Arif gönle şeref, irfan nuru iledir.
Baki
Bilimin ve bilginin ne olduğu sorusu hepimizi farklı biçimlerde hep meşgul eder. Günlük hayatımızda belki de en sık kullandığımız ve duyduğumuz kavramlardır bunlar. Fakat konuya ilişkin kavrayışımız çok güçlü olmadığı için, bilginin ve bilimin ne olduğunu anlama çabamız genellikle yarı yolda kalmaktadır ve bu nedenle hayatımızı bilimsel bilginin ışığında düzenleme çabamız genellikle başarısız olmaktadır. Kaldı ki bilimciler ve felsefeciler de doyurucu ve ikna edici bir kavram önerme konusunda her zaman başarılı değildirler. Bazen aralarında konuya ilişkin kılı kırk yaran bir tartışmaya girdikleri ve sonunda kendilerinin de işin içinden çıkamadıkları olur.
Tarihimize bakınca
Bilime, akla ve bilgiye övgü söz konusu olduğunda kendi düşünce tarihimizde ilk akla gelen temel kaynaklardan birisi elbette Kutadgu Bilig’dir. Yusuf Has Hacib bize şu nasihatte bulunur: “İnsan, aklını kullanır ve işine bilgisiyle başlarsa giriştiği her işte başarılı olur.” Biraz aşağıda şöyle devam eder: “İnsanda zeka ile birlikte bilgi de bulunursa, o bu bilgisiyle her işte başarılı olur.” Bu nedenle diyor Hacib: “işi akıl ile anla, bilgi ile bil; günün kutlu olsun, hayatın mutlu geçsin” (2606-2626). Bu bağlamda Hacib, bilgi ile aklı utanma duygusunun ve dolayısıyla ahlak duygusunun oluşmasıyla, doğruluk, dürüstlük, erdemlilik ve sebatkârlık ile ilişkilendirir. Bilgi ve aklın insan yaşamı için bu kadar önemli, kurucu bir işlevi vardır. Akıl ile anlamak ve bilgi ile bilmek, insanı kişilik ve karakter sahibi tutarlı bir varlık yapmaktadır. Fakat dikkat edilirse bu belirlemelerde bilgi, akıl ve zeka gibi olguların ve yetilerin açıklaması, soy kütüğünden, kökeninden, gelişim ve oluşum sürecinden hareketle açıklanmasına girişilmez. Hacib, bize daha çok akıl ve bilgiyi hayatımızda sahip olduğu kurucu işlevi olarak adlandırabileceğimiz sonuçlarından hareketle övüyor, bizim için çekici kılmaya çalışıyor. Elbette aklın ve bilginin yaşamımız için son derece kurucu bir işlevi vardır. Aklın yolundan sapanlar için, bireysel ve toplumsal anlamda hayat hep yıkım getirmiştir. Fakat aklın ve bilginin burada belirtilen sonuçları neden doğurduğunu açıklayamadığımız sürece, onlarla ilgili tüm öneriler bizim için öznel bir tercih talebi olarak kalacaktır. Fakat Hacib, nesnel geçerlilik taleptir diyor. İşte, bilim ve felsefe burada, basit bir şekilde betimlemenin ötesine geçip bilginin kökenini ve oluşum sürecini, aklın ne olduğunu açıklamaya girişmekle başlıyor. Bu konuda aklımıza hemen Antik Çağ’ın doruk noktası olarak Aristoteles ve modern çağın büyük sentez girişimcisi olarak Immanuel Kant geliyor.
Bilim ve bilgi söz konusu olduğunda, gerisine düşülmemesi gerektiğini düşündüğüm iki tarihsel kaynak vardır. Bu kısa yazımda bu iki kaynağa işaret etmek istiyorum. Ünlü Alman filozofu Immanuel Kant, ‘bilimi örgütlenmiş bilgi’ olarak tanımlarken; klasik Antik Yunan felsefesinin takipçilerinden Makedon Aristoteles, insanı doğası gereği, yani zorunlu olarak bilgiyi amaçlayan bir varlık olarak tanımlar. Bu iki belirlemeye ortak bir anlam kazandırabilirsek, bilginin ve bilimin ne olduğuna dair büyük soruya da bir yanıt verme olanağına kavuşabileceğimiz kanaatindeyim.
