İçimizdeki çoraklık, ayrıntı düşkünlüğü ve bütün karşısındaki aldırışsızlığın o ürkütücü karışımı
İnsanoğlunun bir ayrıntı çölünde alabildiğine başıboş bırakılmışlığı…
Mondrian, yaşam dengeye kavuştuğunda, duru gerçekliğin karşısında var olmaya çalışan sanatın bir biçimde ortadan kalkabileceğini düşünüyordu. Bir sanatçının, tutkusunun akıbeti ile ilgili böyle bir yargıya varması ne kadar ironik ise, hayal kurabilme yetisini canlı tutabilen ve katı gerçekliğin ortasında iken dahi, onun ötesinde, farklı ve daha güzel bir dünyayı umut edebilen bilincin umarsızlığı da o denli çelişiktir.
İnsan, bir yandan bireyselliğini korumak ister, öte yandan sınırlarını aşıp bütüne ulaşabilmek için çabalamaktan alıkoyamaz kendini. Yoksunluklarını öteki ile tamamlamayı umar çaresizce. Böylelikle olabildiğince aşkın bir anlam katmak ister, hem kendi yaşamına, hem de dışarıda, kendi dışında dönüp duran baş döndürücü akışa. Bir yandan akışın bilincinde olmak ve onu kavramak isterken, öte yandan kendini bu kör akışa kaptırmamak için direnmekten de vazgeçemez. Bu bir bakıma beyhude olarak nitelendirilebilecek anlamlandırma gereksinimi, bireyin toplumsallaşmasının temel nedenlerinden biridir. Buradaki can alıcı soru, bireyin toplumsallaşarak tüm bu gereksinimlerini karşılayıp karşılayamayacağıdır; yoksa insanın toplum içerisindeki macerası hüsranla sonuçlanması kuvvetle muhtemel bir dizi karşılıksız mücadeleden mi ibarettir?
Bir anlamlandırma edimi olarak sanat, büyü ile beraber başlamıştır yolculuğuna, insanlığın henüz çocukluk döneminde. O zamanlar insanın kendine ve doğaya dair bilmediği pek çok şey vardı, hayallerinin de sınırı yoktu bu nedenle. Özgürce kanatlanabiliyordu bilinmeyene doğru. Ne ki bildikçe, bilgisini artırdıkça, kanatları eski alışılagelen gücünü kaybetmiş ve fakat temelde ayakları yere daha sağlam basan bir bilinç var olmaya başlamıştır. Giderek daralan düş dünyası ile birlikte düşlemenin bizatihi kendisi bir düşe dönüşmüştür artık.
Doğa ilk oyun arkadaşıydı insanın. Sanatla ilk tanışıklığı doğayı taklit etmeye çalışırken ortaya çıkmıştır, kendiliğinden. İnsan, diğer tüm canlıların karşısındaki ayrıksılığını doğanın benzerini yaratmaya çalışırken inşa etmiştir. Doğayı bir araç olarak kullanabilmesi onu hem doğaya hem de diğer canlılara karşı üstün kılmıştır. Bu bağlamda, el becerisinin ve sonrasında dilin gelişimi kültürün başlangıcı olmuştur, bir bakıma toplumsallaşmanın da. Dil sayesinde soyutlama yeteneği kazanmıştır insan ve bu sayede ortak bir kavram dünyası oluşturmuştur. Bir üst-doğa yaratmıştır adeta, bir bakıma kendini, kendi zihnini yaratan da yine kendisidir. Üstelik etkin ve karşıt bir özne olarak, doğaya karşı. Tüm bunların temelinde güçsüzlük duygusuna karşı geliştirilen güçlülük bilinci yatmaktadır. Doğa korkusunun karşısında, ona karşı üstünlük sağlama arzusu ile birlikte gelişen yaratma gücü: her koşulda yaşamda kalma arzusu ve yine conatus.
Çağlar yanı sıra akıp giderken, büyücü; sanatçı ve rahibe dönüşür öncelikle, sonra hekim, bilgin ve düşünür arasında pay eder muhayyilesini. Sanatçının görevi bireysel olanı toplumsal olanla kaynaştırmak, kişiseli evrensele yöneltmek ve yitirilmiş olan birliği yeniden oluşturmaktı aslında. Gelişen toplumsal yapıyla birlikte, temelde işbölümü ve sınıf ayrılıkları nedeniyle, sadece doğaya değil, kendine de yabancılaşmıştı insan. Yaratıcılığının ve toplumsal zenginliğin bedeli, birey olarak insanın yoksullaşmasıydı. Özellikle denizaşırı ulaşımın gelişmesiyle birlikte, para ve ticaret, tutucu derebeylik dünyasına egemen oldu. Bu da insanlar arasındaki ilişkilerin giderek zayıflayarak zaman zaman insanlık dışı bir nitelik kazanmasına ve toplumsal yapının sarsılmasına yol açtı kaçınılmaz olarak.
