Sadece antik felsefenin değil, tüm felsefe tarihinin mihenk taşlarından biri olarak kabul edilen bilge Sokrates M.Ö. 469–399 yılları arasında yaşadı. Neredeyse tüm ömrünü geçirdiği Atina şehri M.Ö. 5. yüzyılda Perikles çağının, bir özgürlük rüzgarının etkisi altındaydı. Sokrates’in asıl yurdu olan Atina agorası düşünsel yaşamın merkezi konumundaydı, demokrasi ve ticaretin de.
Sokrates’i yargılayan mahkeme M.Ö. 399 ilkbaharında kuruldu. Davacılar üç kişiydi; Anytos, Meletos ve Lykon. İçlerinde en etkilisi Anytos’tu. Deri imalatçısı ve aynı zamanda siyasetçi olduğu bilinmektedir. Meletos genç bir şair, Lykon ise genç bir hatiptir.
Yargıçların karşısına hiçbir hazırlık yapmaksızın çıkan Sokrates niçin hazırlık yapmadığını soranlara, “Ben bütün ömrüm boyunca savunmamı hazırlamamış mıydım?” der. Suçlu olduğunu kabul etmez, pişmanlık belirtisi göstermez, mazur görülmek için çaba harcamaz.
İlk oylamada 220’ye karşı 281 oyla suçlu bulunur Sokrates. Suçuna karşılık ölüm dışında bir başka ceza seçme fırsatı kendisine sunulduğunda ise, son derece vakur bir biçimde, bilakis ödüllendirilmeyi hak ettiğini söyler. Bu ‘hadsiz’ açıklamanın akabinde 80 kişi oyunu değiştirir ve Sokrates ölüm cezasına çarptırılır. Ne ki Sokrates’in infazı kutsal Delos şenlikleri nedeniyle karardan 30 gün sonra gerçekleştirilebilmiştir. O günden sonra Atina’da düşün ve eylem arasındaki uçurum bir daha kapanmayacak şekilde açılmıştır, ta ki ilk öğretmen Aristoteles gelinceye kadar.
Sokrates vaktinden çok önce kurulan bu engizisyonda dinsizlik ve gençlerin ahlakını bozmakla itham ediliyordu. Toplumun ahlaki değerlerini hedef aldığı düşünülüyordu. Tüm bu suçlamaların temelinde yatan olay Aristophanes isimli bir komedya yazarının Sokrates’in ölümünden yaklaşık çeyrek yüzyıl önce, M.Ö. 423’lerde kaleme aldığı “Bulutlar” isimli oyundu. Peloponnes savaşlarının etkisinde darmadağın olmuş, genel kanıların karşısında duran hemen herkesin bir tür tehdit ve iç düşman gibi algılandığı bir Atina’da yaşayan Aristophanes muhafazakar ve acımasız bir komedya yazarıydı. Oyununda Sokrates’i gençleri yoldan çıkaran bir sofist gibi resmeder. Dinsizliğini öne sürerek bir doğa felsefecisi gibi yargılar onu. Oysa her iki adlandırmanın da epey uzağında durmaktadır Sokrates, doğa felsefecilerinin de, sofistlerin de.
