Vadedilmiş toprak inancı bizim coğrafyamızda daha çok Yahudilik ile bağlantılı olarak bilinen bir inançtır. Ancak bu inanç sadece Yahudilikte değil, aynı zamanda, Hristiyanlık, Hint ve Budist inançlarında da farklı şekillerde de olsa vardır. Ayrıca bu inanç dini bir nitelik taşısa da politik ve kültürel etkileri çok daha fazladır.
Hinduizm’de de Yahudi inancına benzer bir kutsal toprak inancı bulunmaktadır. Hint inançlarında kutsal topraklar inancı genellikle Hindu milliyetçiliği ile ilişkilendirilir. Bu inanca göre, Hindistan’ın tarihi ve kültürel sınırları, Hinduizm’in doğduğu ve yayıldığı bölgeyi kapsamaktadır. Bu bölge, bazen Akhand Bharat (Bölünmemiş Hindistan) veya Bharatvarsha olarak adlandırılır. Bu bölgenin sınırları kesin olarak belirlenmemiştir, ancak genellikle Afganistan’ın doğusundan Myanmar’ın batısına, Tibet’in güneyinden Sri Lanka’nın kuzeyine kadar uzandığı kabul edilir. Bu inancın kökeni, Hindu mitolojisinde ve kutsal metinlerinde geçen efsanelere dayanmaktadır. Yahudilikte olduğu gibi Hinduizm’de de Tanrı Vishnu’nun dokuz avatarından biri olan Rama’nın hüküm sürdüğü Ram Rajya (Rama’nın Krallığı) ideal devleti anlatır. Bu devletin sınırları, Rama’nın babası Kral Dasharatha’nın yönettiği Kosala Krallığı ile aynıdır. Kosala Krallığı ise günümüzde Hindistan’ın Uttar Pradesh eyaletinin bir bölümünü oluşturmaktadır.
Hinduizm’de ayrıca, Tanrıça Bharati’nin (Hindistan’ın ulusal kişileştirmesi) koruduğu ve Tanrı Shiva’nın yaşadığı kutsal bir dağ olan Kailash Dağı’na da atıf yapılır. Kailash Dağı, günümüzde Çin’in Tibet Özerk Bölgesi’nde bulunmaktadır. Hindu milliyetçileri, Kailash Dağı’nın da Hindistan’ın bir parçası olduğunu iddia etmektedirler. Bu inançlar Hindistan’ın siyasi kimlik ve paradigmasını oluşmasında önemli etkiler yapmış ve yapmaktadır. Yahudilik inancı içinde gelişmiş olan siyonizmin de bir dağ adı ile bağlantılı olduğunu dikkate aldığımızda dini ve siyasi bir sembolizmden bahsedilmesi de mümkün hale gelmektedir.
Bazı Budist okulları ise aydınlanmanın çok kolay olduğu bir ruhsal alan olan Saf Toprak’a inanır. Bu alanlardan en meşhuru Amitabha adlı bir buda tarafından varedilmiştir. Bu inanç Kısmen bizdeki Kabe ve Mekke inancına benzemektedir. Amitabha, çok eski zamanlarda Dharmakara adlı bir bodhisattva olarak yaşamıştır. Bodhisattva, Budist düşüncede kendini tüm duyarlı canlıların Budalığa ulaşmasına yardımcı olmaya adamış kişidir. Sanskritçe Bodhisattva kelimesi “aydınlanma (‘bodhi’) ve gerçek (‘sattva’)” kelimelerinden oluşmuştur. Bu alanda yeniden doğanların acı çekmekten kurtulacağına inanılır. Ancak bu alan aydınlanmak isteyen herkese açık kabul edilmekte, etnik bir şart ileri sürülmemektedir. Budizm’in çok farklı kolları olsa da etnik temelde vadedilmiş bir toprak inancına dair bilgiye ulaşmadık.
Vadedilmiş toprak inancı Tevrat’ta ise Avram (Hz. İbrahim)’e dayandırılmaktadır. Hz. İbrahim’in tam olarak ne zaman yaşadığı net olmamakla beraber M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Tevrat’ta vadedilmiş toprakların Hz. İbrahim’in soyuna verildiği ifade edilmektedir. Tevrat’ın yazılı metne dönüşmesi konusunda net bir tarih söylenemezse de M.Ö 1500-400 yılları arasından yazıya geçirildiğini dikkate aldığımızda, Hz. İbrahim’in ölümünden sonra yaklaşık beş yüz sene sonra yazıldığı anlaşılmaktadır. Alfabe ve yazı stillerinin değişimini de dikkate aldığımızda, bu metinlerin en azından orijinalliğinden bahsetmek oldukça güçtür. Tevrat’ın yazılış sürecine ve dil özelliklerine bakıldığında dönemsel siyasi ve kültürel etkenlerin izlerini görmek mümkündür. Tevrat’ın yazıldığı dönemde tanrı kavramı iki farklı anlamda kullanılmaktaydı. Bunlardan bir tanesi yaratıcı, diğeri ise güç ve otoriteyi elinde bulundurandır. Güç ve otoriteyi elinde bulunduran ise genel de iktidar sahibi olan krallardır ve Tevrat’ın yazılım sürecinde tanrı kavramı daha çok tanrı krallar için kullanılmıştır. Bu itibar ile vadedilmiş topraklar inancı o dönemin olaylarının yazıya geçirilirken Tevrat yazarlarının tarihsel olayları dini bir kurgu ile yeniden yazmaları sonucu oluşmuş olmalıdır. Aslında bu durum Hz. İbrahim’in inancı olan soyut yaratıcı inancından bir sapma olarak değerlendirilebilir. Dini bir bakış açısı ile olaylara bakıldığında zaten tüm olayların tanrısal irade ile bir şekilde bağlantılı olduğu düşünüldüğünden böyle bir formülasyonun yapılması zor olmamış olmalıdır. Ancak bu olaylar yazıya geçirilirken ilahi irade ile ilahi rıza arasındaki ayırıma dikkat edilmemiştir. Bunun bir sonucu olarak da olayların haklılık ve haksızlığına bakılmadan Allah’a izafesi sorunu yaşanmıştır. Vadedilmiş toprak ve benzeri tüm inançlar siyasi istismar dışında butür yanlış algıların eseridir. Esasen Hz. İbrahim Kuran-i Kerim’de işaret edildiği üzere evren üzerinde düşünerek somut tanrı inancından soyut Allah inancına ulaşmanın sembolik şahsiyetidir. Ancak soyut Allah inancı İslam düşüncesi içerisinde fıtri bir algıdır. Dolayısıyla soyut Allah inancının Hz. İbrahim ile başladığını ileri sürmek genel İslam öğretisi ile bağdaşmaz.
