Oruç, farklı şekillerde olsa da büyük dini sistemlerin tümünde bulunan bir ibadettir. Kuran’da: “Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi korunasınız diye size de yazıldı” denilerek, oruç ibadetinin Hz. Muhammed’den önceki dini inançlarda da bulunduğuna işaret edilmiştir.
Yahudilikte oruç bazen nefsin arzularını kırmak, bazen cefa çekmek ya da matem tutmak, bazen de Allah’a yaklaşma vesilesi olarak kabul edilmiştir. Hıristiyanlıkta ise oruç kilisenin üçüncü emridir ve genel olarak iki farklı şekilde tutulmaktadır. Bunlardan birincisi Şükran, ikincisi ise Kiliseye mensup olan (Ekleziyastik) oruçtur. Hıristiyan orucu şekil itibari ile daha çok perhizi andırmaktadır. Istıraplar Cuması olarak adlandırılan orucu tutmak ise halk arasında yaygın bir ibadettir. Yine Careme denilen kırk günlük bir perhiz orucu bulunmaktadır. Bu orucun kökeni ise Hz. İsa’nın denenmek üzere çöle yollanması üzerine uyguladığı bir perhize dayanmaktadır. Hristiyanlar bu orucu Hz. İsa’nın bu orucunu hatırlamak, tövbe etmek ve de dirilme gününe hazırlanmak için tutmaktadır. Tarih boyunca değişen coğrafi iklim ile sosyoekonomik şartlara göre Yahudi ve Hıristiyanların oruç şekilleri değişime uğramıştır. Bunun bir neticesi olarak da bugünkü Hıristiyanlığın bazı gruplarında oruç mecburi bir ibadet olmaktan çıkmıştır.
İslamiyet, kendi özü olarak kabul ettiği geçmiş dini inançlardaki oruç ibadetini devam ettirmiş; ancak şekil ve içeriğini aslına uygun kalarak yenilemiştir. Bilindiği gibi İslamiyet öncesi de Kureyşliler, Recep ayında oruç tutarlardı. Kuran Ramazan ayında oruç tutulmasını emrederek, Recep ayında tutulan orucun bir gelenek olarak devamını sağlamıştır. Yine eski şeriatlarda bulunan oruç şekillerinden birisi de “susma orucu” idi. Bu oruca niyet eden kişi bir gün boyunca kimse ile konuşmazdı. Hz. Muhammet bu oruç şeklini de tasvip etmemiştir. İslamiyet, oruç ibadetine yeni bir düzenleme getirerek, Ramazan orucunu tutmayı, oruç tutmaya gücü yeten tüm Müslümanlar için gerekli kılmıştır. Tutulmaması durumunda ise kaza edilmesini, bazı durumlarda da kefaret olarak fakir ve fukaraya yemek yedirilmesini öngörmüştür.
İslam dininin gerekli kıldığı bu ibadetin zorunluluğu ise kişinin vicdani kanaatine bırakılmıştır. Çünkü başkalarını baskısı altında gerçekleştirilen ibadetler, genellikle insanı olumlu değil; olumsuz yönde etkiler. Kuran-i Kerim’de: “Dinde zorlama yoktur” denilerek, inancın bir gönül işi olduğu beyan edilmiştir.
Bazıları tarafından basit; hatta insanın kendine zulmü gibi algılanan oruç, aslında gayesi itibari ile insanın kendi özüne dönüşünü sağlayan önemli bir ibadettir. Orucun ana gayesi, şükrü öğrenmek ve ruhun kötülüklerden arındırarak, cennet yaşamına hazır hale geleceği olgunluğa ulaşmasına katkı sağlamaktır. Aslında insanlar doğru ve yanlışları ayırma yeteneğine doğuştan sahiptirler ve yaşam tecrübeleriyle bu yeteneklerini geliştirirler. İnsanların hayatlarındaki en büyük sorun, farkında oldukları doğruları yaşama geçirme konusunda yeterli iradeyi gösterememeleridir. Dolayısıyla insanların yaşadıkları sorunların büyük bir kısmı, bilgisizlikten çok iradesizlikten kaynaklanmaktadır. Bilinçli bir şekilde oruç tutan insan, aşırı yemek dürtüsünden kaynaklanan şişmanlık; aşırı cinsellik dürtüsünün sebep olduğu tecavüz ve de aşırı içme dürtüsünün yol açtığı sarhoşluk gibi zaaflara karşı kendisini koruyacak iradeyi kazanmış olur. Bu ibadeti başarı ile tamamlayan insanlar, yeniden cennete dönüş yolunda da önemli bir başarı elde etmiş olurlar.
Kuran’da ifade edildiği üzere cennet hayatına yeniden dönüş; ancak ruhani arınma sürecinin tamamlanması ile mümkündür. Aşırı duygularını kontrol edemeyen insanlar, henüz daha cennet ortamına ruhen uyum sağlamaya hazır değildirler. Bu yüzden tutulan orucunun sonunda bayram namazının kılınması ile birlikte bayramın başlaması bu arınma sürecinin sonunda kazanılan başarının getireceği mutluluğu temsil etmektedir.