Fâtiha sûresi’nin, Türkiye’deki meallerin çoğunluğuna yansıdığı haliyle zihinlerde yer alan anlamı herkesin malumudur: “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O rahmandır, rahimdir, din gününün sahibidir…” şeklinde başlayıp devam eden bir mana. Bu anlamlar aslında üzerinde gereği gibi düşünülmeden, bizden öncekilerin yazdıklarından olduğu gibi transfer edilen hazır manalardır. Diğer taraftan sûrenin vermek istediği mesajları da gereği gibi yansıtmadıkları ortadadır. Sûrenin arka planına gidildiğinde ise çok daha zengin bir muhtevanın varlığı dikkat çekmektedir. Biz bu yazımızda Fâtiha sûresinin tefsirinde gözden kaçırılan noktaları özet halinde nakletmeye çalışacağız.
Fâtiha sûresinin ilk iki ayeti öteden beri Türkçe’ye “Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. O rahmandır, rahimdir.” şeklinde aktarılmıştır. Birinci ayetteki “âlemler” kelimesi de insanlar, cinler, melekler vb. bütün canlılar olarak tefsir edilmiştir. Hâlbuki sahabe tarafından son vahyin (Kur’an’ın) başına yerleştirilen Fâtiha sûresi’ne Yüce Allah’ın bu iki ayetle başlamasının çok daha farklı bir sebebi ve anlamı olmalıdır. Bu boyut irdelendiğinde karşımıza şu detaylar çıkmaktadır:
Kur’an’ın nüzulünden önceki dönemlerde Yahudiler’in dünya milletleri üzerinde özellikle de Ortadoğu’daki müşrik Araplar üzerinde etkilerinin olduğu görülür. Kendilerini Araplar’a Ehl-i Kitab olarak takdim ettikleri, Arapları da ümmi olarak nitelendirdikleri ve küçümsedikleri müşahede edilir. Bu çerçevede Yahudiler o dönemlerde Araplar’a “Yeryüzündeki Tanrı’nın sadece Yahudi milletinin tanrısı olduğunu ve bu Tanrı’nın çok öfkeli olduğunu dahası kendilerini sürekli cezalandırdığını” telkin ediyorlardı.
Allahuteâlâ son vahye kendisinin sadece Yahudilerin değil tüm dünya milletlerinin tanrısı olduğunu ilan ederek başladı ve adeta Yahudilerin oluşturduğu bu yanlış algıyı yıkmak istedi. Dolayısıyla ayetteki “âlemler” kelimesini, yaygın bir biçimde dile getirildiği şekliyle cinler, insanlar, melekler vs. canlılar anlamıyla değil; dünya milletleri, tüm insanlık şeklindeki özel manasıyla kullandı. Bu yönüyle bakıldığında “âlemler” kelimesinin Kur’an’ın başka ayetlerinde de bu anlamıyla kullanıldığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Örnek olarak Bakara sûresinin 48. ve Enbiya sûresinin 107. ayetlerine bakılabilir:
(Ey İsrailoğulları! Bir zamanlar size lütfettiğim nimetimi ve dünya milletleri arasından sizi seçişimi hatırlayın.) 2/el-Bakara, 48
(Ey Muhammed! Biz seni sadece Araplara değil tüm dünya milletlerine (bütün insanlığa) peygamber olarak rahmetimizin bir eseri olarak görevlendirdik.) 21/el-Enbiya, 107
Böylece Yüce Allah bu ayet-i kerimede hem kendisinin tüm insanlığın Rabbi olduğu gerçeğini ilan etti hem de kendisinden başka hamd edilecek bir varlık olmadığını dile getirerek şirk inancını nefyetmek suretiyle tevhid inancını pekiştirdi.
İkinci ayette ise kendisinin, Yahudilerin iddia ettiği gibi öfkeli, acımasız, cezalandıran bir tanrı değil; son derece şefkatli, merhametli ve sevecen bir ilah olduğunu ifade etti. Bunu yaparken besmelede yer aldığı şekliyle rahmân ve rahîm kelimelerini peş peşe kullandı. Böylece kendisine inananların ve güvenenlerin ye’se düşmelerine mani oldu. Zira Arapça ’da “fe’lân/فعلان” veznindeki mana, sebeplerin ortadan kalkmasıyla kaybolurken, “fe’îl/فعيل” veznindeki anlam ise devam etmektedir. (تعبان‘ عطشان‘ جوعان) gibi kelimelere bakıldığında bu durum rahatlıkla fark edilebilir. Zira yemek yenildiğinde açlık, su içildiğinde susuzluk, istirahat edildiğinde de yorgunluk hali sona erer. Bundan dolayı “fe’lân” kalıbında bir kelime duyduklarında Araplar’da korku ve endişe hali devam eder. Binaenaleyh, (رحمن) kelimesini duyduklarında da tanrının şefkatinin kısa süreli olduğunu hayal ederler ve endişeye kapılırlar. Buna mukabil “fe’îl” kalıbında bir kelime işittiklerinde ise kalplerinde huzur ve güven oluşur. Buna bianendir ki Yüce Allah “rahmân” kelimesinin ardından “rahîm” kelimesini kullanmış ve kendisine inananların kalplerinde huzur ve güven ortamını oluşturmuştur.
