…’
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini kışkırtırlardı. Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayrimüslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.
Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
‘Bu köşk kimin?’
‘Kirkor’un.’
‘Ya şu koca bina?’
‘Yargo’nun.’
‘Ya şu?’
‘Salomon’un…’
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
‘Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?’
Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
‘Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlar’da Arnavutluk dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk Paşam…’
Atatürk bu hatırasını naklederken,
‘Hayatımda cevap veremediğim yegâne insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur.’ der dururdu.”
www.sosyalbilgiler.gen.tr, Atatürk’ün anıları, no: 30