Baştan düşünmek için Jean-Jacques Rousseau’ya geri dönüş
Bilim ve insan ilişkisi söz konusu olduğunda aklımıza ilk gelen metinlerden birisi, Jean-Jacques Rousseau’nun bilimler ve sanatlar üzerine olan ünlü klasik denemesidir. Bilimlerin ve sanatların yeniden kuruluşu ahlak açısından ilerletici mi olmuştur yoksa yıkıcı mı? Burada bilimler ve sanatların kuruluşu ve ilerlemesi ile ahlakın gelişip ilerlemesi arasında, çağımızın ünlü Alman filozoflarından Otfried Höffe, Modernliğin Bedeli adlı kitabında, modernliği yeniden sorguladığımız bugünlerde bilimlerin statüsünü de yeniden sorgulamamız gerektiğine işaret etmiştir.
Modern toplumun kuruluşundan beri, kuşkusuz en başa oturttuğumuz bilimlerin ürünlerinin kullanıldığı nice savaşlar olmuştur; bu savaşlarda kaç milyon insanın hayatı elinden alınmıştır. Bugün, çok çeşitli sayısız kitlesel imha silahları yapılmıştır. Bu gelişmelerin ışığında, insanın dünyanın etkili politikacılarına “lütfen akan kanı durdurun” diye yalvarası geliyor. Bunların hiçbirisinin bilimlerin asıl amacıyla hiçbir ilişkisi yok gibi gözükmektedir. Fakat bunların hepsi de bilimlerin araçları ve ürünleri kullanılarak üretilmiştir ve yapılmıştır. Çevre kirliliği, doğanın tahribi, insandan kaynaklanan olumsuz iklim değişimi, insan tarafından hayvana verilen eziyet; bunların hepsi bilimler, edebiyatın, sanatların ve zanaatların, kısacası uygarlığın gelişmesi sonucu elde edilen bilgi ve araçların da yardımıyla olmuştur.
Bu gelişmelerin ışığında Höffe, Rousseau’nun bilimlerin ve sanatların yeniden inşasının insanlığın ahlaken ilerleyip ilerlemediğini konu alan ve Bilimler Üzerine Söylev olarak kısaltılan klasik denemesine geri dönmemizi önermiştir. Felsefe de dahil olmak üzere tüm bilimlerin, sanatların, zanaatların statüsü eleştirel bir şekilde yeniden gözden geçirilecekse, işe oradan, en başta olan eleştiri hatırlanarak başlanması gerekmektedir.
Özetle belirtecek olursak; Rousseau’nun söz konusu denemesi bize ne diyordu? Oluşan uygarlık, felsefenin, bilimlerin ve sanatların eseridir. Uygarlığın ve kültürün başında insan, gelişmişlik düzeyi bakımından istese de ahlaklı olamazdı. Zira insanın henüz iç dünyası gelişmemişti; o, en fazla çok basit içgüdülerden ibaretti. Kısacası insan son derece naifti. Fakat ahlaklılığın kalıcı ve bilinçle tesis edilebilmesi için, herkesin diğerini herhangi bir karşılık beklemeden gerçekten amaç edinebilmesi gerekmektedir. Bunun için ise bazı maddi ve düşünsel koşulların oluşması gerekmektedir. Maddi koşullar kalıcı toplumsal ilişkilerin tesis edilmiş olması ile ilgilidir. Ahlaklılığın tesisi için gerekli olan düşünsel koşul ise insanların birbirleriyle empati kurabilmeleri için gerekli tasavvur gücünü geliştirmiş olmalarıdır. Zira, güçlü bir fantezi yetisine sahip olmadan diğeriyle düşüncede yer değiştirip duygudaşlık oluşturmak mümkün değildir.
Rousseau’ya göre, insanlığın ilk çağlarında henüz bu koşullar oluşmadığı için kalıcı ahlaki bir değerler sistemi geliştirmek de mümkün değildir. Bilimlerin ve sanatların gelişmesiyle, edebiyatın ve felsefenin gelişmesiyle insan her bakımdan gelişti ve ahlaklı bir varlık olmanın maddi ve düşünsel önkoşullarını da oluşturdu. Fakat bilimlerin ve sanatların yaratmış olduğu bugünkü kültür ve uygarlık hali, insanın istese de ahlaklı olmasına müsaade etmemektedir. Alıp satma, para pul ve mülkiyet ilişkilerinden ibaret olan piyasa ilişkileri, yalnızca çıkar ve yarar gözeten ilişkiler olduğu için, ahlaki olmaktan başka her şeydir; fakat kesinlikle ahlaki değildir. Her tarafı yapmacık bir nezaket, görünüşte bir samimiyet ve dürüstlük, oynanmış bir kibarlık. İç dünyası henüz gelişmemiş olduğu için olduğu gibi olmak zorunda olan insanın yerini sahte insan almıştır. “Kimse” diyor Rousseau, “kendini göstermeye cesaret edemez olmuş.”
