İnsanlar başaklara benzerler,
içleri boşken başları havadadır, içleri doldukça eğilirler.
(Montaigne)
Akademisyenliğin güzel yanlarından birisi sıkça yurt içi ve yurtdışı seyahat yapma şansı bulmanız. Hayır, hayır! Bu seyahatlere nasıl gidildiği, kimler tarafından, neyin karşılığı olarak sponsor edildiği gibi ‘tatsız’ konulara girip, klinisyenlere karşı duyduğum ‘kıskançlığı’ açığa vurmayacağım. Sözünü etmek istediğim, bu seyahatlerin bize kazandırdıkları.
Bir akademisyen yurtdışına niye gider? Tabii ki, mesleki bilimsel toplantılara katılmak ve bu vesileyle gittikleri şehir ve ülkelerin sosyal ve kültürel yapısını tanımak ile tarihi ve turistik yerlerini görmek için. Belki de bu ikinci kısım, eğitim basamağının en üst kademesi olan üniversitelerde ders veren kişiler için, mesleki bilgi ve görgü artırımı kadar önemlidir. Hangimiz inkar edebiliriz her yurtdışı seyahatimizin bize yeni bir bakış açısı ve farklı bir evren algılaması kazandırdığını? Her ne kadar, tek düze ve prototip olma baskısı üniversite düzeyinde nispeten azalsa da, bu bazen yalnızca sözler ve temennilerde kalabilmekte. Farklılıklara az tahammüllü bir milletin evladı olarak bazen üniversitede hoca bile olsak bu kötü alışkanlıklarımızı terk edemeyebilmekteyiz. O yüzden ben, ilaç firması-hekim ilişkisinin suyunu çıkartmadan ve suiistimali ayyuka vardırmadan, yapılan yurtdışı seyahatlerini can-ı gönülden destekliyorum. Böylece, ‘dünyayı görmüş’ oluyoruz ve bizim sınırlarımız dışında ne tür hayatlar olduğunu ve ne kadar farklı yaşam biçimlerinin yan yana yaşadığını görüyoruz. Dönüp ülkeye geldiğimizde de çevremizdeki farklı düşünce ve yaşam biçimlerine daha insaf ve hoşgörüyle bakabiliyoruz.
Yukarıda, “…farklılıklara az tahammüllü bir milletin evladı….” derken acaba haksızlık mı ediyorum diye düşündüm. Ancak gerçekten öyleyiz. Bizden farklı giyinen, bizden farklı konuşan, bizden farklı düşünen insanlara karşı oldukça haşiniz. Aslında, İmparatorluk mirası üzerinde oturan bir ülkenin fertleri için bu çok da doğal değil. Rum’u, Ermeni’si, Laz’ı, Çerkez’i, Yahudi’si, Kürt’ü, Türk’ü, Arnavut’u bir sokakta yüzyıllarca birlikte yaşadı bu topraklarda. Bizlere ne oluyor ki? Karagöz-Hacivat, eski orta oyunları bu güzel günlerin en açık delilleri değil mi?