3. ayete “Din gününün sahibidir.” şeklinde verilen anlamın zihinlerde eksik ve hatalı bir çağrışım oluşturduğu ortadadır. Zira bu cümleyi ilk defa duyanların zihinlerinde “din günü” diye bir olgunun canlanması kaçınılmazdır. Hâlbuki ayetteki “din” kelimesi bilindik anlamda “din” manasında değil, “hesap” anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla ayetin doğru anlamı “Hesap gününün yegâne hâkimidir” şeklinde olmalıdır.
4. ayete verilen “Allahım! Sadece sana ibadet/kulluk eder ve sadece Sen’den yardım dileriz.” şeklindeki anlam üzerine de düşünülmelidir. Bu çevirideki “ibadet ve kulluk” kelimelerinin daha güzel Türkçe karşılıklarla yansıtılması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü toplumumuzda “ibadet” denildiğinde zihinlerde namaz, oruç, hac gibi ritüeller canlanmaktadır. Hâlbuki bir mü’minin 24 saati içerisinde yapmış olduğu bütün eylemleri “ibadet” kapsamındadır. Hz. Muhammed, “Mü’minin uykusu da ibadettir.” buyurmuştur. Tabi uykunun ibadet kategorisine dâhil edilebilmesi için, sahibinin mü’min olmasının yanında insanlığın ortak aklının onayladığı maksimun 8 saat sınırını da geçmemesi gerekmektedir. Bu pencereden bakıldığında mü’minlerin Allah’ın rızasını kazanmak için yaptıkları bütün eylemleri/amelleri ibadet kategorisine dâhildir. Bir ev hanımının yemek hazırlaması, evin tertip ve düzenini sağlaması vb. bütün faaliyetleri ibadet kategorisindedir. Bir ticaret erbabının dükkânında yürütmüş olduğu faaliyetler ibadet kategorisindedir. Bir polis memurunun toplumun huzurunu sağlamak için yapmış olduğu çalışmalar ibadet kategorisindedir. Binaenaleyh, hangi meslek grubunda olursa olsun toplumun bütün üyelerinin yürütmüş olduğu faaliyetler ibadet kategorisindedir. Sadece mü’min olmayanların ve zamanını heba edenlerin yaptıkları faaliyetler bu kapsam dışında kalmaktadır.
Diğer taraftan “kulluk” şeklindeki çeviri de nüzul dönemi Arap toplumunda cari olan köle-efendi (رب-عبد) münasebetini çağrıştırması yönüyle çok şık durmamaktadır. Zira insan Allah’ın akıl, irade gibi olağanüstü potansiyellerle yarattığı en değerli varlıklardandır. Bu açıdan bakıldığında Allah-insan münasebetinin min eşref-i mahlûkât olan insanın şanına yaraşır bir biçimde ifade edilmesi çok daha güzel olacaktır.
Bu değerlendirmelerden sonra 4. ayete şöyle bir anlam verilebileceğini söyleyebiliriz: “Allahım! Senin dışında hiçbir varlık (şeytan, tağût…) için değil, sadece Sen’in için çalışırız ve başımız sıkıştığında da sadece Sen’den yardım bekleriz.”
5. ayet içerisindeki “اهدنا” fiiline verilen mana da problemlidir. Kelimenin kökeninde “hidayet, rehberlik” anlamı olmakla birlikte bu kökün Kur’an-ı Kerim’de 17 farklı manada kullanıldığını Suyûti’nin el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an isimli eserinin el-Vucûh ve’n-Nezâir başlığı altında görüyoruz. Suûtî, kökün ilk anlamı olarak “sebât/الثبات”manasını verir ve örnek olarak da Fâtiha sûresinin bu ayetini sunar. Bu incelik göz önünde bulundurulduğunda mü’minlerin bu cümleyi kullanırken Allah’tan hidayet istemedikleri, aksine kendilerine nasip ettiği hidayeti sürdürmelerini bekledikleri görülür. Bu durumda ayetin doğru anlamı “Allahım! Bizi doğru yolda sabit tut/yürüt” şeklinde olur. Tıpkı Âl-i İmrân sûresinin 8. ayetinde (رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا) dile getirildiği gibi hidayete erdirildikten sonra istikamet üzere olmalarını ve kalplerinin haktan-hakikatten ayrılmamasını istemeleridir.
