20. yüzyıldaki bazı gelişmeler dünyanın birçok bölgesinden ilginç tepkilerle karşılaşmıştır. Bunlardan bir tanesi, 14 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de Yahudi Milli Konseyi’nin İsrail’in kuruluşunu ilan etmesidir. İsrail’in kurulduğu topraklar daha önce Osmanlı Devleti’ne ait topraklar iken 1917 yılından itibaren İngilizlerin işgal ettiği, bölgeye aşama aşama Yahudi yerleşimcilerin göç ettirilerek geldikleri ve bütün çabalara rağmen Arap nüfusun yoğun, Yahudi nüfusun ise azınlıkta kaldığı topraklardı. 1917 yılında yayınlanan Balfour Deklarasyonunda Filistin bölgesinde bir Yahudi devletinin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu konuda İngiltere Başbakanı olan Lloyd George, Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour ve Siyonist Lord Rothschild 1917 yılında kesin bir anlaşmaya varmış görünmektedirler. 1917 yılından önce küçük gruplar halinde bir örgütlenmeye sahip olan Siyonizm (Kutsal Sion’da Kutsal Yahudi ırkının bir araya geleceğini ve devlet kuracağını savunan 19. yüzyıl görüşü) bu tarihten itibaren tüm Avrupa’da üzerine tartışma yapılan bir hareket haline evrilmiş, bu arada Filistin’de kurulacak bir Yahudi devleti de uluslararası bir sorun haline gelmiş görünmektedir.[1]
İsrail devletinin 14 Mayıs 1948 tarihinde ilan edilmesinden hemen bir gün sonra Arap Birliği Sekreteri Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne bir telgraf yolladı ve Filistin’de sağlıklı bir toplumsal düzen için Arap dünyasının kendisini müdahaleye mecbur hissettiğini yazdı. 14-15 Mayıs 1948 tarihli bu iki girişimin ardından ilk Arap-İsrail Savaşı başladı ve savaş İsrail’in başarılı olmasıyla 1949’da noktalandı. Filistinliler için uygun bulunan topraklar daraldı, İsrail sınırlarını genişletti ve Filistinli Arapların başka ülkelere göç etme süreçleri başladı. Burada iki tane önemli soru akla gelmektedir. Birincisi, Adolf Hitler Almanyasındaki Yahudi karşıtlığı (antisemitizm) ve İkinci Dünya Savaşı koşullarında gerçekleşen Holocaust ve Auschwitz soykırımlarının nasıl anlaşılması gerektiğidir. Sözgelimi Hüsnü Mahalli, Hitler’i İkinci Dünya Savaşı’ndan önce finanse eden Rothschild ailesi ve Siyonist kimliğiyle bilinen Max Warburg’un Nazi partisinin en büyük finansörü olması bilgisinden hareketle benzer bir sorunu gündeme getirmektedir. [2] Makul olan soru şudur: Almanya’da hızla artan Yahudi düşmanlığı ile Filistin bölgesinde Araplara karşı nüfus bakımından sorun yaşayan Yahudilerin durumu bir arada düşünüldüğünde; Almanya ve çevresindeki Yahudiler neden Filistin’e göç etmediler? İkinci önemli soru ise, 1917’de Filistin topraklarında kuruluşuna karar verilen Yahudi devletinin neden 1948’e değin ertelendiğidir. Çünkü 1948’e gelindiğinde İngiltere’nin yanı sıra artık ABD de dünyada söz sahibi bir ülke konumuna evrilmişti. Acaba İngiltere Ürdün ve Suudi Arabistan’ın yanı sıra kendi dışındaki Batı Avrupa devletlerinden mi çekinmişti? Bu iki soruya verilebilecek doğru cevaplar daha sonra bütün dünyada solcuların Filistin’i sahiplenmelerini ve 1967 yılında vuku bulan II. Arap-İsrail Savaşından sonra günümüzde Avrupa Birliği’ni meydana getiren bazı ülkelerin neden İsrail’e destek verdiklerini gerekçelendirebilir. Bununla birlikte solcuların Filistin’i samimi bir seviyede sahiplenmelerinin arkasında Sosyalist Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nin kurucusu ideolog siyasetçi Vladimir Lenin’in Siyonizm karşıtı pozisyonunun ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu komünist siyasetçi Mao Zedong’un Arapları ve Filistin’i kuvvetli bir şekilde desteklemesinin etkisi göz ardı edilemez.