Bu elbette oluşmuş olan toplumsallığın insanı özgürleştirmek yerine her yönüyle bağımlı kılması ve toplumsal baskı altına almasıyla ilgilidir. “Sanatın davranış ve eylemlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve duygularımıza yapma bir anlatım vermemiş olduğu zamanlar, âdetlerimiz kaba ama doğaldı.” Ama bugün, “hiçbir erdeme sahip olmadan” ustaca “bütün erdemlere sahipmiş” gibi davranıyoruz ve bu bilim ve sanatların gelişimi sayesinde mümkün olmuştur. Bu, davranışların tek tipleştirilmesini beraberinde getirmiştir. Rousseau, öncelikli olarak modern topluma dair eleştirel gözlemini bir pasajda şöyle ifade ediyor: “İçinde bulunduğumuz çağda, toplum denilen bu sürüyü meydana getiren insanlar belli durumlar karşısında hep aynı şeyleri yapacaklardır; başka türlü davranmaları için çok önemli sebepler olması gerekli. Bu yüzden karşımızdakinin nasıl bir adam olduğunu hiç bilemeyeceğiz, bu yüzden dostumuzu tanıyabilmek için büyük olayları bekleyeceğiz. O zaman da iş işten geçmiş olacak; çünkü onu tanımak zaten bu olaylar için gerekliydi.” Öyleyse modern insan tek başınadır, yapayalnızdır, terk edilmiştir ve işlerini yürütebilmek için hep diğerlerinin beklentisine göre davranmak zorundadır. Kendisini olduğu gibi göstermemektedir, gösterememektedir.
Modern filozofların Hobbes’tan beri yorulmaz bir çaba ile analiz ettiği ve kavramlaştırdığı modern insanın bu durumuna Martin Heidegger, orijinal bir şey söylüyormuş gibi yaparak, gizem dolu bir betimleme ile (cennetten kovulma mitosunu da hatırlatırcasına) “fırlatılmışlık” demiştir. Ama modern filozoflar durumu nedenleriyle açıklamışlardır. Örneğin Hegel, hukuk felsefesinde modern toplumun ekonomik yapısına dair çözümlemelerinden hareketle, modern toplumun bireyleri atomize ettiğini, Marx ise erken dönem metinlerinden itibaren modern toplumun ekonomik yapısının bireyleri yalnızlaştırdığını, onları “yalıtılmış monadlara” dönüştürdüğünü belirtip eleştirmiştir. Heidegger, modern filozofların çoktan nedenleriyle açıkladığı ve eleştirdiği bu durumu “fırlatılmışlık” olarak adlandırmakla bilimsel açıklamanın yerine tekrar gizem dolu betimlemeyi geçirmek istemektedir.
Bunun sonucu olarak sayısız kötülükler oluşmuştur. “Artık ne içten bir dostluk, ne gerçek bir saygı, ne temelli bir bağlılık kalacak. Kuşku, güvensizlik, korku, soğukluk, çekingenlik, nefret, hıyanet, hep o basmakalıp ve aldatıcı nezaket perdesinin arkasına saklanacak, yüzyılımızın bilim ve anlayışına borçlu olduğumuz o övüldükçe övülen uygarlık kisvesine bürünecekler.” Halimiz kısaca budur. Rousseau, bu eleştirisini bütün bir insanlık tarihinin ters gidişinin bir eleştirisi olarak formüle etmektedir. Ve bilimler içinde bulundukları durumda “özgür yaşamak için doğmuş” insanlara özgürlüklerini gerçekleştirmek için gerekli koşulları oluşturmalarına yardımcı olmak yerine, içlerinde taşıdıkları “özgürlük duygusunu” söndürmektedir. Bu da yetmiyormuş gibi bir de onlara “kölelik hayatını sevdirir” ve böylece “bilim, edebiyat ve sanatlar insanları bağlayan zincirleri çiçeklerle örter”.
