Şimdiye kadar kadına yönelik şiddetle ilgili olarak pek çok yazar, bilim adamı, psikolog, sosyolog, avukat, kadın dernekleri ve düşünürler tarafından pek çok şey yazıldı, hala da yazılıyor ve bu konuda sürekli konuşuluyor. Her ne kadar İçişleri Bakanlığı tarafından bu olaylarda büyük ölçüde azalma olduğu açıklandıysa da, ekranlarda ve gazetelerde kadına şiddet ve cinayet haberlerine hemen her gün dayanılması güç görüntülerle yer veriliyor.
Her yıl Dünya Kadınlar Günü kutlamalarında, kadına yönelik şiddet gündem başı. Şiddete başvuran erkeklere evden uzaklaştırma ve hapsetme gibi yaptırımlar uygulandığı halde, sorun hala şiddetini ve sıklığını artırarak devam etmekte. Bunlara ek olarak, kadının utancı ya da erkeğin baskısıyla gizli tutulmuş olaylar olabileceği de unutulmamalı.
Eşi tarafından şiddete maruz kalan kadınlardan eşinden ayrılma yolunu seçenler olduğu gibi, çeşitli nedenlerle her şeye karşın eşinden ayrılmak istemeyenler de bulunmaktadır. Kadınlar genellikle çocuklarını babasız bırakmamak, çocukların babaya verildiği durumda kendisine gösterilmeyeceği korkusu, çocuklara tek başına bakabilmeye yetecek ekonomik gücü olmadığı için çocuklarını eşine vermek istemediğini söylemektedirler.
Eşi ile ilgili olarak da, eşinden şiddet gördüğünü ancak eşinin bundan pişmanlık duyduğunu ve ağlayarak özür dilediğini, ayrıca kendisinin de eşini sevdiğini söyleyenler bulunmaktadır. Bu durumu ailesine şikâyet edemeyeceğini, şikâyet ederse ailesinin onu eve götüreceğini ve bu ayrılığa dayanamayacağını, ayrıca ailesinin yanına dönerek ailesini utandırmak istemediğini ileri sürmektedir. Dövülen kadınların bir kısmı ise ailelerinden bekledikleri desteği göremedikleri için onlardan sakladıklarını ifade etmektedirler.
Kadına kıyasla erkeğin üstünlüğü iddia edilse de, her ikisinin başta insan olmakla eşit oldukları aşikârdır. Bu özellik her ikisine insan gereksinimleri ve hakları açılarından eşitlik sağlar. Ancak hiçbirine üstünlük sağlamasa da her ikisi de doğuştan farklı roller ve bu rollere uygun anatomik ve fizyolojik özelliklerle donatılmışlardır. Aslında çocuk erkek ya da kız olsun, belirli bir yaşa kadar varlığını sürdürebilmek için anneye yani kadına bağımlıdır. Çocuğuyla daha embriyo durumundayken ilişkiye giren anne, karnında taşıdığı çocuğunun beslenme, büyüme, gelişme ve dünyaya hazırlamada aracılık eder. Çocuk doğduktan sonra onu besleyen, koruyan-kollayan, büyümesini ve gelişmesini sağlayan ve onu hayata hazırlayan yine annedir. Bu yüzden kadın, her alanda güçlü ve sağlıklı çocukların yetiştirilmesinde üstlendiği işlevlerle ülkenin geleceğini belirleyici bir rol üstlenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk de kadının bu rolü ile ilgili olarak “Bu millet modern olmaya devam edecekse, bu, kadınlar sayesinde olacaktır. Kadınlar! Özgürlüğünüzü ve ruhunuzu baskılardan kurtarın” diyerek kadının hiç kimsenin etkisinde kalmamasını ve baskı altına girmemesini öğütlemiştir.
