İnsanların en çok merak ettiği ve sorduğu soruların başında “evliliğin kader olup olmadığı” konusu gelmektedir. Yani bir kişinin evleneceği kimse alnına ezelde yazılmış mıdır, yazılmamış mıdır? Bu konuda insana seçme hürriyeti verilmiş midir, verilmemiş midir? Evlenmek bir “nasip, kısmet, kader veya şans” işi midir? Hiç evlenmeyenlerin kaderlerinde “evlenmemeleri yazılı olduğu için mi” onlar evlenmemişlerdir?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını vermeye geçmeden evvel “insanların irade hürriyetlerinin olduğu ve özgür tercihlerinden dolayı sorumlu tutulacakları” konusunu biraz açıklamamız yerinde olacaktır.
Yüce Allah, hayatı ve ölümü yaratmış, insanlara irade hürriyeti vermiş, kimin en güzel davranışlarda bulunacağını belirlemek/göstermek amacıyla da imtihan edeceğini haber vermiştir.[1] Dolayısıyla herkes yapıp ettiklerinden sorumludur. Çünkü insanları özgür iradeleriyle seçip yapmadıkları, tam aksine yapmaya mecbur bırakıldıkları fiillerden/eylemlerden dolayı sorumlu tutup cezalandırmak ya da onları özgürce seçip yapamayacakları işlerle yükümlü kılmak hem adalete hem hikmete hem de akla aykırıdır ve bu zulümdür. Yüce Allah’ın böyle bir adaletsizlik yapması ise söz konusu değildir. Bu nedenledir ki mutlak adaletinden ve hikmetinden kuşku duyulamayacak Allah Teâlâ, insanları sorumluluğa konu olan eylemlerini özgürce seçip yapmaya elverişli bir “akıl ve irade yeteneğiyle” ve bunu gerçekleştirmeye yetecek bir “kudretle” donatmıştır.[2]
Hakîm olan Allah, bir işi ancak hayırlı/iyi/faydalı bir gaye/amaç için yaratır. Gayesiz yapılan iş boş ve anlamsızdır. Yüce Allah’ın yarattığı her şeyin belli bir gayesi, amacı, maksadı ve anlamı vardır; o yüzden de hikmetlidir. Yüce Allah kendisi için gaye gütmez; zira O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; O’nun işlerinin gayesi “insanların iyiliğidir.” Yüce Allah adaletlidir ve kimseye zulmetmez. Kullarından hak edenin cennete girmesini ister. Bu nedenle de Yüce Allah insanlara Kitap ve peygamber gönderir, akıl ve irade hürriyeti bahşeder.
Bu bakımdan irade hürriyeti verilen insanların bu özgürlüklerini görmezlikten gelerek yaptıkları bütün işleri “Yüce Allah’ın irade ve kudretine havale etmeleri” doğru değildir. Zira o takdirde insanların yaptıkları kötü ve çirkin fiillerin sorumlusu Yüce Allah olur. Oysa Yüce Allah kusursuz ve mükemmeldir. Dolayısıyla kulun iradesi yok sayılır ve fiillerini Yüce Allah’ın iradesiyle gerçekleştirdiği iddia edilirse o zaman Yüce Allah’ın kusursuzluğundan söz edilemez ve O’nun ahlâkî mükemmelliği ihlal edilmiş olur. Oysa kullar, kendi yaptıkları iyi ya da kötü fiillerin sorumlusudur.[3] Onlar istedikleri için Yüce Allah hayrı ve şerri yaratmış ve yaratmaktadır. Bu nedenle de zerre miktarı iyilik ya da kötülüğün sevabı yahut cezası vardır.[4] Zira insanoğluna ancak çalışmasının karşılığı verilecektir.[5]
Aynı şekilde kulların fiilleri eğer Yüce Allah’ın takdiri ve iradesi sonucu şekilleniyorsa o zaman “hiçbir seçme hürriyeti olmayan insanlara” peygamber ve kitap göndermenin, onları imtihan etmenin, dinî ve ahlâkî vazifelerle yükümlü tutmanın, mükâfat ve ceza vaat etmenin de hiçbir anlamı kalmaz. Dolayısıyla Yüce Allah kullarını özgür bırakmış ve özgürlüklerini iyi yönde kullanabilmeleri için onlara “akıl nimeti” bahşetmiştir. Doğru işletilen bir akıl sahibini doğruya/hakikate götürür. Akl-ı selim ile düşünen insanlar bir tablonun mükemmelliği hakkında farklı hükümler verebilir; ancak “hırsızlık, cinayet, yalan, zulüm vb.” konularda aynı kanaati paylaşmak zorundadır. Dolayısıyla dinî ve ahlâkî değerler konusundaki farklı kanaatler, bu değerlerin izafiliğinden değil insanların bilgi eksikliği başta olmak üzere diğer başka tâli sebeplerden kaynaklanır. Bu nedenle bir insanın kendi iradesiyle yaptıkları nedeniyle Yüce Allah’ı sorumlu tutması ve kabahati O’nun irade ve kudretine havale etmesi son derece yanlıştır. Bu, Yüce Allah’a yapılmış büyük bir iftiradır; aklı başında bir insanın böyle bir iddiada/iftirada bulunmaya hakkı ve yetkisi yoktur.
Çünkü Yüce Allah, Kur’ân’da insanları imtihan edeceğini haber vermiş, sınav esnasında kişinin davranışlarının/karakterinin/gidişatının kaderinin şekillenmesinde büyük oranda belirleyici olacağını ise şöyle beyan etmiştir:
“Biz her insanın kaderini boynuna dolamışızdır (kendi çabasına bağlamışızdır); öyle ki, kıyamet günü onun önüne her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir sicil (amel defteri) çıkaracağız. [Ve o Gün ona:] “(Şimdi) oku sicilini! (seyret/izle yaptıklarını!)” [denecek,] “(çünkü) bugün kendi hesabını kendin çıkaracak durumdasın! Her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir. Ayrıca Biz [kendilerine] bir elçi (uyarıcı) göndermeden [yaptığı haksızlıklardan ötürü hiçbir topluma] azap etmeyiz.”[6]
Görüldüğü üzere bu âyetler, her insanın kaderinin kendi çabasına/gayretine/niyetine bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka âyette ise; “Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi sadece) O’ndan isterler. O, (bütün bunları hayata geçirmek için) her an yeni bir ilâhî tasarruftadır (her an yeni bir yaratmadadır)”[7] buyurularak insanın kaderinin tercihlerine, isteklerine, arzularına göre Yüce Allah tarafından an be an yaratıldığını/alnına an be an yazıldığını haber vermektedir. Ancak bu yaratma, kesinlikle insanın iradesi, tercihleri ve seçimleri hususunda bir “belirleme” olarak algılanmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ, küllî ve ezelî bilgisiyle zaten her şeyi bilmekte ve kuşatmaktadır. Dolayısıyla O’nun ilâh olması, yaratmış olduğu mahlukât hakkında “ezelî olarak bilgi sahibi olmasını” zaten zorunlu kılar. Bu nedenle günümüz insanının kader felsefesine ters olarak Yüce Allah, insanların irade ve tercihlerinden sonra bilgi sahibi olmaz; şayet öyle olduğu iddia edilirse bu, Allah Teâlâ’nın bilgisinde eksikliğe ve sonuçta da hesabın (âhiretin) anlamsızlığına sebebiyet verir.
