(Tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl / anı 14)
‘Fişlenmişim’ derken şaka yapmıyorum, yalnızca bir şarkı sözünden alıntı yapmıyorum. (1)
Gerçekten ben ve eşim, vaktiyle görev yaptığım bir üniversitenin o zamanki rektörü marifetiyle fişlenmiştik. (2)
Ne çabuk unuttuk, unutuldu, unutturdular.
28 Şubatçı kafayla, ihtisas yıllarımda sayıları çok az da olsa klinikteki başörtülü hemşirelerimizin yaşadığı zorluklardan ve bilahare de başörtülü bir hemşireye gönül verdiğim ve evlendiğim zaman tanışmıştım.
Van’da Üniversite’ye ilk adım attığım Kasım 1994 sonrasında ise başörtüsü takan öğrencilerimiz, hemşirelerimiz, memurlarımız ve meslektaşlarımızın hafiften, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı sonrası ise dozu ve şiddeti gitgide artan bir baskı, yıldırma ve tasfiye sürecinde yaşananlar ise hâlâ hafızamın bir köşesinde durmaktadır.
Ana Bilim Dalı Başkanı iken gün geçmezdi ki, başörtüsü ile ilgili yeni bir yasak ve yaptırım yazısı gelmesin. Üniversite, fakülte ve hastane kapılarına “Kılık kıyafet genelgesine uymayan personelin girmesi yasaktır.” nevinden yazılar asılıyor, disiplin soruşturmaları, kovuşturmalar, cezalar gırla gidiyordu. Başörtülü bayanlar başörtüsü takma ya da öğrencilik / memuriyetten uzaklaştırılma tehdidi / tercihiyle karşı karşıya kalıyorlardı.
İşin acı tarafı da derse girmiş başörtülü öğrencimiz varsa derhal sınıftan çıkarmamız, yoklamada yok yazıp, ne derse, ne kliniğe, ne de sınava almamamız isteniyor, aksi durumda biz de disiplin soruşturması ile tehdit ediliyorduk. İki arada bir derede idik.
Hiç unutmuyorum. Başörtülü olan klinik sorumlu hemşiremiz, bu yoğun baskı ve tehditlere daha fazla dayanamayıp başını açmıştı. O sabah vizit öncesi mahcup olmuş bir halde önüne bakıyor, yüzüme bakmıyordu. O kadar ağrıma gitti ki; “Eylem, sen ne diye utanıp hüzünleniyorsun, sizlere bu zulmü reva görenler utansın, engel olmak için elinden fazla bir şey gelmeyen bizler utanalım, siz başınızı dik tutun” diyebildim sadece teselli babında, o kadar.
Kılık kıyafet baskısı her geçen gün o kadar arttı ki, sonunda Dekan Hocamızın o naif yüreği buna dayanamadı ve 11 Ekim 1998 tarihindeki “İnanca saygı ve düşünce özgürlüğü için el ele” eylemine bir grup meslektaşımızla iştirak etti. O günün medyasında manşetlerden duyurulan bu haber nedeniyle ertesi gün YÖK tarafından yıldırım hızıyla dekanlık görevinden açığa alındı, hatta hızlarını alamadılar hocanın profesörlük titrini de aldılar ve akabinde de soruşturma sonucu eyleme katılanların çoğunu üniversiteden uzaklaştırdılar. Fakülte sekreterimizden dinlemiştim, ertesi yıl akademik yıl açılışında Van’a gelip üniversitede bir konuşma yapan YÖK başkanı Kemal Gürüz Tıp Fakültesi Dekanlığını ziyaretinde, Dekanlık odasında eskiden görev yapmış dekanların resimlerinin arasında Dursun Odabaş Hocamızın resmini de görünce “İndirin o resmi, ne işi var orada” diyesiymiş. (3,4,5)
Kaderin garip cilvesine bakın ki, duvardaki resmi indirilmek istenen hocamızın adı, güzel bir vefa örneği olarak yıllar sonra Van’daki üniversitenin yerleşkesinde yeni yapılan hastaneye verildi, onurlandırıldı, gönüllere kazındı. (6,7)
Sonrasında da 28 Şubat Postmodern Darbe Süreci rüzgârı Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde bütün hızıyla esmeye devam etti. Dolaylı ve dolaysız baskılar, Van’da on yılı aşkın kalmanın getirdiği yorgunluk ve daha birçok sebepten ötürü ayrılmak, başka bir yerde yeni bir başlangıç yapmak, yeni bir sayfa açmak istiyordum.
Bazı girişimlerim oldu, ama hepsi akamete uğradı. Bunlardan birini o yıllardaki havayı ve atmosferi göstermesi bakımından özellikle zikretmek istiyorum.