Aristophanes Sokrates’i son İyonyalı fizyolog Anaksagoras ile eş tutmaktadır. Sanki, ona göre Sokrates gökleri ve yerin altındakileri araştıran bir işgüzar gibidir, halka kötüyü iyiymiş gibi göstermektedir. Sokrates’in M.Ö. 5. yüzyılda Perikles Atina’sının merkezindeki isim olan ve her şeyin ilk nedeninin akıl olduğunu savunan Anaksagoras’ı okuduğu bilinmektedir. Ne ki Sokrates kitapta sadece doğadan bahsedildiğini, nedenlerin açıklanamadığını gördüğünde, aradığı erekselliği bulamama gerekçesiyle hayal kırıklığına uğradığını belirtir. Nitekim Ksenophon ‘Anılar’ında Anaksagoras’ın gökleri araştırdığı ve tanrıların sırlarına eriştiğini söylediği için aklını yitirdiğini belirtmektedir. Oysa Sokrates insanın, sırf tanrıların sırlarını ifşa etmemek adına, göklerin sırlarını araştırmaması gerektiğine inanmaktadır. Yüzünü doğadan insana çevirmiştir. Bu sayede, Cicero’nun dediği gibi, felsefeyi göklerden şehrin ortasına indirmiş, evlerin içine kadar sokmuştur. “Ben hakikati kırlarda, ağaçlarda, yıldızlarda aramıyorum” der, “Ben hakikati şehirdeki insandan öğreniyorum.” Sokrates tanrısal bilgeliği bilmediğini söyler, onun ilgilendiği insani bilgeliktir, bu nedenle tenhada aramaz onu, agoraya iner.
“Adımın böyle duyulmasının nedeni sahip olduğum bilgelik türüdür. Nasıl bir bilgelik diye sorarsanız sanırım insanlara özgü bir bilgelik diye yanıt verebilirim.”
Her şey Delphoi tapınağının kahinesi Pythia’nın insanlar arasındaki en bilge kişinin Sokrates olduğunu söylemesiyle başlamış gibidir. Sokrates kahinenin böyle bir şeyi neden söylediğini anlayamaz, en nihayetinde bilmediğini bildiği için böyle bir mertebeyi hak etmiş olabileceğini düşünür. Kendinden daha bilgesini araştırmak için devlet adamlarına, şairlere ve zanaatkarların yanına gider bu nedenle. Onlarla arasındaki tek fark onların bilmediklerini bilmemeleridir. Bu nedenle Sokrates onların gafletine şifa olmaya çalışır, bilmediklerini göstermek ister onlara. “Ben de sizin gibi bilmiyorum” der, “fakat ben hiç değilse bilmediğimi biliyorum.”
Sokrates bir arifti, alim değildi. İnsanları cehaletten değil gafletten kurtarıyordu. Negasyon, yadsıma ve olumsuzlama ile insanlara bilmediklerini bilmediklerini öğretti. Bu nedenle tüm Sokratik akıl yürütmeler sonuçsuzdur, kesin bilgi öğretemez. Bir nevi riyakarlık barındıran Sokratik ironi de bu diyaloglar temelinde ortaya çıkmıştır. Nitekim Sokrates kendini Atina’ya musallat olmuş bir at sineğine benzetir, nihayetinde “tıpkı soylu, ama hantallığı ve miskinliğiyle bir at sineğinin sokarak uyandırmasına muhtaç kocaman bir ata benzeyen bu kente bağlanmış birisi”dir o.
Suçlamanın bir diğer ayağı Sokrates’in şehrin tanrılarına inanmayıp yeni tanrılar icat ettiğine yöneliktir. Bu söylentinin temelinde yatan şey Sokrates’in hiç dilinden düşürmediği ilham perisi ‘daimon’uydu. Sokrates’in daimon’u, onun içindeki yadsıyan, olumsuzlayan, “yapma” diyen sestir. Daimon’un tanrısal bir varlık olduğuna inanır Sokrates. “Bu durumda tanrısala inanan kişinin tanrı’ya inanmaması mümkün müdür?” diye sorar kendini suçlayanlara.
“Acaba yapmam gereken şeyleri bana bir tanrı sesinin bildirdiğini söylemem yeni tanrılar uydurmak mıdır?”
Kendini sofist olarak göstermek isteyenlere ise cevabı oldukça basittir: “Sanırım gayet yeterli bir şahit gösterebilirim size, yoksulluğumu.” Kendisinin siyasetle bir alakası olmamasına rağmen şaibeli iki talebesinin uygunsuz davranışlarından dolayı sorumlu tutulur ve gençlerin yoldan çıkarılmasına neden olduğu söylenir; bu iki ünlü isim Kritias ve Alkibiades’ti. Kritias, Spartalılar tarafından kurulan oligarşik bir yönetim olan Otuzlar tiranlığının önde gelen isimlerinden biridir, Platon’un dayısıdır. Bu dönemde toplu cinayetler işlenmiş ve çok kan dökülmüştür. Alkibiades’in ise Atina’yı Sicilya seferine zorladığı, sonrasında Sparta ve Perslerle işbirliği yaparak vatana ihanet ettiği söylenmektedir.