Bu nedenle, bugün bilimlerin anlamından çok bir bütün olarak felsefenin, edebiyatın ve bilimlerin gerekliliği tartışılır olmuştur. Bilimlerin ve felsefenin gereksiz olduğu düşünülür olmuştur. Bunun yanında, aşağıda bilimin asıl görevinin ve işlevinin ne olduğuna işaret etmek istiyorum. Böylece her şeye rağmen felsefeden, mantıktan, bilimlerden, bilimsel anlayış ve bakıştan, sanatlardan ve zanaatlardan vazgeçemeyeceğimizi gerekçelendirmekten başka çaremiz bulunmamaktadır. Rousseau’nun eleştirisi de bilimlerin durumuna ve basit bir şekilde araçsallaştırılmış işleyişine dairdir. Onun eleştirisi bir bütün olarak bilimleri, felsefeyi, edebiyatı yıkmayı ve yok etmeyi amaçlamamaktadır. Zaten Rousseau’nun kendisi de bilimlerin, felsefenin, edebiyatın, sanatların ve zanaatların araçlarına başvurarak hem toplumu hem de bilimleri yeniden biçimlendirip yeniden kurmak için öneriler geliştirmiştir. Ayrıca bugün bilimlerin, felsefenin, sanatların, edebiyatın sunduğu bilgi ile gelişen ve değişen bilinç sayesindedir ki, örneğin sirkler ve hayvanat bahçelerinin statüsü sorgulanır olmuştur.
Bu durumda bilimciler ve felsefeciler olarak çalışırken, bir çıkış olarak, çağdaş ahlak felsefecilerinden Bernard Williams’ın bir önerisini verimli kılabiliriz. Williams, çeyrek yüzyıl önce yayınlanan Making Sense of Humanity (İnsanlığa Anlam Vermek) adlı kitabında insanların yapıp ettikleri için “ahlaken müsaade edilir” olma şartını getirmiştir. Fakat ahlaken neyin müsaade edilir, neyin müsaade edilmez olduğuna herkes kendisi karar vermelidir. Bu, ahlaklılığın olmazsa olmaz koşuludur. Buna göre, hangi bağlamda olursa olsun, ister bireysel bağlamda ve özel alanda olsun, isterse toplumsal bağlamda ve kamusal alanda olsun, yapıp ettiklerimizin yapılabilir olması için, gündemde olan sorunları çözücü, durumu iyileştirici olma kıstasını yerine getirmesi gerekmektedir. Eylemlerimizin perspektifsel olarak ahlaklılık içermesi için minimum kıstas budur.
Genel anlamı bakımından bilim
Bilim kavramının doğrudan akademik disiplinleri kapsayan bir anlamının yanında, bir de genel olarak sahip olunan bilgiyi ilgilendiren bir anlamı vardır. Bilim kavramının bu son anlamı, yani sahip olunan bilgiyi ilgilendiren anlamı söz konusu olunca, kavramı en geniş anlamda ele almak gerekmektedir. Bu en geniş anlamında ele alırsak bilim, bilinen her şey demektir. Bilinen her şey, kuşaklar boyunca deneyim, gözlem, bir bütün olarak pratik yaşamın ürettiği sağlam bilgi değeri olan ve yaşamımıza gerçeğe dayalı doğru bir içerik ve anlam kazandıran ve dolayısıyla yaşamımıza yön veren bilgi parçalarının hepsini kapsar.
Bilimi bu geniş anlamda ele alınca, bilginin elde edildiği ve uygulandığı farklı boyut ve bağlamları birbirinden ayırmak gerekebilir. Örneğin, Avrupa Felsefe ve Bilimler Ansiklopedisi için “Bilgi” maddesini kaleme alan Martina Thom, dört alanı birbirinden ayırmaktadır. Yorumlayarak aktarıyorum: (1) Bilgi pratik toplumsal etkinlik sürecinde elde edilir ve uygulanarak birikir. (2) Bilgi zorunlu olarak teorik ve yöntemsel süreçlere tabidir. Günlük deneyim ve bilinç, bilgi edinim süreçlerinde ilksel olsa da bilginin genel geçerliliğinin mantıksal gösterilmesi ve yöntemsel olarak kesinleştirilmesi zorunlu bir koşuldur. Aksi durumda, toplumsal ortak eylemliliğin bilgi bakımından zemini kalmaz. Bu durumda toplumun ahlaki parçalanması kaçınılmaz olur. Fakat bilginin sonunda toplumsal günlük düşünme bağlamlarında kavranabilir ve uygulanabilir olması gerekir. Bu ya doğrudan eylemin içeriğini oluşturmakla olur veya eyleme eşlik eden araçlarda vücuda gelmiş olmakla olur. Fakat hangi şekilde olursa olsun, bilginin sonunda günlük düşünme ve hayat bağlamlarına taşınabilir olması gerekir. (3) Bilgi, geçerli bazı kuralları ve değerleri ölçü alan değerlendirme içeren, çıkar güden, ilgi ve motivasyon içeren bağlamlarda gerçekleşen eylem ve davranışlarda üretilir ve uygulanarak artırılır. Söz konu eylem ve davranışlar toplumda farklı gerçekleşebilir; örneğin politika, eğitim, sağlık gibi pratik soyutlama bağlamalarında. (4) Aynı şekilde bilgi, toplumsal yapılar ve ortak eyleyen insan grupları bağlamında oluşan iletişimsel istinat sistemleri içinde oluşurak ve gerçekleşerek pratik olarak da artar.