Bu nedenledir ki insanoğlu yaptıklarından ve aldığı bütün kararlardan dolayı sorumludur; çünkü “kaderini” büyük oranda kendisi belirlemektedir. Zira Yüce Allah, “insanlara mühlet verdiğini/zaman tanıdığını”,[8] “kendisini zikredenleri/ananları zikredeceğini/anacağını”,[9] “unutanları unutacağını/umursamayacağını”,[10] “dinine yardım edenlere yardım edeceğini”,[11] “sorumluluk sahibi olanların işlerini düzelteceğini”,[12] “şükredenlere nimetini artıracağını”,[13] “kendi hâlini değiştirmeyenlerin hâlini değiştirmeyeceğini” haber vermektedir.[14]
Dolayısıyla Yüce Allah’ın ezelî ilmi bir yana, insanoğlu için eylemleri bakımından “alına yazılmış bitmiş bir kader” söz konusu değildir; insanın kaderi yapıp ettiklerine göre an be an yazılmaya devam etmekte; niyetine/samimiyetine/gayretine/çabasına/karakterine göre saniye saniye şekillenmektedir. Zaten böyle olmasaydı insanları imtihan etmenin, onlardan gidişatlarını kontrol etmelerini istemenin, yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi “şartlı hüküm cümleleri kurmanın”, başkalarına iyilik etmenin, onlardan hayır dua etmelerini beklemenin, tövbenin, duanın,[15] ibadetin vs. bir anlamı kalmazdı. Bu nedenle “yanlış bir kader anlayışı” ile hareket ederek “evliliğin kader olduğunu” söylemek ve bütün “suçu Yüce Allah’a yüklemek” kesinlikle doğru değildir. Böyle yapanlar büyük bir vebali üstlenmişlerdir.
Ancak Kur’ân’daki tüm bu bilgilere rağmen hâlâ “kader” konusunu âyetlere değil de uydurma rivayetlere bakarak anlamaya çalışan “sahte hoca/sahte şeyh/sahte melle/sözde akademisyen/sahte dede/sahte baba/sahte ahunt vs. din anlatıcılarının” yukarıdaki sorulara ikna edici cevaplar vermedikleri ve sağlıklı düşünmeyen insanları “kaderciliğe” sürükledikleri ayrı bir gerçektir. Maalesef bu durum asırlardır böyle devam etmektedir ve birilerinin bu yanlışa artık “dur” demesi gerekmektedir.
“Senin evleneceğin kişi zaten alnına yazılmış, bunu değiştiremezsin, bu senin kaderin. Bu konuda senin hiçbir tercih hakkın yok!” gibi söylemlerle ve yanlış bilgilerle insanları yanıltmak, onların irade hürriyetlerini ellerinden almak ve sorumluluklarından kaçmalarına sebep olmak doğru değildir; kaldı ki böyle yapmak büyük bir vebaldir.
Çünkü bu ve benzeri yanlış bilgilendirmelerden/şartlandırmalardan dolayı insanların büyük çoğunluğu “yanlış bir kader anlayışıyla” hareket etmekte ve yaptıkları haksızlıklar/yanlışlar/tedbirsizlikler sonucu başlarına gelen musibetlerin sorumlusunu “kader” olarak görmekte ve tamamıyla kaderi suçlamaktadır. Oysa onların “bu kelime” ile kast ettikleri “Yüce Allah’tan” başkası değildir. Dolayısıyla bu duruma sebebiyet verenler ile onlara aldanarak sorumluluktan kaçanlar “bütün suçu Yüce Allah’a yükleyerek” devasa bir zulüm, korkunç bir nankörlük, büyük bir vicdansızlık, akıl almaz bir kadir bilmezlik yapmakta, sorumsuzca ve küstahça hadlerini aşmaktadır.
Bu bakımdan “kader”i yanlış anlayan ve anlatan söz konusu zihniyet mensupları şu gerçeği artık fark etmek zorundadır: İnsanların kendi kusurları nedeniyle başlarına gelen felaketlerin sorumlusu “kader”leri değil, o “felaket anına kadar” sergiledikleri tutum ve davranışları, yapmaları gerekirken yapmadıklarıdır. Zira kaderleri onların gidişatlarına göre şekillenmiştir. Nitekim Yüce Allah, bir toplum kendi halini değiştirmedikçe onların halini değiştirmeyeceğini haber vermektedir.[16] Dolayısıyla “kader” diyerek bütün suçu Yüce Allah’a havale etmek son derece sakattır/yanlıştır/saçmadır/zırvalamaktır.
Çünkü insanın başına gelen felaketlerin “büyük bir kısmında” kendi yapıp ettiklerinin, niyetinin, samimiyetinin, yapması gerekirken yapmadıklarının, yapmaması gerekirken yaptıklarının, kulluk bilincinin seviyesinin, dua ve isteklerinin, yıllar içinde oluşturduğu ve geliştirdiği alışkanlık, karakter ve kişiliğinin payı söz konusudur. Nitekim Yüce Allah; “De ki: ‘Herkes kendi karakterine göre hareket eder. Rabbiniz, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir”[17] buyurarak bu şâkileyi/karakteri/anlayışı/zihniyeti/seciyeyi/cibilliyeti oluşturanın kişinin kendi davranışları ve beslendiği kaynaklar olduğunu haber vermektedir. Dolayısıyla kişinin kaderini “büyük oranda” belirleyen kendi inançlarıdır; eylem ve söylemleridir; zihinsel tavrıdır; tasavvurlarıdır; sahip olduğu değerlerdir; birlikte olduğu insanlardan etkilenerek aldığı kararlardır; geliştirdiği ve sürdürdüğü hayat tarzıdır; vazgeçemediği ve bağımlısı olduğu alışkanlıklarıdır; meşrebidir; hayata bakışıdır vs…
Yani bir mü’min, Yüce Allah’a ve ahiret gününe bütün kalbiyle inanır, O’nun emirlerine uygun yaşamaya çalışır, son elçiyi kendine örnek alır ve İslâm’ın ilkelerini hayatının merkezine yerleştirirse “mü’min karakterine” göre davranmış olur.