Fiilin bu anlamı sonraki cümleleri de etkilemekte ve onlara şu şekilde yansımaktadır: “Bizi gazaba uğramışların ve sapmışların yolunda değil, kendilerine nimet verdiklerinin (peygamberlerin, fıtratlarındaki doğruları hayata geçirenlerin, örnek insanların, yeryüzünde barışı gerçekleştirmeye çalışanların) yollarında yürüt, onların yollarında sabit kıl.”
Yeri gelmişken sûrenin sonundaki “gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar” ile ilgili Hz. Muhammed’den nakledilen tefsire dair de bir iki cümle ekleyelim. Hz. Muhammed’in bu cümleyi tefsir ederken “Yahudi ve Hıristiyan zümrelerini” örneklendirmek amacıyla kullandığı anlaşılmaktadır. Ancak O’nun bu tefsiri 14 asırdır ayetin tek yorumuymuş gibi algılanmış, aynı şekilde tekrarlanmış ve sadece bu iki zümre ile sınırlı tutulmuştur. Hâlbuki gerek Hz. Muhammed öncesinde gerekse sonrasında bu kapsama dâhil olan pek çok din mensubu bulunmaktadır. Bugün dünya üzerinde hüküm süren Şintoizm, Taoizm, Budizm, Hinduizm, Brahmanizm, Caynizm gibi dinler içerisinde de sapıtan ve gazaba uğrayanlar elbette vardır. Binaenaleyh, bu cümleleri “tevhid inancından uzaklaştığı için hak yoldan sapan ve yok olup giden milletler” şeklinde çok daha kapsamlı bir şekilde tefsir etmek mümkündür.
7 yorum
Kıymetli hocam Allah razı olsun. “Marifet iltifata tabiidir, müşterisiz mal zayidir.” ilkesi gereği, tek başımıza kırmamız pek mümkün olmayan kalıpları aşmakta bu ve benzeri rehberliğiniz için çok teşekkür eder, böylesi kıymetli çalışmalarınızın devamını istirham ederken başarılarınızın da devamını temenni ederiz.
Eyvallah Bayram, bir şeyleri fark ettirebildiysek, Fâtiha suresinin anlaşılmasına bir nebze olsun katkımız olduysa kendimizi bahtiyar hissederiz. Teşekkür ederim.
Maşallah tebrik eder başarılar dilerim özellikle ihdina kelimesinin anlamı ve kulluk ederiz yerine çalışırız şeklinde
Tabirler önemli malum
Teşekkür ederim kardeşim, bir nebze olsun katkı sunabildiysek kendimizi bahtiyar hissederiz. Selametle
Fatiha suresiyle ilgili klasik anlayıştan ziyade olması gereken yeni bir bakış açısı kazandırmanızdan ve bunu bizlerle de paylaşmanızdan ötürü teşekkür ederim Zeynel hocam.
Kalıplaşmış baskıcı yorumlamaların aksine Daha geniş kapsamlı aydınlatıcı bı yazı teşekkürler hocam.
Sn Doç. Z. Abidim Aydın: Bu siteye rasgele girdim. Yazıda bir noktayı garip ve mantıksız buldum. Uzatmayacağım. Fatiha’da ilk iki ayette geçen “alem”lerin geniş ve evrensel anlamda ele alınmasında bir sakınca olabilir mi? Dünyada ayrı ayrı “alem” olarak “milletler ve içlerindeki yahudi milleti de” ele alınabilir, şüphesiz Ancak, daha geniş anlamıyla insan milletlerini de içine alan Evrendeki tüm alemler olarak da ele alınabilir. Dünya milletleri, evrensel tüm canlılar içinde bir seri insan familyası değil mi? “Milletler” olarak ele alınmasını destekleyen ayetler sıralamışsınız. Peki, Kuran’da bahsi geçen “alemlerin” evrensel anlamda ele alınması gerektiğine dair ayetler yok mu? İlahiyatçısınız! Sadece bir misal vereceğim araştırın. İsra 44 alemlere hamd konusuyla ilgili direkt ve net bilgiler veriyor. Bir ilahiyatçı falan değilim, aklını kullanan, Kuran’a kafa yoran sadece bir müslüman. Şu kadarını söyleyebilirim Fatiha Kuran’da en önemli sürelerden biridir. Dar kalıplarda ele almakta Kur’an evrensel değil, yöreseldir mi demeğe getiriyorsunuz? Böyle bir intiba oluşturduğunuzun farkında değil misiniz, kaş yapayım derken göz çıkarmanın! Umarım telafi niteliğinde bir yazı yazarsınız. En azından vebalden kurtarır! Diğer noktalardaki detaylarda ters gelen birşey yok, bunu da belirtmiş olayım. Teşekkürler!