Tüm bunlara karşın şiddetle ilgili etkinliklerde kadın mağdur ve korunmaya muhtaç gösterilerek, onun güçsüz ve aciz olduğuna vurgu yapılmaktadır. Konuya ilişkin tartışmalarda ayrıca, kadının her yönden güçlendirilmesinden söz edilmektedir. Bu çok olumlu bir öneri gibi görünmekle birlikte, kadın yine edilgin duruma düşürülmektedir. Ayrıca, kadının sürekli aciz ve yardıma muhtaç olarak gösterilmesinin toplum önünde kadını bu imajla tanıtma ve kendisini böyle olmaya ve böyle duyumsamaya koşullandırabileceği göz ardı edilmemelidir. O yüzden güçlendirilmelidir yerine güçlenmelidir önerisinde bulunulması daha doğru olur.
Aslında kadınların konu ile ilgili duygu ve davranışlarının temeli evde daha çocukken atılmaktadır. Kendisine küçük yaşlarda edilgin rol biçilen ve örnek olarak annesini gören ve erkek kardeşlerine hizmet etmekle görevlendirilen kız çocuğu, evlendikten sonra kolayca erkeğin himayesine ve emrine girebilmektedir. Erkek ise her konuda haklıdır, güçlüdür, evde son söz onundur, kendisine her türlü hizmet verilmelidir, gibi önermelerle yetiştirilmiş olarak eşlerinin beklentilerini koşulsuz karşılamayı kabullenmeye hazırdır.
Genellikle erkeğin teklifi ile başlayan evlilik birlikteliği, karşılıklı sevgi, güven, dayanışma, üzerine titreme, koruyup kollama, her türlü güzellik ve güçlüğü paylaşma ve özeli koruma gibi temeller üzerine kurulur. Taraflar birbirlerine bu konularda söz verirler. Başlangıçta eşler, heyecan ve sevinçle pek çok güzelliği paylaşırlar. Ancak, birlikte pek çok sorunun üstesinden gelmenin verdiği hazzı tatmış, en önemlisi de çocuklarının doğumu gibi mucizevi bir olayda birbirlerini tamamlayarak büyük bir heyecan yaşamış olan bu iki insan günün birinde birbirlerine yabancılaşarak özellerini dışarıya taşımakta ve bozulan ilişkilerini onarılamayacak duruma getirmektedirler. Bu durumda kadın, çocukluğunda kendisine sürekli dayatılan edilgin rolün de etkisi ile kendine sığınacak bir yer arayışına girmektedir. İşte bu nedenle sürekli kadının güçlendirilmesi, eğitilmesi ve kendine yeterli duruma getirilmesinden dem vurulmaktadır.
Oysa üniversite eğitimi görmüş kadınlarda da şiddet görenlerin oranlarının oldukça yüksek olması, bu önermenin tek başına yeterli olmadığını göstermektedir. Kaldı ki, sadece kadını ele alma veya kadına kucak açma eşler arası uçurumu daha da artıracağından, kadının tutum ve davranışlarının erkeği daha çok rahatsız etme gibi bir olasılığı da vardır. Bu yüzden şiddet olaylarının daha başından önlenmesinde, erkeğin de ele alınarak sorunların çözümüne eşit ağırlıklı katkıda bulunulması sağlanmalıdır. Denilmek istenilen o ki, sorunu yaşayan kadın ve erkek birlikte ele alınmalı ve soruna birlikte çözüm getirecek önlemlerin saptanmasında her ikisine de eşit sorumluluk verilmelidir. Bilgileri ve davranışları onlara dayatmak yerine, kendi aralarında başlayan olayların neden ve nasıl oluştuğunu en iyi kendileri bildikleri için, en geçerli çözümü de kendilerinin üretebilecekleri hakkında düşündürülmelidirler.
Düşündürülmesi gereken konulardan en başta gelenler, eşitlik ilkesi ve kadınla erkek arasındaki farklıklardır. Konuya eşitlik ilkesi açısından bakıldığında, kadınlar ve erkekler aynı insani ve yasal haklara sahiptirler. Anayasa’nın 10. maddesinde “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür.” hükmü ile kadın yasal olarak güçlendirilmiştir. Kız çocuklarımızın eğitimine verilen önem ve yapılan yatırım, yarının güçlü toplumu ve üretken ekonomisini mümkün kılacaktır denilmektedir.