Bir müşrik, imanına şirk bulaştırır, kendisine sahte kutsal varlıklar üretir ve bunlara tapınırsa “müşrik karakterine” göre hareket etmiş olur.
Bir kâfir, küfrü, inkârı, isyanı ve nankörlüğü hayat tarzı haline getirirse “kâfir karakterine” göre davranmış olur.
Bir münafık, nifakı, ikiyüzlülüğü, yalanı, emanete hıyaneti, sözünden dönmeyi, yağmacılığı tabiatı haline getirirse “münafık karakterine” göre hareket etmiş olur.
Bir fâsık, günaha dalar, tövbeye yanaşmaz, fıskı/fesadı/fücuru/açgözlülüğü yaşam tarzı edinirse ve kendini de muslih zannederse “fâsık karakterine” göre davranmış olur.
Bir mücrim, suç işlemeyi ve bunda ısrar etmeyi alışkanlık haline getirirse “mücrim karakterine” göre davranmış olur.
Bir zâlim, zulmü ve bozgunculuğu normal görür, çıkarları için adaletten ayrılır ve bunu bir yaşam tarzı haline getirirse “zalim karakterine” göre hareket etmiş olur.
Dolayısıyla herkes kendi inanç ve karakterine uygundavranışlar ortaya koyar ve yaptıklarından sorumlu olur. Yani; bir mü’min, Kur’ân ve sünneti rehber edinir, ilkeli bir hayat yaşar, içindeki şeytanî sesi etkisiz hâle getirir, “iyi bir karakter geliştirirse” cenneti hak eder. Ancak diğerleri ise, içlerindeki şeytani sesin ilginç öneri ve tekliflerine kanar, dost sandığı sinsi ayartıcıların peşinden gider, “kötü bir karakter geliştirirse” cenneti kaybeder, cehennemi boylar ve sadece kendine yazık eder. Zira bu sonu kendisi hazırlamıştır.
Şimdi bazı örnekler vererek konumuzu daha anlaşılır kılmaya ve yukarıdaki soruların cevaplarını vermeye/bulmaya çalışalım.
Mesela Yüce Allah’a bütün kalbiyle inanan, ahlaklı, ilkeli, erdemli ve dürüst bir erkek evlenmeyi ister, bütün sebeplere sarılır, iyi niyetle bu konuda ciddi emek sarf eder, sonrasında da Yüce Allah’tan hayırlısını talep eder ve sabrederse, günün birinde hiç umulmadık ve beklenmedik bir anda/bir yerde/bir ortamda kendisiyle aynı zihniyete sahip imanlı ve ahlaklı bir kızla karşılaşabilir, ona âşık olabilir ve Yüce Allah’ın izniyle onunla evlenip mutlu bir yuva kurabilir. Görüldüğü üzere her iki genç de evleninceye kadar Kitap ve sünnet ışığında ilkeli, dürüst ve onurlu bir hayat yaşamış, sabırla beklemiş, zinaya bulaşmadan tertemiz kalmayı başarmış, evlenecekleri adaya kendisini saklamış ve sonunda da muratlarına ermişlerdir. Bütün bunlar tesadüfen gelişmemiştir. Onların her ikisinin de gidişatlarını çok iyi bilen Yüce Allah gösterdikleri azme, kararlılığa ve samimiyete bakmış ve her ikisini birbirine yazmıştır. Yani birbirleriyle evlenmelerine imkân sağlamış, bu da onların kaderi olmuştur. Görüldüğü üzere kaderlerini şekillendiren öncelikle bu iki gencin kendileri olmuş, Yüce Allah da onların istekleri/beklentileri/duaları doğrultusunda bunu yaratmıştır. Çünkü “kul kesb eder, Allah da halk eder.” Yani; kul gayret eder/çalışır/emek sarf eder, Yüce Allah da yaratır.
Bu bakımdan kaderlerinin böyle güzel şekillenmesini isteyen her çağdaki mü’min erkek ve kadınların “böyle bir hayat tarzını” benimsemeleri gerekir. Çünkü Yüce Allah adalet ve hikmetinin gereği olarak kullarının çabalarını karşılıksız bırakmaz; dürüst ve erdemli kullarını “kendileri gibi hayırlı ve iffetli eşlerle” ödüllendirir; onları en uygun zamanda, en uygun eşle karşılaştırır; onların kaderlerini an be an şekillendirir; hak ettikleri denklerini bulmalarını sağlar. Görüldüğü üzere kaderin şekillenmesinde belirleyici olan kulların “irade ve inançları”, buna uygun geliştirdikleri “sürekli ve bilinçli yaşam tarzlarıdır.” Eğer “Evlilik kaderdir” diyenler böyle bir kader anlayışını savunuyorlarsa buna denilecek bir şey olamaz.
Ancak onlar, insanın irade-i cüziyyesini yok sayarak “daha anne karnında iken ömrü boyunca başına geleceklerin, şakî (kötü/bedhah) mi yoksa saîd (iyi/mutlu) mi olacağının yazıldığı”, “Berat kandili gecesi başına gelecek bir yıllık şeylerin yazıldığı” tarzında “toptancı bir kader anlayışını” benimsiyor ve “Yüce Allah’ın saniye saniye/an be an her şeyi yaratmaya devam ettiği gerçeğini” görmek istemiyorlarsa bizim bu tür sakat düşüncelere katılmamız hiçbir şekilde mümkün olmaz. Zira böyle bir anlayış yukarıda verilen Kur’ân’ın temel prensiplere tamamen terstir ve imtihan edilmenin mantığını da kesinlikle aykırıdır. Çünkü her şey belirlenmiş, senaryo yazılmış, roller dağıtılmışsa o takdirde insanları imtihan etmenin de hiçbir anlamı kalmamıştır.
