İnsan toplulukları bir arada yaşamayı öğrenme sürecinde nasıl ki sistemleşerek devlet kavramını ortaya çıkarmışsa, o toplumun duygu ve düşüncelerinin zaman içinde geliştirdiği gelenek ve görenekler ve bunun doğurduğu tutum ve davranışlar manzumesi de ahlakı meydana getirmiştir. Bu kavram içerisinde; geleneğin gücü, dinin şemsiyesi ve genetiğin tecellisini içeren bütüncül bir eylem hali gizlidir. Kişilerin duygu ve düşünceleri bu kavramın aurasında şekillendiğinden, şahsiyet ve asliyet unsurları da, ana çizgilerini hep ahlakın potasında eriyerek almıştır.
Ahlak esasen, iyi veya kötü olarak etiketli davranışların işaretlendiği bir levha. Bu levhanın içindekiler ahlakî, dışında kalanlar ise gayrı ahlakî.. Aristo’ya göre iyi 2 çeşittir; birisi mutlak iyi, ki her zaman ve mekânda hep iyidir ancak bunun ne olduğu bilinemez. Diğeri rölatif iyilik halidir ki sana iyi bana iyi demekten ibarettir. O halde ahlak da, mutlak doğrunun çerçeveleyeceği tek bir iyilik hali değil, izafi bir kavram.
İçtimai devinimler geleneğin süzgecini daraltır/genişletir, hatta bazen kökünden kazır. Aynı zaman diliminde bir davranışa kimi topluluklar ayıp gözüyle bakarken kimileri doğal karşılar yahut aynı davranış aynı toplumda yıllar geçtikçe tersiyle muamele görür. Çünkü ahlak, tıpkı kuantum fiziği gibi nispî ve izafî değerler içerisinde zaman ve mekanla mukayyettir. Bu sebeple hadiseye nereden bakıldığına göre kıymet atfedilir.
Ahlak (morality) kavramını, bir davranış şekli değil de mücerret bir düşünce halinde ele alan ahlak felsefesi (etik), zaman ve mekândan bağımsız daha evrensel ahlakî (moral) değerleri bulmaya çalışır. Bu yolda, mesleğe ilişkin davranış şekillerini de ahlaktan ayırıp mesleki etik halinde inceler. Mesleki etik, belli bir iş kolundaki bir mevzu üzerinde örgüleşmiş kurallar bütünü iken, ahlak, belli bir fikir üzerinde yoğrulmuş düşüncenin fiili bir karşılığıdır. Bu sebeple ahlak, bir nevi erimiş fikirdir. Bir İslam anlayışı olarak, eli değil ayağının altı öpülen anneye sergilen bu ahlakî davranış, “cennet anaların ayağının altında gizlidir” öğretisinin bir mahsulüdür. Bu davranış, temelde, insanlığın iftihar tablosunun bir tavsiyesine raptedilmiş olduğundan, dayandığı fikir ötelerin ötesine, maveraya perçinli.. Doğurduğu ahlak da bu sebeple kâinat çapında…
İdare şekillerinden birisi olan nomokrasi, kanunun üstünlüğünü esas almakla birlikte, ahlaki öğretileri de dikkate alarak prensiplerini ortaya koyar. Çünkü o toplumun binlerce yıllık birikmiş adeti, geleneği, töresi ve inancı, bu kanunların temellendirilmesinde rol oynar. Demokrasinin, “yapmak istediğini yapmak ya da yapmak istemediğini yapmamak” şeklinde ortaya koyduğu absürt bir özgürlük anlayışı yerine “hata işleme hakkı”nı özgürlük ifadesi olarak ele alması her ne kadar daha makul olsa da, nomokrasilerde bunun da toplumun iç dinamiklerine tasallut eden bir hata olması halinde affa şayan kabul edilmez. Bir toplumda büyüklerin yanında sigara içmek ayıp karşılanıyorsa nomokraside bunun kanuni bir karşılığı olacaktır.
Ahlakın, din veya inançla olan alakasını bu şekilde ortaya koyduktan sonra, inancını kaybeden bir zümrede ahlakın varlığından bahsetmenin de kabili mümkün olmayacağı açıktır. Ahlak yoksa, düşünce de yok, sanat da yok, hiçbir şey yok… Çünkü sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrindedir, hakikat ise mukaddeslerin mukaddesi.. Bütününden koparılmış bir hakikate ise hakikat gözüyle bakamayız. Tarih, “Allahtan ve ahlaktan bahsetmek yasaktır” şeklinde bir tamime şahitlik yapacak kadar ahlakın sukut ettiği günler görmüştür. İnsan, inançlarını kaybedince çomarlaşıyor hakikaten…
Ahlakın din ile olan yakın ilişkisi, o toplumun iç dünyasının bir yansıması olarak karşımıza çıkar. İçselleştirilemeyen bir dinin ahlakî öğütleri, o toplumda bir karşılık bulamadığından, icrası da güçlük arz eder. Gerek semavi dinlerde gerekse felsefi mezheplerde, dikte edilerek kabul edilmesi istenen öğretilerin toplumu dönüştürmesi beklenemez. Duygu ve düşünceyi kucaklayarak telkin edilen hakikatlerle toplum şekillenir, ahlak heykelleşir. .
Nasıl ki bir milletin lisanı, grameri, hançeresi ve folkloru, o toplumdan alınmış bir biyopsi gibi kabaca o topluluğu temsil ediyorsa, ahlakı da o topluluğun temel düşünce ve duygu durumunu yansıtır. Gerek toplumun iç dünyası gerekse dinin vecibeleri o toplumla tam olarak hemhal olup su sızdırmaz bir mutabakat halinde bir araya geldiğinde, sergilenen davranışın dinin vecibesi mi yoksa toplumun çıkardığı ahlakî bir gelenek mi olduğu anlaşılmaz ve mutlak bir kabulleniş içerisinde benimsenir. Bir inancın kemali de işte bu noktayla test edilir.
Ahlakın, fikrî bir temeli kucaklayan davranışlar bütünü olduğu hakikatini bilmeyip, namus kavramına ahlakmış gibi bakmak, ahlaksızlığı da namusun payimal edilmesinden ibaret zannetmek, ahlak kavramına yapılan en büyük ahlaksızlıktır. Oysaki namus, ahlakın sadece bir rüknüdür. İnsani değerler içerisinde iyi/kötü algıları, vefa, yalan, verilen söz, gıyapta konuşmak, hırsızlık, rüşvet, gasp, hep ahlakın istinatgahlarından.. Sonuç olarak ahlak esasen insanın yaradılışından gelen ve çevresel faktörlerin etkisiyle ruhta makes bulan alışkanlıklardır. Soyda tercih olmaz fakat arzu ettiği hayatı insan kendi seçer. Kim kiminleyse onunla hemhal olur.
1 yorum
Enfes bir çalışma olmuş saygıdeğer hocam.
Elinize sağlık.