Ağrı’da mecburi hizmet yaparken tanıştığım bir hekim olan ve sonraki yıllarda da milletvekilliği yapmış bir ağabeyimle konuşurken, laf arasında Van’dan ayrılmak istediğimi, eğer imkân olur ve yardımcı olabilirse bir başka üniversiteye geçmek istediğimi söyledim. Bir süre sonra arayıp batıda bir üniversitede rektör olan arkadaşına konuyu açtığını, onun da “gelsin bir görüşelim” dediğini iletti.
Ocak 2005’in bir kış günü uçağa atlayıp gittim. Randevu vaktinden önce oradaydım ama buna rağmen uzun bir süre özel kalemde bekledim. Sonunda rektör beyin makam odasına girdim.
Ne bir hoş geldin, ne bir tebessüm, ne de bir sıcak karşılama. Bir çay bile teklif etmeden soğuk bir tavırla sordu.
“Niçin ayrılmak istiyorsunuz Van’dan? Buraya neden gelmek istiyorsunuz? Size orada kadro mu vermediler?”
“Hayır, bir yıl sonra da olsa doçentlik kadrosuna geçtim. Van’da on yıl kadar kaldım, vereceğimi verdim, alacağımı aldım, artık yeni bir yerde, yeni bir başlangıç yapmak istiyorum nasipse”
“Bu üniversiteye ne katacaksınız?”
“Bu üniversitenin Tıp Fakültesi’nde Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dalı yok, Van Üniversitesi’nde edindiğim bilgi ve tecrübelerimle kurup geliştirmeye çalışacağım uygun görürseniz”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Eşiniz başörtülü mü?”
“?! Eeevet”
“Görüşmemiz bitmiştir. Çıkabilirsiniz”
“Bu kadar mı? Peki, ‘özgeçmiş, bilimsel çalışma ve yayın listemi” içeren hazırlamış olduğum dosyaya bakmak istemez misiniz?”
“Hayır, gerek yok”
“Fakat nasıl olur, iki-üç dakikalık bir görüşme için mi beni Van’dan görüşmeye çağırdınız? Dosyama bile bakmak istemediniz. Ben ne yapacağım şimdi? Bari hiç olmazsa mesleki özgeçmişim, bilimsel çalışma ve yayın listeme bir baksaydınız?
“Gerek yok. Çok istiyorsan Tıp Fakültesi Dekanına uğra, belki o ilgilenir, o baksın”
O şaşkınlık ve moral bozukluğu ile çıktım. Sinirlerim de tepeme çıkmıştı. Rektör bile olsa benden üç beş yaş büyük ve daha altı ay kadar önce rektör olmuş bir akademisyen meslektaşım, üstelik kendisi davet ettiği halde kendisi gibi bir hekim ve akademisyen olan bana, misafirine nahoş ve yakışıksız bir muamelede bulunuyordu. Van’dan geldiğimi biliyordu, davete vesile olan kişiyi (arkadaşını) tanıyordu, zahmet edip ona sorsaydı ya da telefon edip bana sorsaydı, hiç çekinmeden “eşimin başörtülü olduğunu” söylerdim.
Üniversiteye başvuran bendim, ama rektör eşimin kılık kıyafetini soruyordu. Bu muameleyi hak edecek bir şey, o güne kadar 28 Şubatçılarınkine benzer bir saçmalık yapmadığım gibi, eşimin başörtülü olması (ki elbette benim de inancım, dünya görüşüm ve hayat tarzım) hasebiyle bu muameleye maruz kalmıştım.
O ruh hali ile Tıp Fakültesi Dekanına uğradığımda tam tersine güler yüz ve sıcak bir şekilde karşılanmıştım. Dekan Bey beni sakinleştirip her şeyin zamanla yoluna gireceğini belirtti, bilahare arayacaklarını belirtti. Ne var ki, aramadığı gibi, epey bir süre sonra aradığımda da “Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dalını kurmayı düşünmediklerini, ileride belki düşünebileceklerini, o zaman herkes gibi açılacak kadroya başvuru yapabileceğimi” söyledi, kibarca kapıyı gösterdi.
Aslında sonradan anladım ki, bu hadisenin yaşandığı sırada rektör kötü polis, dekan iyi polis rolünü oynamıştı. O rektör sonraki zaman diliminde ikinci kez bir dönem daha rektör olarak atandı, bilahare üç dönem milletvekilliği dahi yaptı ve en sonunda aynı üniversitedeki görevine geri döndü. O dekan da bir başka üniversitede yine dekan olarak devam etti.
Kaynağını bulamadığım bir alıntı ve kısa bir iki değerlendirme, sonuç cümlesi ile hatıramı bitireyim.
“28 Şubat operasyonu, başrolünde medya ve gazetecilerin olduğu asker / üniversite / bürokrasi / yargı / işçi ve İşveren sendikalarının / bindirilmiş kıtaların muhafazakâr dindar kesime yaptığı büyük bir zulümdü. Bin yıl sürmesi beklenirken hesap hatası verdi. Fakat muhafazakâr dindar kesimlerde sebep olduğu travmanın etkisi büyüktü.”