Diğer taraftan Yüce Allah’a ve ahiret gününe hiçbir şekilde inanmayan, dinî ve ahlaki değerleri önemsemeyen, arzularını/şehvetlerini ilah edinen bencil ve ahlaksız bir erkek ise aslında hiç evlenmeyi düşünmemiş, gününü gün etmiş, “nerede akşam orada sabah”, “vur patlasın çal oynasın” bir hayat yaşamıştır. İşte böyle bir zihniyete sahip erkek de tıpkı kendisi gibi olan ahlaksız bir kızla meyhanede/barda/pavyonda/gece kulübünde/diskotekte/ otelde/konserde/partide/tatil yerinde karşılaşmış, her ikisi de birbirlerinin vücutlarına/bedenlerine vurulmuş, erotik duygular hissetmiş, birbirlerini çok beğenmişlerdir. Yaşam tarzları birbirine oldukça fazla benzeyen bu iki zânî (zinakâr) birbirini çılgınca arzulamış, “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” ve nihayet o ikisi evlenmeye karar vermişlerdir.
Görüldüğü üzere burada da söz konusu kişilerin kaderleri kendi isteklerine göre an be an şekillenmiş ve “layık oldukları kişiyi” bulmuşlardır. Yani her iki zinakârın kaderleri “istekleri/karakterleri/kişilikleri doğrultusunda” yazılmış ve böyle bir evlilik onların kaderi olmuştur. Bu da tesadüfen (rastgele/kendiliğinden) değil tamamen tevafuken (birbirine uygun olma/hak etme neticesi) gerçekleşmiştir. Zira âyetlerde de ifade edildiği üzere “temiz erkekler temiz kadınlara, pis erkekler pis kadınlara”,[18] “şeytani sesin fısıltılarını/taleplerini/arzularını ilah edinen ve zinayı alışkanlık haline getiren erkekler de aynı şekilde zinayı kişiliklerinin bir parçası haline getiren ve bunu savunan zinakar kadınlara yazılmıştır.”[19] Dolayısıyla pis işler yapan ve tövbeye yanaşmayan pis bir kadına, pis bir erkeğin yazılması kader değil kendi tercihinin doğal bir sonucudur. Zira o kadın öyle bir erkeği hak etmiştir. Allah Teâlâ da bu evliliği onun isteği doğrultusunda onaylamış, müdahale etmemiş ve yaratmıştır. Bu da onun kaderi olmuştur. Görüldüğü üzere kaderini şekillendiren yine insanoğlunun kendisidir.
Aynı şekilde dürüst ve erdemli olmayı yaşam tarzı haline getiren bir erkeğe de iyi bir kadının nasip edilmesi kendi yapıp ettiği “iyiliklerin, yardımların ve aldığı hayır duaların” bir sonucudur. Zira Yüce Allah’ın kendisi için belirlediği sünnetullah(Allah Teâlâ’nın yaratma ve yönetmesinde öteden beri süregelen ve değişmeyen kendi uygulaması, yaptığı işlerin derunî bir anlam ve amaç taşıması, faydalı bir gayesinin bulunması, belli bir düzen ve kural dâhilinde/çerçevesinde işlemesi vs…)böyle çalışmakta ve kişinin kaderi an be an şekillenmektedir. [Örneğin Kur’ân’da anlatılan Bilge Kul Hz. Cebrâil’in, Hz. Mûsa’ya “insanın kaderinin nasıl şekillendiğini örnekleriyle gösterdiği kıssa” bir de bu bakış açısıyla okunup değerlendirilmelidir.[20] Nitekim orada “fakir”, “mü’min” ve “sâlih” kullara Yüce Allah’ın yardımının nasıl ulaştığı anlatılırken söz konusu kişilerin yaptıkları “iyiliklerden” bahsedilmesi ve başlarına gelecek muhtemel sıkıntıların önceden bertaraf edilmesi oldukça manidar ve çok önemlidir. Çünkü kaderin doğru anlaşılabilmesi için bu kıssada verilen benzeri mesajlar üzerinde sağlıklı tefekkür şarttır. Ancak Hz. Mûsâ’ya rehberlik eden bu kulun “kendisine ölümsüzlük verilen Hızır/veli vs.” olduğu iddia edilir, bununla kast edilenin “bir melek” yani; “tüm peygamberlere rehberlik eden, onları eğiten, onlara vahyi getiren Hz. Cebrâil olduğu unutulur/umursanmaz/dikkate alınmaz ve bu gerçek hiçbir şekilde kabul edilmezse” o takdirde mezkûr kıssada verilen hayati önemdeki mesajlardan istifade etmek asla ve kat’a söz konusu olamaz, olmuyor da zaten.]
Diğer taraftan evlilik konusunda her bir bireyin durumu farklılık arz edebilir. Zira şartların değişmesiyle (mesela istiğfar ve tövbeyle, infakla, sadakayla, hayır duayla vs.) kaderin an be an yazılımında da bazı şekillenmeler her an söz konusu olabilir. Bu da imtihanın değişik versiyonları olarak değerlendirilebilir. Ancak her zaman değişmeyen bir gerçek vardır; o da şudur: Herkes hak ettiği karşılığı bir şekilde mutlaka ama mutlaka almaktadır.
Öyleyse “kader” diyerek bütün suçu Yüce Allah’a atmak doğru mudur?
Böyle bir söylem büyük bir aymazlık ve sorumsuzluk değilse nedir?
Adım adım böyle bir sonu kendisi hazırlayan kişinin tüm yaptığı pislikleri unutarak “Allah’ın takdiri işte!” demesi, sorumluluktan kaytarmaya çalışması tıpkı İblis’in yaptığı gibi Yüce Yaratan’a bir iftira, küstahlık ve saygısızlık değil midir?
Diğer taraftan kendini beğenmiş, burnu havada olduğu için her adayı küçümsemiş, makamı, rütbeyi, maddiyatı ve bedensel görünümü ön plana çıkartmış, ayağına kadar gelen iyi fırsatları geri tepmiş, böylece hiç evlenmemiş bir kız ya da oğlanın yalnız kaldığı yaşlılık yıllarında; “Evlilik kader canım! Demek ki benim kaderimde evlenmek yokmuş, o yüzden evlenmedim” diyerek bütün suçu Yüce Allah’a atması/saçmalaması/bühtanda bulunması büyük bir densizlik değilse nedir?
