İnsanlık tarihinde aklın evrimiyle birlikte varlığa bürünen felsefe, kendi temeli üzerinde yeniden ve biteviye düşünebilmek için köklerine dönmek mecburiyetindedir – tarihinin tozlu, bir o kadar da belirsiz sayfalarına.
Zamanı ve mekanı dikkate almaksızın hakikate temas edebilmek mümkün olmadığı gibi, ayaklarının bastığı toprağı ve tarihini tanımaksızın felsefenin çağlar boyu yürüdüğü yolu izleyebilmek de mümkün olmayacaktır.
Din, sanat ve bilimin kaynağı Mısır, Asur, Babil ve Sümer uygarlıklarına kadar uzanırken, felsefe Yunan topraklarında filizlenmiştir ilk kez. Bu bağlamda Yunan uygarlığı bir mucize olarak addedilebilir belki de, kadim uygarlıklardan emanet aldığı ‘yazı’ ve ‘para’nın üzerine eklediği ‘özgürlük’le birlikte. Aklın özgürlüğü, insanın. Homeros ve Hesiodos’a miras kalan antropomorfik tanrılardan sıyrılarak saf bir töz haline gelen Tanrı ile birlikte.
Yunan’ın ışığından gözleri kamaşanlar, öncesini görmek istemedikleri gibi sonrasını da göremediler, görmezden geldiler belki, ihmal ettiler. Oysa bir ışığın bir başka ışığı gölgelemesi mümkün olamazdı, ancak daha yoğun bir ışık hüzmesine dalabilirdi insan. Belki de ürkütücü olan buydu kimileri için.
Ortaçağ bir kayıp halkaydı bu sebeple, Batı Roma’nın yıkılışıyla başlayan ve Doğu Roma’nınkiyle son bulan. 529’da Akademi’nin kapanmasıyla birlikte biraz nefes alabilmek için güneye göç eden zarifler, Harran’a, Cündişapur’a, Şam’a, Mezopotamya ve Horasan’da farklı bölgelere dağıldılar. Huzurdan kovulmalarının inadına. Yeni bir kıvılcım tutuşturacaklarından haberli yahut habersiz. Bu devinimin sonucunda artık Hristiyanlar Müslümanların öğretmenleri olacaktı. Felsefeyi görmezden gelmeye çalışanların Doğu Hristiyanlığını da aforoz etmelerinin sebebi buydu belki de.
Dört Halife Devri’nden sonra (632-661) Sünni-Arap ideolojiye sahip Emevilerin hüküm sürdüğü dönemde (661-750) İslam topraklarında felsefe yapmak mümkün olmamıştır. Emevilerin dini duyarlılıkları olmadığı gibi entelektüel bir kaygıları da bulunmamaktaydı. Siyasal ihtilaflar karşısında iç barışı şiddet kullanarak sağlamayı tercih ettiler, kültürel dağarcıkları da daha fazlasına imkan vermiyordu. Çok geniş bir coğrafyaya yayılan ve hakimiyet kurdukları topraklardaki uygarlıklar karşısında tabir yerindeyse ne yapacağını bilemeyen bu bedevi hareketi bir ‘kum fırtınası’ mesabesindeydi, lakin “bu kum fırtınası geldiği coğrafyayı çöle çevirmedi, bilakis kendisi yeşillendi”. Abbasilerin hakimiyetiyle birlikte (750-1248) Arap/Sünni-Selefi olmayan unsurların sesleri duyulabilir hale geldi, akabinde temelini Hristiyan kökenli alimlerin oluşturduğu muazzam bir çeviri hareketi başladı. Köklü Sasani-Bizans, hatta Pers-Helen kültürlerinin ve Ehli Hadis ile Ehli Rey karşıtlığının bu hareket üzerindeki etkileri tartışılmazdır. Bu bir bakıma mezhep çatışmasıydı, Ahmed İbn Hanbel-Ebu Hanife mücadelesiydi bir başka pencereden. Şiilerin, özellikle İsmaililerin savunduğu ‘İslam’ın felsefesi’ yahut ‘İslam’dan türeyen felsefe’ kavramlarının temelinde de benzer ideolojik kaygılar yatmaktaydı. Nitekim Abbasi döneminde Kuzey Afrika’da kurulan Fatımi Devleti (908-1171) siyasi haritayı çözümlememize yardımcı olmaktadır. Bu coşkulu Şii atmosferin etkisindeki İran bilinci Yunan’ı inkar ediyordu. Oysa İslam’da felsefe; İslam coğrafyasında, İslam’ın siyasi iktidarının sürdüğü coğrafyada ve zeminde yapılan felsefeye işaret etmektedir. Irk ve din bağlamlarının bu tanımlamada yeri olmamalı, ayrımcılığa fırsat vermeksizin nesnel, çok yönlü ve bütüncül bir yaklaşım benimsenmelidir.