Kral Midas dokunduğu her şeyi altına çevirmişti: kapitalizm de her şeyi meta’ya çevirdi.
Burjuva yükselişinin ayak sesleri işitilmeye başlandığında, özellikle Rönesans döneminde, işbölümü mevcut dar kalıplarına henüz girmemişti. Fransız devrimine eşlik eden demokratik burjuva ayaklanışıyla birlikte sanatçı toplumdaki özel yerini kısmen koruyabiliyordu. Ne ki 1848 devriminin başarısızlığının ardından sanatta da hüsran dönemi başlamıştı. Sanat, bir kapitalistin özel hayatını süsleyebilir yahut iyi bir yatırıma dönüşebilirdi ancak, başkaca bir değeri yoktu. İşbölümü ve uzmanlaşmanın katı sınırları ile çepeçevre kuşatılmış bir halde çok yönlülüğünü yitiren insan, materyalist toplumsal ilişkilerin beraberinde getirdiği derin bir yalnızlığa gömülmüştü. Bu karanlık günlerde, kapitalist burjuva düzeninin, menfaat ve kazancın bayağı üstünlüğünün karşısında, romantizm, insanlığını korumaya çalışan sanatçının elinden kayıp giden düşler dünyasına sahip çıkmıştır.
Dürüst romantik şairleri günümüzden kaçıp geçmişe sığınmaya ve ortaçağa dönmeye yönelten şey, belki de günümüzün paraya tapıcılığından irkilmeleri, bencilliğin her yerde beliren çirkin yüzünden tiksinmeleriydi (Heinrich Heine)
Tam da bu noktada, Baudelaire’in ‘sanat için sanat’ vurgusu ile bezediği şiirinden ve süregelen çarpık düzene inatla başkaldırışından bahsedilmeli: her şeyin satın alınabilir bir meta’ya dönüştüğü dünyada, sanatın özerkliğini ve ayrıcalığını korumak için. Fischer’e göre Baudelaire güzelliğin kutsal yüzünü ortaya çıkarmıştır yeniden. Onun şiirinde güzellik meleği bir yargı tanrıçası gibidir: çirkin ve kaba olanın karşısında eğilmeyip dimdik duran ve sözünü esirgemeyen. Neyse ki Baudelaire yalnız değildi, başkaları da vardı, aynı yolda yürümeye yazgılı tutku sahipleri. İzlenimcilik (Empresyonizm) akımı ressamlarından Courbet, kendisine verilen ‘legion d’honneour’ nişanını geri çevirmiş, bakana yazdığı mektubunda Baudelaire’in bahsettiği güzellik tanrıçası rolüne bürünmüştür adeta: Hainliğin her yanda çoğaldığı, çıkarcılığın herkesi böylesine sardığı bir günde bu nişanı kabul edemem. Bu onuru bana bağışlayanın hükümet eli olması da bir sanatçı olarak içimi rahatlatmıyor. Sanat konularında devleti yetkili görmüyorum. Bu satırları yazarken, parçalanmış, insansız bir dünyanın gözlerinin içine bakıyor gibidir Courbet.
Edebiyatta doğalcılık akımının temsilcilerinden kabul edilen Flaubert’in umarsızlığı da burjuva dünyasının bayağılığına karşı duyduğu tiksintiden kaynaklanıyordu muhtemelen. O da, her daim ironi barındıran üslubuyla, kendince, kendi bildiği şekilde bir yargılama sürecini yürütüyor gibidir eserlerinde. Nitekim, insanlara, özünde insanlığa dair hissettiği düş kırıklığının şiddetinin başka türlü ifadesi mümkün değildir. Madame Bovary’nin içinde yaşadığı hapishaneyi tasvir ederken, her satırında, bu düş kırıklığının izlerine rastlar okuyucu. Cezanne’ın sözlerinde de görürüz bu parçalanmışlığı, sanatçı bütünü yitirmiştir.
Bütünden kopma ve yabancılaşma kavramına ilk olarak Rousseau değinmiş, ardından Hegel ve Marx konuyu felsefi yönüyle ele almışlardır. İnsanın yabancılaşması, üretim ve çalışma koşulları nedeniyle doğadan kopmasıyla başlar. Çevresindeki dünya üzerinde üstünlük kurmaya başlayıp onu değiştirdikçe, kendi emeğinin ürünü olan nesnelerin dahi onun denetiminden çıkma eğiliminde olduklarını görmüştür. Nitekim nesnelleşmiş ilişkilerle örülü sanayi toplumunda, işbölümü ve belli bir konuda uzmanlaşma zaruri hale gelmiştir. Böyle bir toplumda, insan, giderek önemini yitirerek sadece bir ayrıntıya dönüşmüştür. Bütünü özümseyemeyen ve dışarıya karşı körleşen insan zihni belli bir odağa kilitlenmiştir. İnsan nesneler içinde bir nesnedir artık. Hakikatte öyle midir? İnsan yetkinlikten uzaktır, eksik ve belki de hiç tamamlanamayacak olandır. Ve fakat aynı zamanda kendini biteviye yaratmakta olandır da; kendine, çevresindeki her şeye ve dünyaya biçim vermektedir. Bu bağlamda, 1984 (Michael Radford, 1984) ve Equilibrium (Kurt Wimmer, 2002), bu insani serzenişe kulak verenlerin hatırlaması gereken başyapıtlardır: gelişen teknoloji, çarpık ideolojiler ve herkesleşme karşısında haysiyetini korumaya çalışanı tanıyabilmek için.
