“Üniversiteler kendi uhdelerindeki fakülteler üzerinden evrensel bilgi üreten kurumlardır.” Bu cümleyi yazdığımız andan itibaren, bu cümlenin söyledikleri, söyleyemedikleri ve bu cümleye kritik ederek eklenecekler dikkate alındığında üniversite kavramının çok boyutlu tartışmasına girmiş oluruz.
İngilizce sözlüklerde maharet, yetenek gibi anlamlara gelen fakültenin bu anlamından yola çıkıldığında, üniversitelerin birimleri olarak fakülteler insana değen ve insanın ihtiyacı olan farklı unsur ve yetilerin birer çalışma alanı haline gelmesini ifade etmektedir. Kant üç üst yüksek fakülte olarak İlahiyat, tıp ve hukuktan bahseder. Diğerleri alt fakültelerdir. Üniversiteler bilim yapan kurumlar olarak “evrensel”liği hedeflemek durumundadırlar.
Bugün üniversitedeki sorunları çok boyutlu olarak ele almak mümkündür. Fakat burada “evrensellik” kavramının etrafından fazla ayrılmadan birkaç boyutu birbirleriyle ilintili olarak analiz etmek istiyoruz. Öncelikle üniversiteler bir ülkenin sosyal, siyasal, ekonomik vb. açılardan temel dinamiği ve lokomotifini oluşturur. Bu sebeple, özellikle Türkiye gibi ülkelerde atılım nereden başlamalı şeklindeki bir sorunun kanaatimizce tartışmasız cevabı üniversitelerdir.
Batı ile ilgili bazı değerlendirmeler, Batı’nın bugün var olan egemenliğini daha çok siyasi güç ve sömürüye bağlamaktadırlar. Elbette Batı’nın bir siyasi gücü ve sömürüden gelen pozitif gelirleri vardır. Fakat Batı’nın teknolojisi, siyaseti, hukukuna vb. (fakültelerine) zemin sağlayan şey, evrensel bilginin, eleştirel tartışmanın yapıldığı geleneği olan üniversiteleridir. Burada Batı üniversitelerinin bir geleneğin varlığına özellikle dikkat çekmek isterim.
Bu bağlamda Türkiye’de üniversite söz konusu olduğunda beş noktaya değinide bulunmak mümkündür.
Birincisi, Türkiye’de üniversitelerde özellikle lisans eğitimi öğrenciler nezdinde “bir ekmek meselesi” olarak anlam kazanmıştır. Doğrusu sınıfsal mobilizasyonun mümkün olduğu en başat alanlardan birisi üniversite eğitimidir. Elbette üniversitelerin bir meslek kazandırma anlamında fonksiyonu vardır. Ancak yıllar içerisinde üniversitelerin, evrensel bilgi üretimi, eleştirel tartışma ve fakülteleriyle ülkenin lokomotifi olma hedeflerinin kendi vasatını yakalayamadığını görmekteyiz.
İkincisi, Türkiye’de yerleşik bir üniversite geleneğinden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Uzun süredir faaliyet yapan ve başarı gösteren üniversiteler vardır. Ancak gerek üniversite sayılarının artışı gerekse üniversitelerin işleyişine dair sıklıkla değişen ilke ve müfredatlar bir yerleşikliği engellemektedir. Özellikle Türkiye’nin son elli yılındaki hızlı değişimler ile toplumsal, ekonomik, kültürel vb. birçok alanlarda siyasetin kendi özgül ağırlığının ötesinde etkisi, açıkçası özelde üniversitelerde de bir gelecek projeksiyonu çizerken yüzünü siyasete döndürme gibi bir refleks ortaya çıkarmıştır. Üniversitelerin bu siyasetlerden belirli oranda özerk olarak gelişmesi, evrensel bilgi, eleştirel düşünce açısından sağlanması gereken bir asgariliktir.
Üçüncüsü, Üniversite ile toplumun birbirine daha fazla değmesi gerekmektedir. Bu cümle iki hususa göndermede bulunmaktadır. İlkin, üniversitelerin kendi toplumlarından başlayarak insanlığa doğru açılacak şekilde temel problemler üzerine odaklanmalı; sorunlardan ve toplumlardan soyutlanmamalıdır. İkincisi de, buna bağlı olarak üniversite hocalarının görevli bir memurdan ziyade kendilerini entelektüel olarak konumlandırmaları gerekmektedir. Bu toplumsal bir yükümlülük olarak, üniversite hocalarının popüler gazete ve dergide yazmaları, toplumla daha fazla kesişme alanları yaratmaları demektir aynı zamanda.
Elbette üniversiteler bilimsel ve akademik bir düzeyde bilgi üretimi yaparlar. Fakat farklı toplumsal tabakaların dillerini konuşmak konusunda üniversitelerin imkan geliştirebilmeleri mümkündür ve aynı zamanda farklı bilme türlerini de bu çerçevede deneyimleyebilirler. Fakat bu önerinin anlamı; üniversite hocalarının popülerliğe kendilerini kaptırmaları değildir.
Dördüncüsü, üniversitelerdeki tartışma ve çıktıların toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel bağlamda bir gerçekliğe tekabül etmesi gerekmektedir. Söz gelimi; kendi adıma bu ülkenin gerçekliğiyle tekabül eden ciddi bir kamusal alan tartışmasını özlediğimi beyan etmeliyim. Ülkenin son on yıllarında bu konuda özellikle dinle bağlantılı olarak yaşanan siyasal, sosyal vb. olaylar karşısında batılı ülkelerdeki teori ve tezler iktibas etmekle yetinilmiştir. Yaşanan olayların ardından kamusal alan tartışması, oluşan pratiklerle dondurulmuş görünmektedir. Fakat bu ülkenin sosyolojisini dikkate alan ve aynı zamanda meselenin felsefi temellerinden başlayarak bir kamusal alan tartışması yapılmış ve teori üretilmiş değildir.
Beşincisi, genel toplumsal bir sorunun üniversitelere yansımasını da dile getirmeliyiz. Bu da pastayı büyüterek payları da artırmak gibi bir zihniyet yerine mevcut pastanın paylaşımının bir ranta dönüşmesi durumudur. Bu, öncelikle bir zihniyet meselesi olduğu kadar demokratikleşme sorununu da işaretlemektedir. Belki de üniversitelerde rektörlükten başlayarak farklı idari birimlerin algılanma ve yönetilme biçimlerine dair tartışmalar, kendi içinde böyle bir deruni sorunlar katmanı taşımaktadır.
Benim üniversiteler bağlamında gördüğüm karmaşıklık, anlık değişmelerle yoluna devam ederken bir “gelenek oluşturamama”nın” farklı alanlardaki tezahürlerinden birisi olarak ortaya çıkar. Bu da “rektörler seçimle mi gelsin” şeklindeki soruya gelinceye kadar entelektüel, düşünsel ve sosyal alanlarda ne kadar çok şeyi dikkatle ve sabırla inşa etmemiz gerektiğini bize anlatır. Üniversite bir gelenek oluşturduğunda, zaten rektörünü de en isabetli bir şekilde bulacaktır.