Ne var ki, kadın ve erkeğin yaradılış farklılıkları olduğu da bir gerçektir. Her ikisinin de birer insan olarak fizyolojik gereksinimleri aynı olduğu halde, kadın ve erkek, çocuğun dünyaya gelmesinde farklı işlevleri yerine getirmek üzere farklı donatılmışlardır. Uzman görüşlerine göre bu iki grup duygu, düşünce ve olaylar karşısında tutum, yaklaşım ve davranışlar yönünden de ayrışmaktadırlar. Bu nedenle, uyumlu bir beraberlik için her ikisinin ayrıştığı noktalar üzerinde durularak kadın ve erkeğin hem kendisini hem de eşini tanıması ve anlaması sağlanmalıdır. Her ikisi de bu ayrıcalıkların tarafları rahatsız eden etkilerinin zamanla birikerek, günün birinde şiddeti tetikleyen sürtüşmelere neden olabileceği konusunda düşündürülmelidir.
Kadın ve erkeği ayrıştıran pek çok ayrıcalık olduğu ve bunların doğuşta başladığı söylenilmektedir. Uzmanlar tarafından söylendiğine göre, kız bebeklerin zamanlarının çoğunu çevreyi gözlemleyerek geçirdikleri, emeklerken de aynı davranışı sürdürdükleri, erkek bebeklerin ise hemen hedefe odaklandıkları dile getirilmektedir. Bir restorana giren erkeğin doğrudan buluşacağı kişiye yöneldiği, kadının ise diğer masalardakileri de incelediğinden gözlemlerinde ayrıntıya önem veren kadının, bunları aktarırken de ayrıntılara yer verdiğinden söz edilmektedir. Yine kadının, isteklerini doğrudan açıklama yerine erkeği konuşarak ikna yolunu seçtiği, erkeğin ise buna tahammülsüzlük gösterdiği, kadının sözünü keserek soruna tek başına çözüm getirmek istediği ve konuşmanın sonlandığı söylenir.
Kız çocuklarının bebeklikte başlayan ve daha sonra geliştirdikleri gözlem yeteneklerinin onları iş yaşamında daha başarılı bir yönetici yaptığı, ayrıca kız çocukların erkek çocuklarından daha önce konuşmaya başlamaları ve büyüme sürecinde adet gördükten hemen sonra büyüme sürecini tamamlıyor olmaları, kadın ile erkek arasındaki sayısız ayrıcalıktan sadece bir kaçıdır.
Günümüzde kadınlar hemen her alanda, özellikle iş hayatında ve yönetimde doğuştan gelen yeteneklerini kullanarak detaycı, titiz, sabırlı, uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir yaklaşımla başarılı çalışmalar sergilemektedir. Ne var ki, eşi tarafından bugünkü kabullenilmesi güç durumlarla ve söylemlerle karşılaşmaktadır. Oysa Ahmet Taner Kışlalı’nın “Kadınımızın Tarihçesi” adlı çalışmasından kadının geçmişte saygın bir duruş sergilediği, her konuda özgür ve özerk bir konuma sahip olduğu, ülke yönetimine katıldığı ve kendisiyle ilgili kararları özgürce alabildiği ve toplumsal alanda etkin ve etkili rol oynadığı anlaşılmaktadır.
