Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da bireylerin sıklıkla yaşadığı depresyonların psikoloji ve kişisel gelişimi ilgilendiren bir çerçevesi olduğu kadar felsefeyi ilgilendiren bir çerçevesi de bulunmaktadır. Yurtdışı seyahatlerinde planlı ve programlı gerçekleşmeyen ve spontan gelişen diyaloglarda bile bunu fark etmek artık zor değildir. Psikoloji, kişisel gelişim ve manevi desteklerin yeterli olmadığı, edebiyat ve dinin de bireyleri tatmin etmediği bu yeni mevcudiyet deneyiminde sözcük ve kavramların tanımlanması ve birbirleriyle dizilimlerinin yenilenmesine dair bir gereksinim hissedilebilmektedir. Kendini geliştirmiş bir felsefenin giderebileceği bu gereksinim için eldeki felsefelerin ve felsefe uzmanlarının da pek yetkin olmadıklarını saptamak gereklidir. Bunun önemli üç nedeni; (i) eldeki felsefelerin ticaret ve pazarlamadan ibaret tüketim endüstrisinden ayrı olarak insana vakit ve mesai ayırmayışları, (ii) insana gerçekten kıymet vermeyen filozofların her bir bireyin ortaklaşan deneyimlerine bile uzak kalışları ve (iii) bireysellik ile eski sosyal teoriler arasındaki geçerlilik ve kapsam farklılıkları üzerine ciddi bir zaman ayırarak düşünmeyişleridir. Oysa örneğin Paris’te, Roma’da veya Stokholm’de denk gelinebilecek herhangi bir mühendis önceden ayarlanmaksızın söylenmiş birkaç nitelikli felsefe cümlesiyle hayatını değiştirmeye karar verebilmektedir.
İnsana dair en önemli gerçeklerden biri, onun hayatta kalma arzusunun sosyallikten ayrı ve bağımsız olmadığıdır. Dünyanın genelindeki göçmenlik deneyimi ve göçmenliği aynı toplum içerisinde bile süreğen hale getiren radikal bireyselleşme (dijitalleşme), insanların herhangi bir an ve yerdeki birlikteliklerini neredeyse gerçekleştirilemez yapmaya başladı. Bu da insanların birbirlerine değme, katlanma ve birlikte toplumsal düzen tesis etme olanaklarının ellerinden gitmesine yol açıyor. İnsan bireylerinin zaman ve mekân bilinçleri birbirlerine sadece dış mecburiyetler üzerinden temas edebiliyor ve bunu destekleyebilecek iç süreçler deneyimlerin dışına itildiği için insanlar başka insanlara karşı nefretle doluyorlar. Bu gelişmeye çare olarak Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da; (i) yer değiştirerek hareket halindeyken yaşam enerjisini yenileme, (ii) Stoacı felsefeleri güncelleyip uyarlayarak dış maddi uyaranlar olarak insanlara karşı duyarsızlaşma, (iii) mümkün olduğu kadar hazları tüketerek en güçlü ve olanaklı insan bilincini koruma ve (iv) kendi kültürünün dışındaki herhangi bir kültüre ait dinsel bir motif veya ritüelin kişiselleştirilmesiyle durağanlık ve aidiyet gibi gereksinimleri gidermeye çalışmak önerilmektedir. İlk öneride yaşam enerjisinin yenilenmesi yerine hayattan kaçmak; ikincisinde insanlara karşı zaten gelişmiş olan duyarsızlaşma nefrete dönüşecek şekilde insan-karşıtı olma; üçüncüsünde çalışıp üretmenin sonu veya ardına yerleştirilmesi gereken hazların yaşamın tek unsuru olmasıyla haz elde eden bütün insanlara ve yaşamın kendisine karşı rahatsızlık ve dördüncüsünde başka kültürel çevreler içerisinde geçerli ve işlevsel olan dinsel bir motif veya ritüel kişinin kendi içine taşınarak dinin, inancın, ritüellerin ve bütün kardeşliklerin de sadece maddi ve nedensel nitelikli oldukları öğrenilebilmektedir. Yani bu öneriler veya seçenekler ters etki yapmaktadırlar.
İnsan her deneyimle yeni bir şey öğrenir ve bir şeyleri meşrulaştırarak kanıksar. İnsan söz konusu olduğunda geçiştirme neredeyse mümkün değildir. İnsanın ihtiyaç duyduğu hava, su ve gıdadan sonra kesinlikle başka insandır. Sırf bir insan başka bir insanla kalıcı ilişki kuramasın diye bir sistem kurup ticaret ve pazarlama da temelde bunun süreğenliğine bağlı kılınmış olursa insanın toplumsal doğası buna artık insanların öngöremediği ve kontrol edemediği şekillerde isyan edebilir. Son on yıllarda birçok toplumun ulusalcılığa ve yerel dinlere -bunlar ne kadar geliştirilip ilerletilememiş de olsalar- sığınmasının nedeni, asgari bir toplumsal düzen gereksinimini gidermeye çalışmak arzusudur. İlginç bir şekilde zamanımızda insanlığın yaygın (popüler) seviyede elinde kalan yegâne seçenek de bu ikisi gibi görünmektedir. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki yerli insanlarda gözlemlenen mutsuzluk, yaşam enerjisinin azlığı ve insanlara güvenememe sorunları epeyce bir zamandır buralara göç etmiş diğer insanlara da bulaşmış ve göçmenler de yerliler gibi ciddi anlamsızlık, amaçsızlık ve gerekçesizlik hissiyatlarıyla depresyon yaşamaya başlamışlardır. İnsanlığın genel sağlık, eğitim, emniyet, adalet, siyaset, üretim, hukuk, ahlak ve din kalitesini aşağıya çeken bu sorunun çözümü insanların sosyalleşmesine izin verilmesidir. Ama bunun için de sözcük ve kavramların doğru tarifi ve sözdizimlerinin yaşamı isabetle içerecek nitelikte ayarlanması gerekmektedir. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki pek çok insan bu ikisini layıkıyla yapan felsefecilere bütün kazanımlarını verebilir.