Fakat toplumsal yapılar, süreçler, eylemler için bilim şeklinde bilgi, yani örgütlü bilgi ne kadar önemli olursa olsun; bilginin kökeni ve toplumsal etkisi bakımından öncelikli olanın günlük yaşam olduğu kesinlikle unutulmamalıdır. Ayrıca bilimsel bilgi ile günlük yaşam bilgisi ve bilinci arasında keskin bir ayrım çizgisi bulunmamaktadır. Bilimsel bilgi hem kaynak olarak günlük yaşam bilgisinden hareket etmek hem de yaşamın içeriğinin aydınlatılıp bilimsel bilgiyle şekillenmesi bakımından sonunda günlük yaşamla ilişkilenmesi gerekmektedir.
İnanma, ancak bu bağlamlarda üretilmiş ve teorik ve pratik olarak sınanmış bilimsel bilgiye dayandığı oranda yaşamda gerçek anlamına ve yerine kavuşabilir. Tarihsel olarak bilgi inancın her türlüsünü mümkün kılmıştır, inanç bilgiyi değil. Zira inanmak insana umut ve iyimserlik aşılayan bir olgudur. Eğer inanç sınanmış dünyevi bilgiye dayanmaz ise, bu bir kör inanca dönüşebilir ve vaat etmiş olduğu iyimserlik en hafif tabirle yanıltıcı ve vermiş olduğu umut en basit deyişle hayal kırıcı olur. Fakat gerçek nedenlere dayanmayan inanç hem birey ve hem de politika, eğitim, sağlık gibi toplumsal soyutlama bağlamlarında büyük yıkıma neden olabilir. Bu bakımdan bilgi, bir yandan geçmişte oluşmuş olması bakımından geçmişle ilişkilidir. Fakat bilgi aynı zamanda şimdiki zamanla ilişkilidir, çünkü geçmişte oluşmuş olana şimdiki zamanda sahip olunmaktadır. Fakat tam da bu özelliği nedeniyle bilgi henüz gerçekleşmemiş olan eylemi mümkün kılmak amacıyla üretilir. Bu bakımdan bilginin en geç gelecekle ilişkili düşünüldüğü zaman inancı nasıl ve hangi bağlamlarda mümkün kıldığı tam olarak anlaşılmaktadır. Günlük kendiliğinden oluşan bilinçte, inanç ile ahlak arasında kurulan zorunlu ilişki bu bağlamda görünür olur. Bilgi henüz gerçekleşmemiş olan eylemin mümkün ve doğru, yani gerçekleştirilebilir ve ahlaka uygun olduğunu gösterirken, gerçekleşebilirliğe ve doğruluğa dair oluşan öngörü dediğimiz inancı da beraber oluşturur. Bu inanç, aynı zamanda içgüdüsel ve sezgisel bilgiyi de kapsar.
Öyleyse en geniş anlamında bilim, içgüdüsel ve sezgisel bilgiyi de kapsar (her içgüdüsel ve sezgisel olan bilgi iddiası gizem dolu ve temelsiz olmak zorunda değildir); akademik, teorik ve pratik bilgiyi de içerir. Kuşaktan kuşağa aktarılan tarihsel olarak yoğrulmuş, harmanlanmış biriken bilgi de, yani deneyimden kazanılan pratik hayatın günlük yaşam içinde ürettiği ve becerilere temel oluşturan bilgi de bu geniş anlamda bilime dahildir. Bu en geniş anlamda alınırsa bilim elbette aynı zamanda deney ve gözleme dayalı ampirik bilgiyi de içermek zorundadır.
Akademik anlamı bakımdan bilim nedir?
Bilimin bu en geniş anlamının yanında, en az iki boyutlu akademik anlamı daha vardır. Akademik bilim kavramının bir tekil anlamda tek tek tüm bilimlere tekabül eden dar akademik bir de geniş anlamı vardır.