Birleşmiş Milletler’in resmi sayfasındaki “Filistin Sorunu” başlıklı uzun tarihsel aktarıma bakılırsa, 1919 yılındaki Paris Konferansı’nda Ürdün (Kral Hüseyin) ve Suudi Arabistan’ın (Kral Faysal) Araplar adına birtakım görüşmelerde bulundukları, İngiltere’nin yanı sıra başka Avrupa ülkelerindeki Siyonistlerin konuyu ısrarla takip ettikleri, 1948 yılına değin İngiltere’nin mandası olan bir Filistin seçeneğinin devrede olduğu, ama ABD’nin İngiltere’ye sağladığı destekle 1948’de işlerin değiştiği, Siyonizm tarihçisi Leonard Stein’in verdiği bilgiye göre de zaten “Siyonist hareketin amacının Filistin’i Türkiye’den (muhtemelen Osmanlılar dönemi kastediliyordur) ayırıp onu bir Yahudi devletine dönüştürmek” olduğu ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır.[3] Bu bilgi yukarıdaki sorulara cevap verirken işe yarayabilir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Endonezya’nın Bandung kentinde 18-24 Nisan 1955 tarihinde düzenlenen bir konferansla sömürgecilik süreçlerine karşı olmak gerektiği ve milletlerin bağımsız devlet kurmalarının engellenmemesi gereği görüşülmüştür. Bu konferansı organize eden ve “Üçüncü Dünya” kavramının kuramsallaştırılmasını sağlayan ABD’dir. Asya ve Afrika’da bağımsız olmuş birçok devletin –ilk etapta 29 ülkenin- mevcudiyetini bu konferansa borçlu olduğu söylenebilir. 1989 yılında teorize edilmiş olan post-kolonyal teorinin tarihçesi bu konferansla başlamaktadır.[4] Bununla birlikte post-kolonyal teorinin iki çok önemli öncü düşünürü vardır ki bunlar Frantz Fanon ve Edward W. Said’tirler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan devletlerin bağımsızlıklarına destek veren her iki düşünür de sadece bir devleti istisna etmişlerdir. Bu devlet kuruluş süreci ve şekli bakımından İsrail’dir. Fanon’un önde gelen iki kitabı Fransızcada 1952 ve 1961 yıllarında yayınlandı. Said’in başyapıtı Şarkiyatçılık 1978 yılında İngilizcede yayınlandı. Fanon, Siyahi bir Martinikli ve Fransız bir psikiyatrist idi. Cezayir’deki Müslümanların özgürlük savaşlarına bizzat sahada bulunarak destek veren Fanon 1961’de öldüğünde Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabı da basılmıştı. Fanon’un Aimé Fernand David Césaire’dan sonraki ikinci ilham kaynağı olan ünlü filozof Jean Paul Sartre bu kitaba gösterişli bir önsöz yazmıştı. 1967 yılındaki İkinci Arap-İsrail Savaşı’nda Sartre İsrail’in ve Siyonizmin tarafını tutunca vefat etmiş olan Fanon’un hayatta olan eşi Josie Fanon Sartre’ın önsözünü kitabın yeni baskısından çıkarttırdı. Josie Fanon bir söyleşide bunu anlatırken eşinin Batılı aydınlarca doğru anlaşılamadığından yakınmaktadır.[5] Edward Said daha ileri gitmekte ve bizzat kendisinin hayran olduğu Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Michel Foucault ile 1979 yılında Paris’teki karşılaşmasını anlatmaktadır. 13-14 Mart 1979 tarihlerinde Paris’te düzenlenecek bir konferansı vermesi için Sartre ve Beauvoir’dan özel davet alan Said, iki ismin yanı sıra Foucault’nun Filistin’e destek vermediklerini gördüğünü ve onları terk ettiğini belirtmektedir.[6]