Abbasi döneminde çeviri hareketi VIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren halife Mansur, Mehdi ve Harun Reşid dönemlerinde aktif hale gelmiş, fakat özellikle Memun (813-833), Mutasım (833-842) ve Vasık (842-847) döneminde altın çağını yaşamıştır. Harun Reşid döneminde Zerdüşti oldukları bilinen Bermeki ailesinin vezirlik makamına getirilmesiyle birlikte çeviri hareketi ivme kazanmıştır. Yerleşik uygarlıktan nasiplenmemiş göçebe Arap hakimiyetinin dağınık düzeninden sonra yaşanan bu siyasi gelişmeler bir bakıma Sasani devlet geleneğinin de sürdürülmesine olanak sağlamıştır. Irak ahalisi bu hareketin temelinde yer almıştır; Bağdat, Basra ve Kufe şehirleri hem siyasi hem de felsefi yönden kritik öneme sahipti. Harun Reşid döneminde ilk kağıt imalathanesinin 795’te Bağdat’ta kurulmasından sonra Bağdat, Şam ve Trablusşam kağıt imalat merkezleri haline gelmiştir. Doğu-Batı arasındaki duvarlar yıkılmış, ticaret kapıları açılmıştır. Bilgi ve meta mübadelesinin başlamasıyla birlikte İslam topraklarında özgürlük fitili ateşlenmiştir.
Memun döneminde saraydaki çeviri hareketi için ‘Beyt-ül Hikme’ terimi kullanılmıştır. Mutezili alimler de özellikle Memun döneminde saraya girmişler ve siyasette söz sahibi olmuşlardır. İslam dünyasında felsefeye ilk temas eden, Yunanca’dan yapılan çevirileri ilk okuyanlar Mutezili kelamcılardı. Mutezili alimler, Tanrı’nın sıfatlarını ve antropomorfik Tanrı inancını reddederek vahyi temel alan ve akıl ile uzlaştırmaya çalışan, tevhid ve adalet zemininde bir yaklaşımı benimsemişlerdir.
Kindi işte böyle bir zamanda, böyle bir coğrafyada yaşamış bir filozoftur. İslam coğrafyasındaki ilk filozof olduğuna dair şüphe yoktur, lakin etnik ve dini kökeni tartışmalıdır. IX. yüzyılın başlarında doğduğu düşünülmektedir. Zengin ve nüfuzlu bir aileden geliyordu, babası Kufe valisiydi. Ölüm tarihi konusunda net bir bilgi olmamakla birlikte 860-870 yılları arasında olabileceği bildirilmektedir. Mutezile’nin sarayda olduğu dönemlerde o da aynı ortamda bulundu, halifeye danışmanlık yaptı, hatta bir dönem Mutasım’ın oğlunun hocası oldu. Felsefe, tıp, kimya, psikoloji gibi farklı alanlarda yaklaşık 250 kitabının olduğu bilinmektedir. Mütevekkil döneminden sonra gözden düşmesiyle birlikte ölümünden önce yaklaşık 20 yıl süren bir sessizliğe gömüldü.
Kindi, arafta yaşamış bir düşünürdü. Koşullarının sınırladığı, koşullarına mahkum bir zeka. Öyle bir mahkumiyet ki, gerçek ve sahte Aristoteles’in labirentlerinde bir ömür süren bir kayboluşun öyküsü aynı zamanda.
Kimileri kendisine Mutezili yakıştırması yaptıysa da Mutezili alimlerin kendisini eleştirdikleri ve dışladıkları bilinmektedir. Hakkında zahirde Müslüman görünen mülhidlerden olduğuna, Süryani, Yahudi ve Hristiyan olduğuna dair ithamlar bulunmaktadır.