Böyle bir sonu egosu, bencilliği, kendini beğenmişliği, şımarıklığı, şirretliği, aymazlığı, açgözlülüğü, densizliği, ukalalığı, terbiyesizliği, birilerinin dolduruşuna gelmesi, çevresindekilere gösteriş yapma arzusu ve yanlış öncelikleri sonucu kendisi hazırlamamış mıdır? Bir suçlu arayacaksa o da kendisi değil midir? Bu ne büyük bir gaflettir! Böyle bir tavır Yüce Allah’a atılan korkunç bir iftira değilse nedir?
Açıkça; “Evlenmeyi ben istemedim, önceliklerim hep farklı oldu, bu önceliklere uygun bir aday da bulamadım ve onun için evlenmedim” demesi daha dürüst bir tavır değil midir? Kaldı ki kendi hataları sonucu evlenmeyen, evlenip boşanan, tövbeye yanaşıp kendisini düzeltmediği için tekrar benzer zihniyete sahip bir erkekle/kadınla evlenen ya da “ille de çalışan bir bayan” diye tutturan ve bu yüzden de hiç evlenemeyen bir erkek bu yaptıklarında büyük pay sahibi değil midir?
Ev hanımı olabilecek mükemmel kızları beğenmeyen, kendi hatalarını düzeltmek için gayret sarf etmeyen, yanlışından dönmeyen, iyi bir insan olmaya karar verip bunu samimi bir şekilde göstermeyen birisinin “iyi bir kızı hak edebilmesi” mümkün müdür? Önemli olan hatada ısrar etmemek ve yanlıştan bir an önce dönmek ve kendini düzeltmek değil midir? Kur’ân’ın tövbe ve istiğfar çağrısını bir de bu açıdan değerlendirmeyen ve Rableriyle samimi irtibat kurmayanların iyi bir evlilik yapabilmeleri olası mıdır?
Diğer taraftan aklıyla değil de duygularıyla hareket eden ve yanlış kararlar alan bir kızın; “Şans, kader, kısmet, nasip” diyerek zımnen Yüce Allah’ı suçlaması ne kadar ikna edicidir? Zira o kız, yaptıklarının doğal bir sonucuyla karşılaşmış, ahlaksız bir erkeğe âşık olmuş, kandırılmayı istemiş ve hak ettiği dengini bulmuştur. İsteğine ve o zamana kadar yaptıklarına göre kaderi şekillenmiş ve o adamla evlenmiştir. Bu nedenle söz konusu kız eğer o ahlaksız erkek tarafından her gün şiddete maruz kalıyor, aldatılıyor ve mutsuz oluyorsa, bu sonu kendisinin hazırladığını çok iyi bilmelidir. Çünkü o kız, Kur’ân’ın ilkelerini merkeze alan mü’min, muttakî, salih, sadık, iffetli, ahlaklı, erdemli, ilkeli, sorumluluk sahibi ama geliri düşük fakir bir erkek yerine “maaşı, evi ve arabası olan zengin, yakışıklı ama ahlaksız bir erkekten yana tercihini”[21] kullanmıştır. Böyle bir erkek de o kadını Yüce Allah adına “büyük bir söz vererek”[22] nikâhladığını umursamamış, onu kendi malı gibi görmüş, insan yerine koymamış, boşandığı zaman bile ondan vazgeçmemiş; “Ya benimsin ya da kara toprağın!” diyerek gidip o kadını hunharca katletmiştir.
Görüldüğü üzere eğer akılla değil de duygularla karar verilir, İslâmî değerler ötelenir, maddiyat ön plana çıkartılır ve karaktersiz adamlarla/kadınlarla evlilik yapılırsa böyle acı sonlarla karşılaşılması her zaman söz konusu olabilir.
Diğer taraftan böylesine bir gaddarlığı ille de zengin bir adam yapacak diye bir şey yoktur. İmansız, ahlaksız, iffetsiz, yobaz ve şeref yoksunu fakir bir erkek de karısını bu gözle değerlendirebilir, eşini insan yerine koymayabilir, malı gibi görüp emanete hıyanet edebilir ve aynı vahşeti “o alçak erkek” de sergileyebilir. Dolayısıyla her işin başı, Yüce Allah’a şeksiz şüphesiz iman ve “ahiret günü hesap vereceğini” bilmektir. Kısaca, dünya ve ahiretin mutluluğunu isteyen kimselerin İslâm dininin ilkelerini hayatlarının merkezine yerleştirmeleri ve Hz. Peygamber’in sahih sünnetini içselleştirerek yaşamaları elzemdir/şarttır/kaçınılmazdır.
Bu tür örnekler elbette çoğaltılabilir. Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz genel olarak böyledir ve her zaman bunun istisnaları olabilir. “Bunlar her zaman böyle gerçekleşir” gibi bir iddiamız söz konusu değildir. Zira Yüce Allah, kullarını gözetlemektedir, onların yaptıklarını da, söylediklerini de, hain bakışlarını da, kalplerinden geçenleri de çok iyi bilmektedir.[23] Ayrıca her insan, kendisinin nasıl bir karaktere/kişiliğe sahip olduğunun da farkındadır. Eğer bir kimse kendini kandırmaz ve sağlıklı tefekkürün hakkını verirse hatalarını görebilir. Ama sürekli “kendi yanlışlarının avukatı, başkalarının hatalarının savcısı” olmaya devam eder, özeleştiriyi rafa kaldırırsa doğruları görebilmesi imkânsızlaşır. Nitekim Hz. Âdem ve eşi suçu İblis’e atmamış,[24] Hz. Musa işlediği cinayetin sorumlusu olarak o ırkçı şahsı göstermemiş[25] ve Hz. Yûnus da yaptığı hatayı Ninovalıların üzerine yıkmamıştır.[26] Onlar, kabahatin kendilerinde olduğunu ikrar etmiş ve tüm mü’minlere özeleştiriyi öğretmişlerdir. Dolayısıyla kendilerini eleştirmeyen ve nefis muhasebesi yapmayanların hakiki anlamda tövbe edebilmeleri kesinlikle mümkün değildir. Kaldı ki böyle tiplerin haklı tenkitlere kulak vermeleri/katlanabilmeleri/anlamaları da oldukça zordur.