Bir adım atarak mahkemenin dışına çıktığımızda ve çağlar ötesinden Sokrates’e tekrar baktığımızda söyleyebileceğimiz şey sürecin en nihayetinde bir trajedi olarak değerlendirilebileceğidir. Sokrates de Atina da kendince haklıdır, var olan çelişkiyi de bu iki yanlı haklılık doğurmaktadır. Bireysel ve toplumsal menfaatin karşı karşıya gelmesiyle oluşan bu diyalektik ilişki iki tarafın da hem kaybetmesi, hem kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Kant’ın penceresinden bakarsak Atina şehirliyi ve dogmatik olanı temsil ederken, Sokrates kuşkucuların tarafında durur. Atina tez olarak kabul edilirse, Sokrates antitez olarak tam karşısında yer almaktadır. İkisinin etkileşiminden ortaya çıkacak olan sentez de hem kazanç hem kayıp barındıracaktır. Tam da burada “bireyi yok sayan toplumsallık, düşünceyi yok sayan eylemsellik olabilir mi, olmalı mı?” diye sormalı değil miyiz?
Sokrates ardında düşünceleri hakkında bilgi edinebileceğimiz bir yapıt bırakmamıştır, miras bıraktığı tek şey bizatihi kendi yaşamıdır. Sokrates hakkında bilgi edindiğimiz kaynaklar; Aristophanes, Ksenophon, Platon ve Aristoteles’in eserleridir. Platon diyaloglarında yüceltilmiş bir Sokrates betimlese de, felsefe tarihi için Sokrates hala bir muammadır. Hegel’in dahi ondan bahsederken adeta kekeleyerek konuşmasının sebebi bu olmalıdır.
Apologia iki yazar tarafından kaleme alınır, ikisi de Sokrates’in talebesidir: Platon ve Ksenophon. Platon’un Sokrates’in yargılanma sürecini, mahkumiyetini ve ölümünü anlatan farklı diyalogları bulunmaktadır. Euthyphron isimli eseri, mahkemenin hemen öncesinde geçen bir diyalogdan oluşur. Bir tür ön savunma mesabesinde olan bu diyalogda Sokrates bize kim tarafından ne ile suçlandığına dair açıklamalarda bulunur. Platon’un Apologia’sında Sokrates’in savunması detaylı bir biçimde sunulmaktadır. Sokrates mahkeme karşısına hazırlıksız çıkmaktadır ve rastgele kelimelerle örülmüş basit cümlelerle kendini ifade etmektedir. Kriton diyaloğu Sokrates’in mahkum olarak tutulduğu zindanda geçmektedir. Sokrates’in dostlarından Kriton onu kaçmaya ikna etmeye çalışmaktadır. Sokrates ona “Benim yaşımdaki bir insanın ölmesi gerektiği için öfkelenmesi yakışık almaz” der. Phaidon diyaloğu Sokrates’in son saatlerinde dostlarıyla yaptığı sohbeti betimlemektedir. Ruh-beden dualizmi ve ruhun ölümsüzlüğüne vurgu yapan ilk diyalogdur. Ruhun ölümsüzlüğünün yanı sıra başka bir bedende yeniden dirilişten, reenkarnasyondan da bahsedilmektedir. İdeler kavramlara eşdeğer olarak sunulmakta, ruh da bir kavram olarak ele alınmaktadır. Varlık, görünür ve görünmez olarak ikiye ayrılır; görünen varlıklar devinir ve değişirler, oysa görünmeyen varlıklar değişmeyip hep aynı kalırlar. Bu nedenle, beden beşeri olana, ruh ilahi olana benzer. Semavi dinlerin eskatolojik öte-dünya algısı ve tasavvufi metinler Phaidon diyaloğu temelinde şekillenmiştir.