Memun döneminde belli başlı iki çeviri hareketinin olduğu bilinmektedir. Bunlardan biri Huneyn bin İshak ve ekibi iken, diğeri Kindi ve çevresiydi. Kindi bir mütercimden ziyade redaktör görevi üstlenmişti. Çevirileri gözden geçiriyor, son kontrollerini yapıyor ve mevcut hataları düzeltiyordu. Kindi ve ekibinin çevirdiği kitaplar arasında; Metafizik (Aristoteles), Nikomakhos’a Etik (Aristoteles), Hayrul Mahz (Proclus), Enneades (Plotinus), Meteoroloji ve Gök Üzerine (Aristoteles), Parva Naturalis (Aristoteles), Aristoteles’in hayvanlar alemi ve tabiat üzerine kitapları, Peripsyche (Aristoteles) ve Aritmetik Kitabı (Cereseli Nikomakhos) bulunmaktadır.
Zihninin karışıklığına, Aristoteles ve Platon arasında bir sarkaç gibi gidip gelmesine neden olan şey muhtemelen okuduğu en önemli kitaplar arasında bulunan Plotinus’un Enneades’inin özellikle 4, 5 ve 6. kitaplarının ve Proclus’un Hayrul Mahz’ının yanlışlıkla Aristoteles’e nisbet edilmesi ve ‘Esulucya’ya ‘Aristoteles’in Teolojisi’ adı altında çevrilmesiydi. Dolayısıyla Kindi, Yeni Platonculuk ekolünden olan iki yazarın, Proclus ve Plotinus’un, kitaba aktarılan düşüncelerinin Aristoteles’e ait olduğunu zannediyordu. Çelişkili düşüncelerin aynı kalemden çıktığına olan inancıyla biteviye bir uzlaştırma çabasına girişmiştir, onulmaz düşünsel mücadelesi burada gizlidir. Sistematik bir bütünlüğe ulaşamamasının nedeni düşüncelerindeki bu gelgitlerdir.
Kindi’nin en önemli eseri ‘İlk Felsefe Üzerine’dir. Okuduklarından yola çıkarak Aristoteles’in metafiziği, Esulucya ve Kur’an-i teolojiyi uzlaştırmaya çalışmıştır. Eserinde 5 unsur üzerinde durulmuştur: Bir (Tanrı), akıl, nefs, tabiat ve madde. Bu sistemde nefs ilahi ve ilahi olmayanla ilişkide olan bir ara-yüzey vazifesi görmektedir. Maddenin karanlığından kurtulmanın tek yolu nefsin arınması yani katarsis’tir. Yeni Platonculuğun etkileri İslami Tasavvuf anlayışında da kendini göstermektedir; katarsis bir tür nefs terbiyesidir. Nitekim, Kindi’nin ‘Hüzün Üzerine’ başlıklı risalesinde Stoacılıktan da etkilendiği görülmektedir.
Kindi, bilgiyi ikiye ayırır: ilm-i ilahi ve ilm-i insani olarak. Aristoteles’in metafiziğinde tanrısal şeylerden bahsederken göksel cisimleri kastettiği bilinmektedir. Stoacılıkta ise fizik, doğaya ve evrene karşılık gelmektedir. Bir stoacı için tanrısal olan fiziktir, fizik ise evrendir. Oysa Aristoteles için fizik sadece ay-altı alemden ibarettir. Belki de bu nedenle Kindi, evrenin kadim oluşu konusunda dindar bilince sadık kalma mecburiyetinde hissetmiştir kendini…
“Başlangıçlar ham ve çiğdir, bu yüzden karanlıktır; ama o denli de soyludur”
Felsefe, VIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam topraklarına nüfuz etmiş, altın çağını IX-X. yüzyıllarda yaşamış ve XI. yüzyıldan sonra ışığının yönü tekrar batıya dönmüştür. Bu tarihten sonra Arapça eserler İbranice ve Latince’ye çevrilmiştir. İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesiyle birlikte Bizanslı çevirmenlerin, ellerindeki yazmalarla, Batı’ya, özellikle Sicilya, Venedik ve Floransa’ya göç ettikleri bilinmektedir. Bu bilgi göçü ileride Rönesans’ın ve aydınlanmanın temellerini oluşturacaktır.
***
Memun bir gece düşünde Aristoteles’i görür ve ona sorar: İyi nedir?
- Akla uygun olan
- Sonra?
- Dine uygun olan
- Sonra?
- Halka uygun olan
Memun şayet bir siyasetçi olmasaydı ilk cevabı aldıktan sonra susar mıydı?
Bu yazı sayın Dücane Cündioğlu’nun ‘İslam’da Felsefe Tarihi’ başlıklı ders notlarından derlenmiştir.
Görsel kaynağı: www.herkesebilimteknoloji.com