Kanaatimiz odur ki, kocasını beğenmeyen bir kadın şunu kafasının bir yerine iyice nakşetmelidir: Kendisi öyle bir kocayı “büyük oranda” geçmişte yaptıkları, ettikleri, söyledikleri, büyük konuşmaları, yanlış tercihleri, riyakârlığı, menfaatperestliği, açgözlülüğü sonucu hak etmiştir. Kocasını beğenmiyor ve sürekli onu kötülüyorsa bilsin ki kendisi de aynen onun gibi kötü bir insandır. O kadın kötü olduğu ve öyle kalmaya devam ettiği için o kocayı ve onun kötü muamelesini hak etmiş ve etmektedir. Zira o kadın evlilik öncesi evleneceği adayda “iman, ahlak, adalet, iffet, takva, hayâ, erdem, merhamet, şefkat” aramamış sadece ve sadece “boy, pos, fiziki görünüm, para, servet, nam, şan, makam, üniforma ve rütbe” aramıştır. Böyle bir sonu kendisi hazırlamış ve bu adamla da evlenmiştir. Ağlamaya ve sızlanmaya asla hakkı yoktur. Yani; kaderini kendisi şekillendirmiştir. Sonrasında da hatasını anlayarak yanlışından vazgeçmemiş, Yüce Allah’tan hayırlısını istememiş, iç dünyasında köklü bir değişim ve dönüşüm başlatmamış ve “Kaderim!” diyerek bu “hatasını” sürdürmüştür. Oysa tövbe etseydi ve müttaki bir kul olsaydı Yüce Allah ona mutlaka ama mutlaka bir “çıkış yolu” gösterir,[27] kocasının düzelmesi hususundaki dualarını kabul eder ve onu içinde bulunduğu o sıkıntılardan kurtarabilirdi.
Aynı şekilde karısını beğenmeyen bir adam da şunu kafasının bir yerine iyice sokmalıdır: Kendisi öyle bir kadını geçmişte yaptıkları, ettikleri, söyledikleri, büyük konuşmaları, yanlış tercihleri, riyakârlığı, vicdansızlığı, açgözlülüğü, menfaatperestliği, fiziki güzelliğe önem/öncelik vermesi sonucu kendisi hak etmiştir. Artık karısını beğenmiyor ve sürekli onu kötülüyorsa bilsin ki kendisi de aynen o karısı gibi kötü ve beş para etmez adamın tekidir. Çünkü kötü olduğu ve öyle kalmaya devam ettiği için o kadını ve kötü muamelesini hak etmiş ve etmektedir. Kendisi kimliksiz, kişiliksiz ve karaktersiz olduğu için karısı da ister istemez ondan etkilenmiş ve zamanla karısı da onun gibi kimliksiz, karaktersiz ve kişiliksiz birisi olmuştur. Zira o adam, evlilik öncesi evleneceği kadında “iman, adalet, ahlak, iffet, hayâ, erdem, merhamet, şefkat, sorumluluk, farkındalık ve dürüstlük” aramamış sadece “güzellik, endam, çekicilik, cilve, kırıtma, sırıtma, oynaşma, romantizm, erotizm vs.” şeyler aramıştır. Dolayısıyla böyle bir sonu kendisi hazırlamıştır; ağlamaya ve sızlamaya asla hakkı yoktur. Ancak onun da her zaman tövbe etme ve kendini düzeltme hakkı vardır; bu kapı onun için de kapanmamıştır. Çünkü niyet hayır olduğunda akıbette mutlaka hayır olacaktır.
Dolayısıyla böyle olan karı ve kocaların yapmaları gereken, öncelikle kendilerini düzelterek işe başlamalarıdır.[28] İlk adımı atar ve İslâm en güzel şekilde yaşamak için kararlı duruş sergilerlerse Yüce Allah’ın yardımı ve izniyle tekrar dünya saadetine erebilir ve mutlu bir aileye sahip olabilirler; zira “zararın neresinden dönülürse kârdır” sözü doğru bir sözdür.
Öte yandan “Dünyadaki kötülükleri engellemeyen, kullarını sakat bırakan, onları hastalandıran bir Tanrı âdil ve hakîm olamaz” diye saçmalayan kimi şahıslar da meselelere parçacı baktıkları, ön yargıyla hareket ettikleri ve sağlıklı tefekkürün hakkını veremedikleri için “büyük resmi görememekte” ve bu tür sakat sözler söyleyebilmektedir. Oysa Yüce Allah, kullarını “iyiliklerle” imtihan edebileceği gibi “kötülüklerle/musibetlerle/engellerle” de imtihan edebilir.[29] Bu musibetler insanın kendi yapıp ettiklerinden kaynaklanabileceği gibi, başka nedenlerden de kaynaklanabilir ve onun “farkına vardığı ya da varamadığı bir hayır” taşıyabilir. Belki bu musibetler insanı “başka kötülüklerden korumak” yahutsabreder ve isyan etmezse “ahirette karşılığı verilmek üzere” de başına gelebilir.
İşte “büyük resmi gören ve bilen” Yüce Allah’a teslim olup O’ndan hayırlısını istemek ve sabırla beklemek yerine “tek parçaya bakıp” isyan eden, bağırıp çağıran, strese, depresyona ve bunalımlara giren, “Niye ben?” diye ağlayıp sızlayan, anti-depresanlardan medet uman, cinci ve üfürükçülerin kapısından ayrılmayan birisi sadece kendine yazık eder. Dolayısıyla musibetler anında ve sonrasında her zaman Yüce Allah’a sığınmak, sadece O’ndan istemek, O’na teslim olmak ve O’na kulluğu tam yapmak gerekir.
Diğer taraftan eşler arasında ufak tefek sıkıntılar elbette yaşanabilir; ancak bütün bunlar iyi niyetle, sevgi ve saygıyla, sağlıklı iletişimle, hukuk ve ahlak kurallarına uyarak aşılır. Bununla beraber aşılamayan büyük sorunlar da söz konusu olabilir. Örneğin anne ve babasının zorlaması sonucu kötü bir kadın ya da erkekle evlenmek zorunda kalan birisi sabreder ve mükâfatını sadece Yüce Allah’tan ister ve beklerse hak ettiği karşılığı ileride alabilir ve cenneti elde edebilir. Nitekim Hz. Lût’un ve Hz. Nûh’un kâfir eşlerine,[30] Firavun’un “mü’mine karısının” da kâfir Firavun’a sabretmesi[31] ancak bu şekilde açıklanabilir. Dolayısıyla Yüce Allah’tan her zaman hayırlısını istemek, salih bir kul olmaya çalışmak ve güç yetiremeyeceği zor şeylerle imtihan edilmekten yine O’na sığınmak[32] gerekir. Zira bu, her zaman en doğru, en mantıklı ve en geçerli yoldur.