Anılan çalışmaya göre, eski Türk boylarında kadın özgür ve eşit bir toplumsal konuma sahipti. Ziya Gökalp’e göre ise eski Türkler hem demokrat hem de feministtiler. Türklerde feminizmin birinci nedeni toplumda var olan demokrasi, ikinci nedeni ise Türklerin o zamanki dini olan Şamanizm’in kadındaki “kutsal” güce dayanmasıydı. Hukuksal açıdan kadın ve erkek tamamen eşitti. Erkeğin sadece bir zevcesi / karısı olabilirdi. Kadınlar doğrudan doğruya hükümdar, kale muhafızı, vali ve elçi olabilirlerdi. Kızlar, kendileriyle evlenmek isteyen erkeklerle bir çeşit düello yapıyor ve kendilerini yenemeyen erkeklerle evlenmiyorlardı. Ev karı ile kocanın ikisine aitti. Çocukların velayeti konusunda baba kadar anne de hak sahibiydi. Eski Türk topluluklarında, devlet başkanlığı hatun ve hakanın ortak sorumluluğu ile yürütülürdü. Yasa niteliğindeki emirnameler, her ikisince imzalanmadan uygulanmazdı. Kadın devlet yönetiminde, hatta sporda bile etkin rol oynuyordu. Elçi kabulü dâhil bütün önemli törenlerde hakan ile hatun beraber bulunurlardı. Böylesine önemli işlevleri yerine getirmiş, savaşlarda da yerini almış kadınlara zaman içerisinde bazı etkenlerle bazı konularda sınırlamalar getirilmiştir.
Türk kadınının konumundaki iyileştirmeler, Tanzimat’tan sonra yeniden başladı. Kız çocuklarının ilk ve ortaokullara gitmesine 1858 yılında izin verildi, ebe okulu ve kız öğretmen okulu açıldı. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ilk kız lisesi açıldı. Atatürk Türk kadınına çağdaş bir konum kazandırma düşüncesini uygulama çalışmalarına başladı ve kadının “vatandaş” bile sayılmasına karşı çıkan milletvekillerinin neredeyse çoğunlukta olduğu bir Meclis’te ve Kurtuluş Savaşı’nın en korkulu günlerinde, Türk kadınını en ileri toplumlardaki yasal haklara sahip kılmak için adımlar attı. Bu sürecin son aşaması olarak, Türk kadını 5 Aralık 1935’te seçme ve seçilme hakkına kavuştuğu zamanlar, demokrasinin beşiği sayılan bazı Batı ülkelerinin kadınları bu haklara sahip değildi.
Gelecek yazım, “Evlilikte kadına şiddet üçlüsünde erkek” başlıklı yazımda buluşmak üzere.
KAYNAK
“Kadınımızın Tarihçesi” Ahmet Taner Kışlalı
3 yorum
Yine beğendiğim stille yazılmış bir yazı. Osmanlının haremle vurgulanmış kadın imajı unutulmuş ama olsun. Başlıkta takıldım biraz. Evlilikte kadına şiddette kadın, erkek… üçüncüsü!!!
Emeğinize sağlık
Merakla bekliyorum.
Öncelikle zaman ayırarak yazımı okuduğunuz ve yorumunuzu yazdığınız için teşekkür ederim. Haremin eksikliğine dikkat çekmeniz yerinde bir hatırlatma. Kadınlar tam anlamıyla istismar edilmiş ve pek çok şeyden mahrum bırakılmış. Adeta yaşamdan koparılmış. Türk boylarından Tanzimat’a atlayış nedenim yazıyı daha fazla uzatmamaktı.
Ben şiddette anne, baba ve çocuğu “üçlü” olarak görüyorum. Bundan sonra baba ve çocuk gelecek. Yani üçüncüsü değil de üçlü demek istedim.
Sizi tanımak için araştırdım. Ancak karşıma ayni adda bir kaç kişi çıktı. Emin olamadım.
Yorumlarınız beni motive ediyor. Tekrar teşekkürler.
Yazdığım gibi değişik bir yazı stili. Önce yazdığınız konunu parçaları sanki hava da asılı gibi duruyor. Ama metin ilerledikçe her bir parça havada hareket ederek kendisiyle ilgili parçayla birleşiyor. En sonda bütüne ulaşıyor metin. Metni okumak insanda güzel duygu uyandırıyor.
Merakla bekliyorum.