Bilindiği üzere bu “Nörofilozofi” adlı köşemde, genellikle hekim meslektaşlarımızın ve sağlık personelinin sorunlarını ve sağlık politikalarının gelişiminde de etkin rolü olan eğitim-öğretim sistemleri üzerindeki düşünce ve önerilerimi dile getirmekte ve ülkemizin ve insanımızın daha müreffeh seviyelere ulaşabilmesi amacıyla bu konularda kendime düşen görevi ifa için gayret sarf etmekteyim.
Daha önceki makalelerimde de zaman zaman dile getirdiğim ve meslektaşlarımın problemlerini ve izale yollarını önerip gösterdiğim gibi, bu yazımda da çözümü yılan hikâyesine dönen, herkesin kendine göre bir ucundan tutup çekiştirdiği ve bir türlü çözümlenemeyen “Eş Durumu” hususunu ele almak istiyorum. Nitekim, tekrar göreve atanan Sağlık Bakanı ile sağlık personelinin müşteki oldukları problemleri konu alan görüşmeler yapan Medimagazin Editörümüzün benden özellikle bu hususu ele alan bir yazı hazırlamamı rica etmesi, bu makalemize, davetli makale (invated paper) özelliğini kazandırmıştır.
Evet, “Eş Durumu” meslektaşlarımızın “kanayan yarası” olmaya maalesef devam ediyor. Bir türlü çözümlenmemesi sebebi ile aileler parçalanmakta, şikâyetler her gün artmakta, bir günkü uygulama ertesi güne uymamakta, huzursuzluk had safhada ve istifa aşamasına gelen meslektaşlarımızın feryadı duyulmamaktadır.
Meri Anayasa’nın 41 ve 42’nci maddeleri, “aile birliği”nin korunmasını temel bir hedef olarak belirlemekte ve devlete, bu aile birliğini sağlayacak gerekli tedbirleri alma ve düzenlemeleri yapma sorumluluğu ile mükellefiyet yüklemektedir.
Aile birliğinin korunmasını “temel ilke” olarak kabul eden Anayasamız çerçevesinde hazırlanan kanun ve yönetmelikler de bu konuda devlet memurlarının atama ve tayinlerinde uygulanacak esasları belirlemiştir (657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1655 sayılı Yönetmelik…).
Uygulamalar, genelgeler, tüzükler, yönetmelikler ve kanunların, katiyyetle kendi içlerinde ve silsile itibarıyla da Anayasa’ya aykırı olamayacakları ve hatta Anayasa’nın da insan haklari ve evrensel hukuka mugayir olamayacağı her aklıselim sahibinin bildiği bir hakikattir. Ancak, şahit olduğumuz uygulamalar, meslektaşlarımızın gerek sosyal medyada ve gerekse ilmi toplantılarda bir vesile ile bizlere aktardıkları problemleri, yakınmaları ve feryat figanları durumun hiç de yukarıda zikredilen çerçevede olmadığını göstermektedir.
Hasta ve yakınlarının uyguladıkları şiddet, tahkir, tazyif, yaralama ve ölüm gibi riskler, yönetici baskısı ve “mobbing” bir yana, eşi Mağrip’te, kendisi Meşrik’te olup, gece acil vakaya çağrıldığında, bebeği-çocuğu ile hastaneye gidip, bir iki yaşındaki bebeğini ameliyathane kapısında müstahdem ya da hastabakıcıya rica minnet emanet bırakan, hastasını muayene ederken veya ameliyat yaparken kulağı bebeğinin ağlamasında olan bir annenin, ailesinden, çocuklarından uzakta, icap nöbetleri sebebi ile bulunduğu yeri terk edemeyen, eşinin ve çocuğunun hasreti ile yanan, bazen “bayramdır-seyrandır” olsa bile yanlarına gidemeyen, hatta bütün bu sebeplerden dolayı istifa aşamasına gelen bir babanın, muayene, tedavi ve ameliyat ettiği hastalarının da bir risk altında olduğu unutulmamalıdır.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 72, 74 ve 76. maddeleri, çok sarih bir şekilde EŞ DURUMU tayinlerine şüpheye mahal bırakmayacak şekilde hüküm koymuşken, aksi uygulamalar için açılan davalarda kesin mahkeme kararları varken, özel sektörde bile belli şartlara haiz eşlerin bu çerçevede değerlendirilmiş ve atamalarının gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, eşlerin her ikisinin de devlet memuru statüsünde oldukları ve yıllardan beri mesleklerini icra ettikleri hâlde, bu insani haktan mahrum bırakılmaları, bütün bunların bad-ı saba ve teheccüdî yakarış, gözyaşı ve figanlara yansıması, birilerinin uykularını kaçırmıyor ve çocuklarını-torunlarını kucaklarına alıp rahatlıkla sevebiliyorlarsa şaşarım!
Ayrıca, otçunun, taşçının, toprakçının, tütüncünün, kimyacının, zeytincinin, çörekotçunun, hacamatçının(!) ve hatta üfürükçünün(!) bile nerede ise legal(!) muayenahane(!) çalıştırdıkları bir ortamda, mecburi hizmeti yapmadan özel hastanelerde çalışan hekimlerin ve TUS’a giren meslektaşlarımızın peşlerinde hafiyelik(!) yapmak, erdem ve insaf sahiplerini üzmekte, vicdanları sızlatmaktadır.
Biz yine de Hakk’ın tecelli edeceği inancı ile Rubâîmizi (Bülbül Dile Gelsin, Ya Hayy!, İsmail Hakkı AYDIN, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014) paylaşıp, sözümüzü bağlayalım.
BÜLBÜL DİLE GELSİN
(Mef’ûlü, Mefâîlü, Mefâîlü, Fa’ûlün)
Âlemde bulunmaz, cana nâdîde güzelsin.
Yaklaştı hazan mevsimi, sen ömre bedelsin.
Sessizliğe mahküm gülizâr, sen gelemezsen,
Hicran gibi Yâr nerde ki, bülbül dile gelsin.