Bu ve benzeri örnekler aklını kullananlar için yeterlidir; uzun lafa gerek yoktur. Hâlâ gerçekleri anlamak ve kabul etmek istemeyenlerin yapmaları gereken “doğru, sahih ve güvenilir dinî bilgiler edinmeye” başlamaları, hatalı din yorumlarından/sapkın fikirlerden kurtulmaları ve bunları kaldırıp çöp sepetine atmalarıdır.
Özetle, “evlilik kader değil, kişinin kendi tercihleri sonucu oluşan birikimlerin toplam neticesidir.” Evliliğe “kader” diyerek toplumda “kaderciliği/cebriyeciliği” yaygınlaştırmak, insanları yanlış bilgilendirmek, kulların sorumluluğunu rafa kaldırmak ve Yüce Allah’ı yanlış tanıtmak çok büyük bir vebaldir. Çünkü böyle yanlış bir kader anlayışının toplumda yaygınlaşması sonucu insanlar ister istemez işin kolayına kaçmakta; “Boşanmak da benim kaderimde varmış!” diyerek küçük problemleri bahane etmekte, mahkemeye başvurup derhal boşanmakta, sonrasında bunalımlara girmekte, Yüce Allah ile manevi bağını koparmakta, daha sonra “Neden ben? Neden ben?” diye utanmadan O’nu suçlamakta, Yüce Allah’tan gitgide uzaklaşmakta, O’nu sevmemeye başlamakta, sonunda şeytanlara yakınlaşmakta, onların rotasına girerek dalalete düşmekte, kendi eliyle kendi sonunu/kendi ateşini/kendi cehennemini kendisi hazırlamaktadır.
Görüldüğü üzere böyle durumlara sebebiyet verenler; “yarım hoca/hoca müsveddesi/çakma ilahiyatçı/din tüccarı vs.” ile “aklını rafa kaldırarak onlara inanan sorumsuz ve düşüncesiz” insanlardır. Hâlâ evliliği “kader” olarak gösterip insanları yanıltanlar ile bu hoca müsveddelerine inanarak gerçeği araştırmayan zavallılardır. Bir başka ifadeyle sözün en güzelini aramayan ve ona sarılmayan,[33] sağlam temeller üzerine bina edilmiş söz/görüş/fikir/kanaat/düşünce yerine vahyin aydınlatmadığı hayat tarzının ürünü olan “seviyesiz, basit, çürük, sapkın ve bozuk düşüncelere” ittiba eden, araştırmadan ve sorgulamadan körü körüne bunları savunanlardır. Bunlar hiç kuşkusuz günahsız değillerdir.
Sonuç olarak evlilik, birilerinin söylediği gibi “önceden yazılmış kader” değildir; kadın ya da erkeğin kendi yapıp ettiklerinin doğal sonucu olarak “hak ettikleri denklerini/layıklarını” bulmalarıdır. Yani öyle bir kadınla evlenen erkek o kadını hak ettiği için onunla evlenmiştir. Ya da öyle bir erkekle evlenen kadın, o erkeği hak ettiği için onunla evlenmiştir. Kısaca “kader”, büyük oranda kişilerin isteklerine göre an be an şekillenmiştir. Kimsenin sorumluluktan kurtulmak için Yüce Allah’ı “suçlu” ilan etmeye hakkı yoktur. Bunu yapanlar her asırda karşılarında gerçekleri haykıran samimi ve güvenilir İslâm âlimlerini bulacaklardır. Ancak akıllı mü’minlere düşen görev, gerçekleri savunan bu tür muslih âlimleri arayıp bulmak, onlara sahip çıkmak, onların fikirlerini desteklemek, bunları toplumda yaymak, yarım hocaların/sahte şeyhlerin/sözde mollaların/cahil din adamlarının/sahte babaların/sahte dedelerin/sahte ahuntların/çakma ilahiyatçıların/din tüccarlarının/sözde akademisyenlerin hezeyanlarından ve saçmalıklarından kendilerini kurtarmaya çalışmaktır. Akl-ı selim ile hareket edip sağlıklı tefekkürün hakkını vermektir. Aksi halde kendi düşenin ağlamaya hakkı yoktur; olmamıştır ve bundan sonra da olamayacaktır.
[1] el-Mülk 67/2.
[2] Eş’arî, Makâlât, s. 229-231; Kâdı Abdulcebbâr, el-Muğnî, I, 177-178; Şehristânî, el-Milel, I, 45; Şehristânî, Nihâyetü’l-İkdâm, nşr. A. Guillaume, London 1934, s. 397-398.
[3] el-Bakara 2/286; e-Fussilet 41/46.
[4] ez-Zilzâl 99/7-8; el-Enbiyâ 21/47.
[5] en-Necm 53/39-42.
[6] el-İsrâ 17/13-15.
[7] er-Rahman 55/29.
[8] en-Nahl 16/61; el-Fâtır 35/45.
[9] el-Bakara 2/152.
[10] et-Tevbe 9/67.
[11] Muhammed 47/7.
[12] el-Ahzâb 33/70-71.
[13] İbrâhim 14/7.
[14] er-Ra’d 13/11; el-Enfâl 8/53.
[15] el-Furkân 25/77
[16] er-Ra’d 13/11; el-Enfal 8/53.
[17] el-İsrâ 17/84.
[18] en-Nûr 24/26.
[19] en-Nûr 24/3.
[20] el-Kehf 18/66-82.
[21] el-Bakara 2/221.
[22] en-Nisâ 4/21.
[23] el-Mü’min 40/19.
[24] el-A’râf 7/23; el-Bakara 2/37; et-Tâhâ 20/121-123.
[25] el-Kasas 28/15-17.
[26] el-Enbiyâ 21/87-88.
[27] et-Talak 65/2-3.
[28] el-Mâide 5/105.
[29] el-Enbiyâ 21/35; el-Bakara 2/155.
[30] et-Tahrim 66/10.
[31] et-Tahrim 66/11.
[32] el-Bakara 2/286.
[33] ez-Zümer 39/18, 23; el-Câsiye 45/6.