Nietzsche de yozlaşmanın ızdırabını iliklerine kadar hissetmişti, nitekim nihilizm bu yozlaşmanın kaçınılmaz bir sonucuydu ona göre. Hakikatte ölen tanrı mıydı, yoksa tanrısız bir yaşamı kabullenemeyen, kabullenmek istemeyen insan mı? Bu minvalde tanrı’nın var olup olmamasının ehemmiyeti yoktu – mühim olan kavramsal olarak tanrısal olana ulaşma hayalinin baki kalması ve bu tutku uğruna gösterilen çabaydı, sanatı vazgeçilmez kılan da buydu aslında. Romantik sanat burjuva toplumunun yavanlığına başkaldırırken mitlere yönelmeyi tercih etmişti. Kendini yeniden anımsamak için belki de, kendi kadim hakikatine temas edebilmek için bir kez daha. Oysa bu geriye doğru gidiş bir yönüyle hakikati ihmal etmek demekti aynı zamanda. Weber dünyanın büyüsünün bozulduğunu söylemişti. Kuantum ve izafiyet teorileriyle berraklaşan, berraklaştıkça inadına belirsizleşen bir kavrayış neticesinde ister istemez karşıya karşıya kaldığımız, duyularla algılanan gerçekliğin ötesinde var olan matematiksel hakikatlerdir, bitimsiz bir olasılıklar evreninde.
Gerçeklik, varlığın ve yokluğun gerçekdışı olduğu bir ara düzlemde, sadece ikisi arasındaki etkileşimin ve oluşun gerçek olduğu bir andır, an’dadır. Tıpkı öz ve biçim arasındaki diyalektik ilişkide olduğu gibi. Biçim maddenin belirli bir düzen içerisinde kümelenmesi ve biraraya gelmesi sonucunda belli bir denge kazanması halidir; durağan olanı niteler. Oysa öz biteviye devinmektedir. Sabit kalamaz, değişmek zorundadır. Bu nedenle biçimle çatışma halindedir, sınırlarını yıkmak ister. Biçim geleneksel olana tutunmaya çalışırken, öz herşeyiyle devrimcidir. Evrim öğretisinde de belirtildiği gibi, çevresindeki dünyaya direnemeyen her canlı yok olmaya yazgılıdır, sadece değişebilen ve direnebilen canlı türleri yaşamda kalmayı başarabilirler. İnsanın bireysel ve toplumsal yönleri arasındaki denge ve diyalektik ilişki bu mücadelenin temelinde yer almaktadır.
Kuşaklar boyu kalıtılan toplumsallık duygusu, yasayı ve düzeni oluşturmuştur. Yönetici sınıf her zaman var olanı korumaya çalışır, geleneksel biçimleri benimserken onlara sonsuz ve kesin nitelikler kazandırmak için uğraş verir. Böylelikle, insanlık tarihinde de defalarca deneyimlendiği gibi, yozlaşmış bir toplum biçimini korumak için dahi çaba gösterilebilir; dokunulmaz, hatta kutsal bir kılıfa büründürülerek insani değerleri korumak adına verilen yüce bir mücadeledir bu. Ezilen sınıf ise hali hazırda olagelen ile tatmin olamayan, değişiklik isteyendir. Burjuva sınıfının sözcüsü konumunda olan Brueghel’in tablolarında çalışan köylülerin abartıya kaçılmaksızın, oldukları gibi betimlendiği görülür. Güçlü ve kaba halleri süslenmeksizin resmedilmiştir, bir ülküye hizmet ettirilmeksizin. Ne ki Brueghel’in bakışı hep dışarıdan bir bakıştır. Millet ise köylülerin yaşadıkları sıkıntıları, içinde bulundukları yoksulluğu onlardan biriymiş gibi göstermek istemiştir, içeriden bir bakışla. Van Gogh da önceleri Millet’ye öykünerek başlamıştır yürüyüşüne, sonrasında tutkusu ve derin yalnızlığı onu çok başka yerlere sürüklemiştir. Öyle ki, Brueghel’in yerde sakin duran başak yığınları, Van Gogh’un tarlalarında kah alevler içerisinde yanarak kah şiddetli depremlerle sarsılarak biteviye devinmektedir.
Sanat zamansızdır.
Kaynak:
“Sanatın Gerekliliği”, Ernst Fischer. Sözcükler Yayınları, İstanbul, 2022.
Görsel Kaynak:
The Reaper (after Millet), Vincent van Gogh, 1889.