Eldeki teoriler bireyselleşme ve göçmenlik öncesine ait sosyal teoriler olduğu için bunlardan sadece sosyal birleşimin kendi iç nedenselliği konusunda yararlanılabilir. Sözgelimi Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki göçmenlerin kalemlerinde öne çıkan marksizm, feminizm, İslâmcılık, milliyetçilik, ferdiyetçilik, Budizm vb. yaklaşımlar 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılda geçerli ve işlevseldirler. Bunların her biri belirli bir toplumun kendi içinde karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma arzusu teşekkül edip de doğru üretim ve iletişim ilişkileri hangi zeminden edinilebilir sorusuna geçildiğinde bir çare üretebilecek teorilerdir. Günümüzde yardımlaşma ve dayanışma bir toplumu önceleyecek seviyede bütün bireyler veya çoğu birey tarafından paylaşılan ortak ve gerçek bir gereksinim değildir. Bu nedenle açıkçası Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumları için ulusalcılık veya dindarlıkta ısrar etmek uzun vadede ihtiyaç duyulan çareyi üretemez. Bunun yerine bireylerin içini kemiren özgürlüğün doğru tarif edilmesiyle başlamak gerekmektedir. Benim önerim, ticaret ve pazarlamadan veya herhangi bir toplumsal teoriden ayrı olarak kelime ve kavramların sadece deneyimler gözetilerek günümüz bireyleri özelinde tarif edilip kararlaştırılmalarıdır. Tariflerde ortaklaşma bir seçenek olarak kendiliğinden gelişirse insanlar yardımlaşma ve dayanışma arzusu için yine kendilerince bir yol bulabilirler.
Özgürlük, gerçekten var olan karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmaya bağlı olarak iletişim ve işbölümü edinmiş bireylerin yaşadığı toplumda kişinin kendine bir rol edinmesidir. İnsan için de bütün canlılar için de özgürlük kendi gereksinimlerini toplumsal bir çevre içerisinde öngörülerde bulunabilerek emek vermek yoluyla giderebilmesine dayanmaktadır. Günümüzde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da birey toplumsal çevre ve toplumsal düzeni hissetmediği için kendini boşlukta duyumsamaktadır. Sorumluluk ile özgürlük veya kendini ait hissetmek ile tatmin olmak arasındaki ilişkinin bozulmasının nedeni keyfilik ve gelişigüzellik değil bir toplumsal çevre ve düzen edinememektir. İdrak, bilgi ve deneyim eksikliği olmayan neredeyse hiç kimse sorumluluktan kaçmak ve salt hazlara yönelmek istemez. Göçmenlerin bir kısmının, Batı Avrupalı ve Kuzey Amerikalı olmayanların genelinin bir yaşam enerjisi ve yaşam sevinciyle hâlâ uğraş içerisinde olabilmelerinin iki nedeni; (i) göçmenlerin ve çok gelişmiş dünyalar dışındakilerin “gelişmiş dünyaya dair kurulmuş toplumsal hayal”e hâlâ inanıyor olmaları ve bu toplumun unsuru olabilmek hedefine tutunmaları ve (ii) bu insanların kendi toplumsal çevre ve düzenlerinin fazla karşılıksızlığından veya tutarsızlığından bir miktar yorulmuş ve bunalmış olmalarıdır. Batı Avrupalı ve Kuzey Amerikalı olmayan insanlar da zamanla bir miktar konfora eriştikçe yaşam enerjisini bir gereksinim olarak fark edip sorunlaştırabilirler. Bu yazıda konumuz Batı Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılardır.
Günümüzde bireyin dışarıda toplumsal bir çevre ve düzen bulabilmesi neredeyse mümkün değildir. Bulamadığı bir çevre ve düzene çok ihtiyaç duyan insan bireyinin başka bileşenleri kendi zihninde ve hayali seviyede gerçekleştirip de kendine gerçek bir rol bulması beklenemez. Bu nedenle Batı Avrupalı ve Kuzey Amerikalı insanlar kelimeleri ve kavramları doğru teşhis ve tarif eden ve sözdizimlerini sahici ve iktisatlı ayarlayan dürüst filozofların çevresinde bir araya gelmeyi düşünebilirler. Bu işi şu anda yapıyor görünenler aynı anda toplumun kendi iç dayanışma gereği ile mantıksal doğrulama arasındaki ilişkiyi, bireylerin gerçek gereksinimlerini ve özgürlüğün teşekkül etmiş sahici bir toplumda kendince bir rol edinmek demek olduğunu birlikte göz önünde bulunduran filozoflar değildirler. Bu nedenle işlerini eksik ve hatta çoğunlukla yanlış yapmaktadırlar.