Dar akademik anlamda bilimin az çok tanımlanmış belli bir araştırma alanı ve bu alanın kendisine uygun araştırma yöntemleri, araçları ve teknikleri vardır; olmak zorundadır. Böyle tanımlanmış ve herkese açık yöntem ve araçlara dayalı olarak alanını bilgi üretmek amacıyla konu bakımından araştıran veya yöntemsel bir araştırma sorusuna bağlı olarak inceleyen, edindiği bilgi parçalarını tutarlılık ve iç bütünlük bakımından yöntemsel olarak düzenleyen, kazanmış olduğu bilgiyi yeter-neden ilkesine yetmek amacıyla kapsamlı temel ilkelere dayandıran ve böylelikle onu, bu ilkelerden hareketle temellendirmeye çalışan alana akademik disiplin denmektedir. Bilginin yeter-neden ilkesine yetmesi, bilgi iddianın hakikatte karşılığının ve geçerliliğinin olma koşuludur. Yeter-neden ilkesine yetmeyen bilgi iddiasının bilgi olarak var olma hakkı bulunmamaktadır. Buna David Hume ile bilginin akıl, yani gerçeğe uygun hale getirilmiş düşünme tarzı (gerçekçi düşüncenin) muhakemesi karşısında varlık nedenini kanıtlama şartı diyebiliriz. Friedrich Engels bunu en geniş anlamda klasik modernlik döneminin temel özelliği olarak genişleterek, aklın muhakemesi önünde varlık nedenini temellendiremeyen hiçbir şey var olma hakkına sahip değildir, demiştir.
Geniş akademik anlamda bilim, yazılı olarak ve öğreti yoluyla aktarılan tüm bilgi mirasını kapsar ve bu anlamda tüm akademik bilimlere denk gelir. Bilim kavramın bu akademik anlamı tüm akademik bilimlere denk geldiği, tüm akademik disiplinleri içerdiği için, zorunlu olarak geniştir ve çoğuldur. Bu anlamda bilim, tüm üniversiteyi kapsayan akademik bir praksis (hem teorik ve hem pratik uğraş) türüdür denebilir. Bilimleri bir üniversite olarak bir araya getiren ve bir arada tutan ve teker teker tüm bilimleri temellendiren bu bütüncül felsefi bakıştır. Aslında üniversiteyi üniversite yapan da bu bütüncül bakıştır. Üniversite doğa bilimlerinin, toplum bilimlerinin, beşeri bilimlerin, teorik ve uygulamalı bilimlerin sistematik toplamıdır.
Fakat, özellikle ülkemizde üniversitelerin örgütlenmesinde büyük sorunlar yaşandığı ve bunun için yeni bir universitas anlayışına ihtiyacımız olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Üniversitelerimizde akademik disiplinler “meslek ilkesine” göre örgütlenmiştir, gerçeğin ve bilginin peşinde olan bilimciler yetiştirme ilkesine göre değil. Bugünkü durumu anlamak için belki de modern bilimlerin ve felsefenin başına dönüp başlangıç noktasını hatırlamak gerekebilir.
Modern bilimlerin ve felsefenin belki de ilk metni olarak görebileceğimiz Aklın Yönetimi İçin Kurallar’da Descartes, örneğin marangozluk, elektrikçilik, demircilik gibi pratik meslekler aralarındaki işbölümü ile gelişmekte olan farklı bilim alanları arasındaki işbölümünün birbirine karıştırılmaması gerektiği konusunda bizi uyarır. Bilimlerin ilişkisini örgütlerken pratik meslekleri örnek ve ölçü alanlar büyük bir yanılgı içine düşmüştür. Söz konusu pratik mesleklerin arasındaki ilişki, en azından şimdiki örgütlenme tarzlarına bakarak söyleyecek olursak, parça bütün ilişkisinde olduğu gibidir. Bunların ancak tamamı bütünü oluşturur, ki bütün kavramı felsefede gerçek kavramıyla eş anlamda kullanılmaktadır. Fakat bilimler arasındaki ilişkide durum böyle değildir. Söz konusu pratik mesleklerden farklı olarak bilimlerin her biri kendi açısından bütünü oluşturur ve yansıtır. Bu nedenle bilimleri de pratik meslekler gibi ayırıp örgütlemek yanlıştır. Descartes’a göre “tüm bilimler bir bütün olarak daima bir ve aynı kalan insan aklından başka bir şey değildir”. Bilimler birbirlerinden ne kadar farklı olursa olsun, güneşin aynı ışınlarının farklı şeyleri aydınlattığı gibi, hepsi akıl tarafından aydınlatılır ve aynı zamanda bilimler de akla ışık tutar.