İngiltere’de Exeter Üniversitesi’nde Avrupa Filistin Araştırmaları Merkezi’nin müdürü olan Ilan Pappe, 1948 yılının Edward Said’in yaşamındaki en zor zamanlardan birisi olduğunu yazmaktadır.[7] Kendisi de Hayfa/İsrail doğumlu bir Yahudi olan Pappe’in saptadığı bu vakıa duygusal ve nostaljik bir meseleye karşılık gelmemektedir. Said bu vakıanın arkasındaki gerçeğin uluslararası (küresel) toplumun ikiyüzlülüğü olduğunu belirtmektedir. Tüm dünyada solcuların Filistin meselesini sahiplenmelerinin de nedeni budur. Uluslararası dünyanın bütün yaptığı, güçlünün haklı ve zayıfın da haksız olduğunu meşrulaştırabilecek ve kanıksatacak göstergeler ve söylemler icat etmektir. Said’e göre bu uluslararası dünyanın örtük hukuk ve etik normu gibi iş görmektedir.[8] Oysa bu davranış bütün insanlara güçlü olmadıkları takdirde kendilerine her türlü yanlış davranışın reva görülebileceği, dolayısıyla hiç kimseye güvenmemeleri gerektiği yönünde bir izlenim vermektedir. İşte bölge ve dünyadaki Arapların ve Müslümanların yanı sıra kendini birinci derecede İslâm üzerinden tanımlamayan samimi dünya solcularının da itiraz etmek istedikleri yer burasıdır: Birbirine güvenin ve hukukun temelini sadece güç teşkil edecekse bu dünyada nasıl ve ne kadar barış ve huzur içerisinde yaşanabilir?
Barış ve huzur Yahudiler için de Hıristiyanlar için de Filistinliler ve Müslümanlar için de; tüm insanlar için gereklidir. Bu nedenle İsrail ve Filistin bundan sonrası için uluslararası hukuka dayanarak anlaşabilmelidirler. Bunun için uluslararası (küresel) dünyanın bu iki toplumun durumunu suistimal etmek yerine onlara yardımcı olmaları ve bunu yaparken de sadece insaniliği ve adaleti gözetmeleri gerekmektedir.
[1] İsmail Ediz, “Birinci Dünya Savaşı Sonrasında Filistin’de Toplum ve Siyaset 1919-1922”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, 2015, s. 143-145. (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/159452)
[2] Barış Özkul, “Bir Soykırım Reddiyesi”, Birikim Dergisi, 26 Kasım 2020 Perşembe, https://birikimdergisi.com/haftalik/10364/bir-soykirim-reddiyesi (Erişim Tarihi: 16.10.2023)
[3] United Nations, “The Question of Palestine”, https://www.un.org/unispal/history2/origins-and-evolution-of-the-palestine-problem/part-i-1917-1947/ (Erişim Tarihi: 17.10.2023)
[4] Bill Ashcroft, Gareth Griffiths, Helen Tiffin, The Empire Writes Back: Theory and Practice in Post-colonial Practice, London, New York: Routledge, 2. Basım, 2002, s. 193-1999.
[5] Christian Filostrat, “Interview with Frantz Fanon’s WidowJosie Fanon”, https://frantzfanonspeaks.wordpress.com/2011/04/26/frantz-fanons-widow-speaks/ (Erişim Tarihi: 17.10.2023)
[6] Edward Said, “My Encounter with Sartre”, London Review of Books, Vol: 22, No. 11, 2000, https://www.lrb.co.uk/the-paper/v22/n11/edward-said/diary (Erişim Tarihi: 17.10.2023)
[7] Ilan Pappe, “The State of Denial: The Nakba in the Israeli Zionist Landscape”, After Zionism: One State for Israel and Palestine; ed.: Antony Loewenstein and Ahmed Moor, London: Saqi Books, 2012, s. 23.
[8] Edward W. Said, Peace and Its Discontents: Essays on Palestine in the Middle East Peace Process, New York, London: Vintage Books, 2. Basım, 1995, s. 26-31; karşılaştırmak üzere bkz. a.mlf., The Question of Palestine, New York: Vintage Books, 1980.
1 yorum
Yazınız tek kelime ile muhteşem olmuş…Dünya’nın hiçbir yerinde masumlar ağlarken, zalimler gülemez. :((