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 5. sınıftayken bir stajda poliklinik yapan ‘asistan abi’mizi izliyorduk. İçeriye, o güne kadar hiç karşılaştığımı hatırlamadığım fakat daha sonra ‘Erzurum damadı’ olunca “ihram” dendiğini öğrendiğim bir kıyafetle yaşlı bir teyze girdi. Bilenler bilir, bilmeyenler için, “ihram” yaklaşık 2×2 metre ebatlarında, çoğu zaman kahve rengi olan, yünden dokunan ve kadınların Doğu Anadolu’da evin dışına çıkarken yaygınca kullandığı geleneksel bir örtüdür. ‘Asistan abi’, aslında Doğu Anadolu’da bile nesli tükenmeye başlayan bu tür giyim tarzını devam ettiren bu teyzeye bir ‘kültür mirası’ gibi özenle davranacağına, son derece sert ve kaba bir şekilde, böyle bir kıyafetle doktorun yanına nasıl geldiğini sorarak üzerindeki “ihram”ı sertçe çekti. Muhtemelen ne olup bittiğinin çokta farkında olmayan yaşlı teyzenin o an yüzüne yansıyan mahcubiyet ve hüzün hala hatırımdadır. Aslında o teyze bütün ömrü boyunca hep öyle giyinmişti, yetiştiği ortam o ‘doktor abi’den çok farklıydı. Muhtemelen, başına bunların geleceğini bildiğinden, taa Ankaralara kadar gelmek istememişti. Hadi bu meslektaşımız hep Başkentte büyümüştü ve bu tür yaşam tarzlarına aşina değildi. Ya Güneydoğu Anadolu’da çalışan ve Türkçe olarak derdini anlatamayan yaşlı teyzeye bağıran hekime, hemşireye ne demeli? Yer yine Şanlıurfa, hastanelerden birisi, 4-5 yıl önce. Yeni göreve başlayan başhekim ilk icraat olarak, yer ihtiyacına binaen, bodrumdaki mescidi kapatıp depo haline getirdi. Kendince haklı sebepleri vardı. Yer sorunu vardı, ve çalışan personel işten ‘kaytarmak’ için mescide gidiyordu. Fakat unuttuğu bir şey vardı, o mescit aynı zamanda hastalar ve hasta yakınları içindi. Bizim için son derece gereksiz olan o mekan onlar için bir önemli bir ihtiyaçtı. Sonra ne oldu, pek çok hasta odası, hastane koridorları ve hastane bahçesi namaz kılan insandan geçilmez oldu.
İşte bu yüzden mesleki ve sosyal amaçlı yurtdışı seyahatleri önemli. Anlamamıza vesile oluyor bizim insanımızın başka insanlardan daha değersiz ve az saygın olmadığını. Duyuyoruz, görüyoruz hastanenin, tercümana ihtiyaç duyduğunda hastaya tercüman sağlamak zorunda olduğunu. Fulbright bursu ile Cleveland Clinic’de seminerler vermeye davet edildiğimde seminerlerden birisinin hastane din adamlarına olacağını öğrendim. Beni dinlemeye 20 kadar din adamı gelmişti. Çoğu farklı Hıristiyan mezheplerinin din adamlarıydı. Ama, “Kliniğe yatan kim olursa olsun, talep etmesi durumunda kendisine dini telkin yapması için inandığı dinin din adamını davet ediyor ve ona ibadet etmesi için bir yer sağlıyoruz” dedi. (Öküz altında buzağı arayanlara bir not: Burada ‘din’, dil gibi, kıyafet gibi, yemek alışkanlıkları gibi, sadece kültür ve geleneğin bir alt elemanı olarak örnek verilmiştir. Açık veya kapalı hiçbir mesaj verilmeye çalışılmamaktadır.)
Bugün Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerin nüfuslarını, etnik olarak o ülkelere ait olan insanlar kadar farklı etnik kökenden gelen insanlar da oluşturuyor. Bu ülkelerin caddelerinde dolaşırken kendinizi Çin, Pakistan, Afrika veya bir Güney Amerika şehrinde dolaşıyor gibi hissedebilirsiniz. Onlar kendi topraklarına sonradan gelip yerleşmiş, oralarda tutunup kök salmış ve kendi kültürünü (dil, din, yemek kültürü, kıyafet, vs.) ısrarla yaşamaya devam eden bu insanlara, gönüllü veya gönülsüz, hoşgörü ile yaklaşırken, biz neden bu toprakların yüzyıllardır yerlileri olan, fakat farklı kültür ortamlarında yetişmiş insanlarımızın farklılıklarını hürmetle karşılamayalım ki?
Farklılıklara saygı, bir akademisyen ve bir hekim için çok daha önemli. O yüzden yurtdışı toplantıları çok önemsiyorum. Mahalli kıyafetleri ile toplantılarda arz-ı endam edenler hoşuma gidiyor. Bilmem siz farklı mı düşünüyorsunuz. Farklı da düşünüyor olsanız, size saygı duyuyorum…