Descartes’ın bu yaklaşımı, bizde bugün üniversitelerde akademik disiplinler arası örgütlenmede uygulanan meslek ilkesinin açık eleştirisidir. Bu konuda Leibniz’in John Locke ile yürüttüğü bir tartışma açıklayıcı olabilir. Leibniz, Descartes’ın düşüncesini geliştirerek bilimleri örgütlerken üç mümkün yöntem arasında ayrım yapar. Her şeyden önce bilimler de dahil olmak üzere tüm insan edimleri insanın mutluluğunu amaçlar. Bilimler pratik veya sivil hayatta olan meslekler gibi örgütlenebilir. Fakat meslekler ağırlıklı olarak halihazırda kazanılmış olan teorik bilgiyi uygulayan veya pratik etkinlik alanıdırlar. Bilimleri örgütleme bakımından diğer mümkün yöntem, Antik Çağ’da Yunan felsefesinde yapıldığı gibi “doğa felsefesi” veya “fizik”, “ahlak” ve “mantık” alanları arasında ayrım yapmak şeklinde olabilir. Fakat bu yöntem modern çağda bilimlerin gelişmişlik düzeyine artık uygun düşmemektedir. Antiklerin bu yöntemi bugün uygulanırsa, bu üç alanın her biri yalnızca kendisini tek bütün olarak koyacaktır ve bu alanlar arasında savaşa neden olacaktır. Leibniz’in bu öngörüsü, bugün bizim yaşadığımızı betimler gibidir. Üniversitelerimizin örgütlenme tarzı Antik Çağ’daki felsefe okullarından farklı da olsa fakülteler, fakültelerdeki bölümler ve bölümlerdeki anabilim dalları arasında sürekli savaş yaşandığı yadsınamaz ve elbette savaşta bazen fiziksel şiddet de dahil olmak üzere, her şeyin mubah olarak görüldüğünü belirtmeye bile gerek yoktur. Son olarak Leibniz, Antik Çağ filozoflarının yöntemini de kapsayıp aşan bir öneride bulunur ve bunu yaparken modern felsefenin ve bilimlerin tarihsel ayırt edici özelliğine de dikkat çeker. Buna göre bilimler “praksis ve teorinin bağıntısı” ilkesine dayalı olarak örgütlenmelidir. Böylelikle teorinin ve pratiğin birbirine ve bunun sonucu olarak da sonunda iş bölümüne dayanan tüm toplumun kendisine yabancılaşması engellenmiş olur. Bu amaçla bilimler üç boyutlu, yani sentetik ve teorik, analitik ve pratik ve üçüncüsü bir çeşit kavramlar ve önermeler bilimi önermektedir. Bu sonuncusuna, Leibniz aynı zamanda repertoire da diyor ve bu mantık bilimine denk gelmektedir. Bu sonuncu bilimin amacı ve görevi kavramları ve dayandıkları ilkeleri ortaklaştırarak bilimlerin ansiklopedik bütünlüğünü sağlamaktır. Öyleyse, buna göre, yeni universitas anlayışının amacı ve görevi toplumun teorisi ile eylemlerinin bütünlüğünü sağlayarak toplumun kendine yabancılaşmasını ortadan kaldırmaktır.
Felsefe ve toplum
Bilim etiği ve insan
Şimdi bu çözümlemelerin ve açıklamaların ışığında, Aristoteles’in ve Kant’ın yukarıda işaret ettiğim bilgiye, bilime ve insana ilişkin belirlemelerine dönebiliriz.
Herhangi bir akademik disiplin, yürütmüş olduğu araştırmalar sonucu kazanmış olduğu bilgiyi, tutarlı ve bütünlüklü bir şekilde örgütlemeye çalışırken, edinmiş olduğu bilgiyi felsefenin sunmak zorunda olduğu genel ilkelere dayandırmaya ve onu bu ilkelerden hareketle açıklamaya çalışırken, bilgiyi diğer akademik bilimlerin ve günlük hayatın bilimsel bilginin ışığında düzenlenmesi için, toplumun ve bilimsel bilgiye dayalı olarak kararlar vermesi için toplumun yargı kurumlarının ve karar organlarının hizmetine sunmayı amaçlar.