10 yorum
Cok cok dogru ver guzel anlatmissiniz hocam elinize emeginize yureginize saglik simdi daha net anliyorum herseyi bilmiyorduk yanlis bikiyorduk simdi ogrenmis oldum arastirarak iyiki bakmisim okumusum arastirmisim,bastan sona tekrar tekrar okudum anladim,ne denirki dogru soze hersey ortada biz sadece dua ediyoruz,Allahtan diliyor umuyoruz evliyim cocuklarim var hamdolsun zorluklarimda oluyor olduda ,cok agladim sizlandim bazen kader dedik hasa isyankar olduk meger oyle degilmis hersey bizim elimizdeymis,artik birseyleri duzeltmenin zamani geldi geciyor bile,ben her zamanki gibi yine dua edip umud edip bekliyecegim ve Alaha tevekkur edip ona siginip insallah diyorum ve geriside Allahin takdirine birakiyorum hayir gelsin hayir olsun herseyde,diyorum ve Allah sabredenlerden eylesin bizleride insallah umud ettigimiz o mutluluk bizede nasib olsun amin…Allaha emanet olun sagolun varolun saygilarimla…
Hocam bende evlilik kaderderdim cehalet nekötü birşey teşekürler sağolun
Cennet hanım,
Ben teşekkür ederim. Dualarınızı beklerim… Allah’a emanet olunuz! Selam ve saygılarımla…
Merhaba, yazdıklarınızı okudum ve beni tatmin etmediler lütfen aydınlatın beni. Şimdi diyorsunuz ki kişi layığını bulur, genel oranda doğru olsa bile bu cümleniz layığını bulmayan insan yok mu? E o zaman bu konudan sizce de çok yüzeysel bahsetmiş olmuyor musunuz? Misal, bir paragrafta şuna benzer bir cümle kurmuşssunuz “kızın burnu havadaysa ve bu sebeple evlenememişse suçu başkasına atmamalı” bence bu söz bir noktaya kadar doğru bir noktadan sonra şunu sorarım ama burnu havada olup da onu bunu beğenmeyen biri bir gün bir insan ile tanışıp üstelik beğenmediklerinden o kişinin tabiiyle daha aşağı konumda olan bu yeni kişiye evet diyip evlenemez mi? Bunun hiç örneğini görmediniz mi?
Burada evlilikteki her durumu biz geçmişimizle inşa ederiz gibi bir anlam oluşmuş fakat herkes mi hak ettiğini buluyor, bazıları hak etmedikleri halde kötü bir evliliğe mahkum olamaz mı onun sınavı da belki kötü evlilik olacak ama yazdıklarınızdan tüm suç taraflarda gibi bir anlam çıkıyor.
Evlenememek bizim seçimimiz gibi bir anlam çıkmış bu da yanlış değil mi sonuçta hayatımızın büyük bir kısımını şekillendirecek bir şey sadece bize mi bırakılmış olabilir bana eksik gelen bir şeyler var burada, siz açıklayın lütfen en basitinden “o kişiyi” istemeyip bir başkasına evet dersek doğacak çocuklar bile değişmez mi? O zaman da dünyaya gelecek insanın kararını biz mi veriyoruz. Şöyle daha açık bir şekilde sormak istiyorum annem ve babam birbirini herhangi bir sebepten dolayı tercih etmeyip başka insanlarla evlenseydi o zaman ben hangi ailede doğacaktım ya da doğacak mıydım?
Gökçen kardeşim,
Makaleyi baştan sona dikkatlice okursanız sorularınızın bütün cevaplarının orada mevcut olduğunu görürsünüz.
Sizin bahsettiğiniz o detaylara da biz makale de temas ettik.
Genellemelerin yanlış olacağını da ifade ettik.
Makaleyi dikkatlice okuduktan sonra hala kafanızda cevabını bulamadığınız sorular olursa onları yazarsanız cevaplayabiliriz.
Hayırlı günler
hocam makalenizi okudum cok tesekkurler. Benim aklıma takılan kısım şu oldu. Örneğin biz de iyi olmaya çalışan bir insanız ve evlenmek istiyoruz fakat kısmetimiz cikmiyorsa bu Allah’ın takdiri değil midir? Burada kader devreye girmez mi?
Melisa kardeşim,
Burada hala “Kader devreye girmez mi” diyorsunuz. Burada kader devreye girmez.
Çünkü
Kader an ve an şekillenmektedir.
Kader, yazılıp bitmemiştir.
Kader, alnımıza an ve an yazılmaktadır.
Dolayısıyla siz evlenmek istemediğinizde kaderiniz bu şekilde cereyan etmektedir.
Daha kalitesiz birini tercih ederek evlenmeniz halinde de bu sizin sorumluluğunuz/kaderiniz olacaktır.
Ayrıca herkes evlenecek diye bir şart da yoktur.
Herkesin evlenmesini tabii ki biz de arzularız.
Ama kaliteli adaylar olmadığında evlenmemeyi tercih etmek de bir seçenektir.
Seçenekleri belirleyen ise i̇nsanın özgür iradesidir.
Dolayısıyla öncelikle kader anlayışımızı düzeltmemiz gerekmektedir.
Şu an Müslümanların çoğunluğunun kader anlayışı sakat bir kader anlayışıdır.
Öncelikle herkesin bu sakat kader anlayışını düzeltmek için çaba sarf etmesi gerekmektedir.
Selam ve sevgilerimle
evet hocam sizi anlıyorum fakat o kişinin karşımıza çıkıp çıkmaması bizim elimizde olmuyor bunu ne olarak adlandırmak lazım?
yanlış anlasilmasin size karşı cikmak değil niyetim öğrenmek hocam cok tesekkurler.
O kişinin karşınıza çıkıp çıkmaması sizin elinizde.
Çünkü siz geçmişte yaptığınız eylemlerle öyle birisini hak etmiş oluyorsunuz.
Karşınıza çıkacak kişinin iyi veya kötü olmasını yine sizin geçmişte yapmış olduğunuz davranışlar belirliyor.
Yani siz kaderinizi kendinizi şekillendiriyorsunuz. Kaderiniz an be an şekilleniyor. Kaderiniz alnınıza an be an yazılıyor.
Yani siz öyle bir adamı hak ediyorsunuz.
Makalede bunları anlattım zaten.
Dikkatle okumanızı öneririm.
Dediğim gibi öncelikle bu sakat kader anlayışının düzeltilmesi şart.
Doğru kader anlayışına sahip olduğunuzda ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.
Selam ve sevgilerimle
Kıymetli hocam zahmet buyurup konuyu teferruatlarıyla izah etmişssiniz,
Elleriniz yüreğiniz dert görmesin sevgiyle kalın ilminiz daim olsun teşekkürler