Aristoteles ise Sokrates ile pek ilgilenmiyormuş gibi görünse de onun felsefeye katkısının tümeller, tanımlar ve tümevarımsal düşünme üzerinden olduğunu söyleyerek Sokrates’e hakkını iade etmekte tereddüt etmez.
Sokrates ve Sokratesçiliğin us’un evrimi üzerine önemli etkileri olmuştur. Sokratesçi okullar; talebesi Antisthenes’in takipçileri olan Kinikler, Euklides’in takipçileri Megaralılar ve Aristippos’un takipçileri Kireneliler’dir. Bu okulların yanı sıra Stoacılık Sokratesçiliğin entelektüel mirasının devamı olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte, Stoacılar temelde Kinikler’in, Epikürcüler Kireneliler’in ve Kuşkucular Megaralıların takipçileri olarak değerlendirilebilir. Sokrates felsefesi İslam dünyası üzerine de önemli etkide bulunmuştur. M.S. 9. yüzyılda Ebubekir er-Razi “Siret’ül Felsefiyye”sinde Sokrates’ten “imamımız” diyerek söz etmektedir.
Sokratesçi okulların temelinde düşüncenin eyleme başkaldırısı olarak değerlendirilebilecek bir uyumsuzluk yatar. Tıpkı Sokrates’in Atina şehri karşısındaki duruşu gibi, antitez de varlığı gereği genel ve yaygın kanılara karşıt olarak ortaya çıkar. Sokrates ahlakı düşünceye, bilince dayandırır; toplumsal ahlakın karşısına bireysel ahlakı koyar. Genel kanılarla çatışarak bireysel bilinci ortaya çıkarır, bir bakıma kendi ahlakını kendi yaratır. Sokrates felsefesi düşünceyi gerçekliğin karşısına bir yadsıma olarak koyar. Sokrates kavramdır, düşüncedir, soyuttur ve tek yanlıdır. Tümellik, zorunluluk ve kesinliği arar, eyleme düşünceyi teklif eder.
Bu bağlamda felsefe, öz ve görünüş ayrımının bilincine varmaktır. Öz ve görünüş arasındaki karşıtlık, bireyi özneye, görünüşü nesneye dönüştürür. Sokrates döneminde düşünce ve eylem birbirinden ayrılmış, theoria ortaya çıkmıştır – yani düşünce/eylem, zihin/dış-dünya ve theoria/praxis ayrımı. Sokrates’te ortaya çıkan bu karşıtlık yaklaşık yarım yüzyıl sonra Aristoteles’te refleksiyon ile tekrar birliğe gelecektir.
Bu yazı sevgili babacığımın kıymetli hatırasına hürmeten yayınlanmıştır.
“sonsuzluk ve bir gün”…
Kaynakça:
Sokrates’in savunması hakkında kaleme alınan bu yazı, sayın Dücane Cündioğlu’nun “Klasik Dönem Felsefe Tarihi” ders notlarının bir derlemesi mesabesindedir; yanı sıra aşağıdaki eserlerden de alıntılar yapılmıştır:
- Ksenophon, “Şölen ve Sokrates’in Savunması”, Çeviren: Hayrullah Örs. Remzi Kitabevi, İstanbul, 1962.
- Ksenophon, “Sokrates’ten Anılar”, Çeviren: Candan Şentuna. Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1997.
- Platon, “Euthyphron, Dindarlık Üzerine”, Çeviren: Güvenç Şar. Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2011.
- Platon, “Phaidon, Ruh Üzerine”, Çeviren: Nazile Kalaycı. Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2012.
- Platon, “Sokrates’in Savunması”, Çeviren: Erman Gören. Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2006.
- Platon, “Sokrates’in Savunması (Euthyphron, Apologia, Kriton, Phaidon), Çeviren: Ari Çokona. Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014.