Genel bilimsel ilkeler, akademik disiplinler arasında birliği sağlar ve böylece üniversite dediğimiz öğretim kurumunu bilimsel bakımdan mümkün kılar. İlk ve orta eğitimin de, üniversiteye (yükseköğretime) bir nevi bir hazırlık olarak içeriğini ve yönünü bu ilkelerden alması gerekir. Kant, haklı olarak bilim için, bu anlamda örgütlenmiş bilgidir, der. Bilginin örgütlenmesi, yani bilginin birikmesi ancak bilimsel olabilir ve bu da bilim dediğimiz kurumun yavaş yavaş oluşmasını sağlar.
Görüldüğü gibi, ilk ve en geniş anlamda, yani bilimi bilinen bilgilerin hepsi anlamında alırsak, bilim insanın hayatına içerik ve anlam kazandıran ve böylece insanın yaşamına yön veren tüm bilgilerin az çok sistematik toplamıdır denebilir. Bu anlamda bilim, insanın hayatına içerik ve anlam kazandırır ve ona doğal olarak yön vermiş olur. Bilim kavramını ikinci, yani daha çok akademik anlamında alırsak, bilim zorunlu olarak aydınlatıcıdır, yaşama ışık tutandır. Günlük yaşamı olduğu gibi, toplumun tüm yargı ve karar mercilerini “gerçek” ve “doğru” kavramı üzerine oturtmaya çalışır. Böylece toplumsal yaşam ve toplumsal kurumlar bilimsel olarak temellendirilmiş olur. Bu aynı zamanda toplumsal yaşamın da bir bütün olarak ahlaki bir içerik kazanmasının önkoşuludur.
Aristoteles’in, insan doğal olarak bilgi edinmek ister, demesinin nedeni kanımca budur. Aristoteles’in bu belirlemeye ulaşmasının temelinde, insanın bazen bilinçli, sıkça farkında bile olmadan içinde olduğu bu özgürlük ve mutluluk arayışına dair yapmış olduğu gözlemleri vardır. Öyleyse, Kant’ın işaret ettiği gibi, bilgi ve bilginin örgütlenmiş hali olan bilim, insanı ve toplumu aydınlatır ve böylece özgürleştirir ve mutlu kılar. Bilimlerin (ve elbette felsefenin) varlığının nedeni ve amacı budur.
Böyle bir bilim anlayışının yerleşebilmesi için kanımca bilim anlayışımıza ve bilim pratiğimize hakim olan bilim etiğine dair bir anlayıştan kendimizi artık kurtarmamızın zamanı gelmiştir. Bu anlayışın kökleri 20. yüzyılın başlarına kadar gerilere gitmektedir ve Max Weber’e dayanmaktadır. Bu anlayış, bilimlerin değer yargısından muaf olduğunu iddia etmektedir. Buna göre bilimciler, kendilerine buyrulan amaçları koşulsuz gerçekleştirmek için araçlar arayıp bulmalıdırlar ve verilen emirlere herhangi bir yargıda bulunmadan koşulsuz uymalıdırlar. Bu anlayış bilim etikçileri tarafından bilimcileri “kiralanan zihne” indirgediği için ağır bir şekilde ilkesel olarak eleştirmekte ve reddedilmektedir.
Bu yaklaşım son çeyrek yüzyılda insanlığın içinde bulunduğu durum gittikçe daha çok tehlikeli bir hal almaya başlamasından dolayı sorgulanır olmuştur. Bilim felsefecileri, bilim etikçileri ve bilim tarihçileri tarafından sorgulanır olmuştur. Zira bilimlerin her bakımdan değer yüklü olduğu artık tam olarak anlaşılmıştır. Bu nedenle bilimciler, yaptıkları işler karşısında sorumludurlar. Yaptıkları işler karşısında yeniden sorumluluk üstlenmeleri, bilimcileri bilimciler olarak yeniden özerkleştirecektir.
Bilimlerin yeniden özerkleşmesi ve en temel görevlerine, yani insanlığın durumunu ilerletici ve özgürleştirici temel görevine geri dönmesi insanlığa karşı vazgeçilmez sorumluluğundan kaynaklanmaktadır. Filozoflar ve bilimciler, ancak Leibniz’in talep ettiği “insan soyunun öğretmeni” olma ülküsüne yeniden sahip çıkarsa tarihsel misyonlarını, yani insanlığı daha mutlu etme görevlerini de tam olarak üstlenmiş olurlar. Fakat Leibniz’e göre bunun için de “kaynakların, eğitimin ve politikanın mevcut durumunun değiştirilmesi gerekmektedir.”