Vadedilmiş topraklar inancı Hristiyan ilahiyatının da önemli bir konusunu oluşturmaktadır. Vadedilmiş toprakları konusu İncil’de bulunmasına rağmen, Hz. İbrahim’in soyu ve mirasçıları konusunda çok farklı bir yaklaşım ortaya konmuştur. Bu yaklaşıma göre Hz. İbrahim’in mirasçıları (Galatians 3:29)’da belirtildiği gibi Hz. İsa’ya tabi olanlardır. İlgili kısım şöyledir: “Eğer Mesih’e aitseniz, İbrahim’in soyundansınız, vaade göre de mirasçısınız.”
Müslüman düşünürlerin çoğunluğuna göre ise Hz. İbrahim’in mirasçıları, Arapların soyunun geldiğine inanılan Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’dir. Bu bağlantı ile kendilerini Hz. İbrahim’in mirasçıları saymaktadırlar. Hz. İbrahim’in eşi Hacer’in Türk olduğu inancına bakıldığında da Türklerin de Hz. İbrahim’in mirasçıları olduğu söylenebilmektedir.
Hz. İbrahim’in toprak olarak mirasının sınırları konusunda da bir uzlaşı bulunmamaktadır. Çünkü Tevrat’a göre Allah farklı dönemlerde İbrahim soyundan gelenlerle farklı antlaşmalar yapmıştır. Bir görüşe göre bu topraklar içerisinde Hindistan da vardır. Elimizdeki Tevrat’ta vadedilmiş topraklar Mısır’daki Nil Nehri’nden Türkiye’deki Fırat Nehrine kadar uzanan bir bölgeyi içermektedir (Genesis 15:18). Öyle anlaşılıyor ki vadedilmiş topraklar inancı tarihi ve siyasi şartlara göre değişime uğramıştır.
Nitekim Hristiyan dini gruplardan olan Mormonlar Amerika’nın işgalini meşrulaştırmak için de Amerika topraklarını vadedilmiş topraklar olarak göstermeye çalışmışlardır. Mormonlara göre vadedilmiş topraklar, Amerika kıtasıdır. Mormonlar, İsa’nın ikinci gelişinin Amerika’da olacağına ve buranın Tanrı’nın seçtiği kutsal bir yer olduğuna inanırlar. Mormon inancına göre, İbrahim’in soyundan gelen Lehi adlı bir adam, M.Ö. 600 yılında Kudüs’ten ayrılarak Amerika’ya göç etmiştir. Kuran-i Kerim’de vadedilmiş topraklara vurgu yapılmış olmasına rağmen sınırları ile ilgili hiçbir bilgi verilmez ve bu vaadin etnik bir gerekçeye değil imani bir hale bağlı olduğu bundan dolayı da yeryüzünün mirasçılarının salih insanlar olduğu belirtilir (Enbiya 105). Ayrıca İslam inancında etnik bir üstünlük ileri sürülmesi de mümkün değildir. Tüm bu inançların özünün İslam olduğu, İslam’ın da aslının Allah’ın insanı yaratmasıyla birlikte fıtratına ve evrene koyduğu yönlendirici yasalar olduğunu dikkate aldığımızda da bu tür bir inanç ya da yorumun İslam düşüncesi içerisinde savunulamayacağı da açıktır. Tüm bu açıklamalar ışığında Tevrat, İncil veya Kuran-i Kerim’deki genel adalet ve ahlak ilkelerine bakıldığında vadedilmiş toprak inancının haksız işgalleri meşrulaştırıcı politikalara meşruiyet kazandıracak şekilde yorumlanması mümkün değildir. Günümüz devletler hukuku ilkeleri ışığında da böyle bir iddia değerlendirildiğinde, bunun uluslararası hukuk kurallarıyla çeliştiği açıktır. Ayrıca bu tür inanç ve bu inançlara bağlı politikalar geçmişte ve bugünlerde de görüldüğü üzere insanlığa çok ağır bedeller ödetmiş, dinin genel ahlaki ilkelerinin tahribine yol açmıştır. Sonuç olarak da Filistin-İsrail sorununun bu tür dinlerin ve insanlığın genel fıtratına aykırı yorumlara dayalı olarak çözümlenmesi mümkün değildir. Bu sorunun dinlerin genel ahlak kuralları ve de uluslararası hukukun genel kabul gören jus cogens kuralları ışığında çözülmesi gerekmektedir.