“Nerden baksan tutarsızlık / nerden baksan ahmakça” (1) olan 28 Şubat darbesi saygısızca, vicdansızca ve zalimce yaşandı ve bitti.
Ülkemizde kadınların yaşadığı sorunların üstüne bir de inancından, kılık kıyafetinden dolayı reva görülen haksızlık zaman içinde giderildi, halledildi. Bu sonuçta payı olan ve katkıda bulunan herkese tebrik ve takdirlerimi belirtmeyi bir kadirşinaslık, bir borç bilirim. Sorun ve sıkıntı olmaması gereken bu konuda, kötülüğe bulaşmış ve bu kötülükte rolü, payı olanların da hatalarını anladıklarını, pişman olup gerekli dersleri çıkardıklarını umuyor, kendi adıma geçmişte olanları da Allah’a havale ediyorum.
Niyetim ve amacım kabuk bağlamış eski yaraları kaşımak, kanatmak değil kesinlikle. Belki bu anım bazı kişileri rahatsız edecek, bir şekilde bir gerekçe bulup karşılık vermeye, itiraz etmeye sevk edecek ama olsun. O meşum dönemin yaşayan bir şahidi olarak “28 Şubat Postmodern Darbe Süreci”ne dair acı, tatsız anılarımdan birkaçını yazmaya, not düşmeye ihtiyaç hissettim. Zira maziye dair olan biteni çok çabuk unutuyor, ders almadığımız için de tarihin tekerrür etmesine neden olabiliyoruz.
Medeni, adil, tutarlı, özgür insanlar olarak; karşılıklı birbirlerinin farklılıklarına, hak ve hukuklarına saygı duyduğu; kendisi dışındakilere empati ve sempati ile yaklaştığı; kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, itip kakmadığı; barış, hoşgörü ve kardeşlik içinde yaşadığı bir toplum olmak pekâlâ mümkün, zor da olsa asla imkansız değil. Elbette herkesin, her kesimin üzerine düşeni yapması ve çaba göstermesi kaydıyla.
KAYNAKLAR
- Başım Belada, Ahmet Kaya, Albüm ile aynı adı taşıyan şarkıdan, Beste ve Seslendiren: Ahmet Kaya, Şiir: Yusuf Hayaloğlu https://www.youtube.com/watch?v=QZMnx95myFA
- https://www.yenisafak.com/gundem/basortulu-eslerin-albumunu-de-yapmis-2695487
- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/kara-dekan-aciga-39042614
- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/dekana-ihrac-39046812
- Prof.Dr. Dursun Odabaş’ın “Van’a veda” konuşması https://www.youtube.com/watch?v=Z7vReYWcWfI
- https://www.sabah.com.tr/gundem/2012/07/14/odabasa-iadei-itibar
- http://www.sehrivangazetesi.com/guncel/kim-bu-dursun-odabasi-h6102.html
12 yorum
Zor günlerdi vesselam. Fakültelerinde yönetici olanlar askerlerin emir komuta zinciriyle islâmi değerlerle savaştığı oranda ödüllendirildiler. Örneğin o dönemde dekan olan ve islâmi değerlere savaş açan, bu alanda sivrilen insancıklar bir dönem sonra rektör oldular. İyi ki ahiret var…YAŞASIN ZALİMLER İÇİN CEHENNEM!!!
Evet haklısınız, 28 Şubat postmodern darbe sürecinde yaşananlar, yaşayanların hafızalarının bir köşesinde hala tazeliğini korumaktadır. Bunca yıl sonra da olsa yine bir darbe yıldönümünde ilk defa ve bir kere de olsa anılarımı yazarken bu döneme de değineyim dedim. Rövanş, kin, intikam gibi tutum ve duygular bize uzak olduğu için biz o kötüler, zalimler gibi olmamaya özen gösterdik. İşimize, gücümüze bakıp nerde bir mazlum varsa elinden tutmaya çalıştık, nerde bir zalim varsa gücümüz yettiğince karşı durduk. Zalime ve mazluma kimliğini sormadık. Zalimleri örnek almadık, onları asla öğretmenimiz olarak görmedik. Biz insanların içinden çıkmış, çıkarılmış birer güzel örnekler olmaya baktık. Fakat şu hususu üzülerek ifade edeyim, bu toplum geçen yüz yıllık süreçte devlet gücüne hükmedenler halkın bir kısmına düşman muamelesi yapıp türlü eziyetler yaparken, mazlumlara kol kanat gerip destek olmak şöyle dursun, o uğursuz zihniyetten yana tavır alıp iyi bir sınav vermedikleri gibi gün geldi benzer eziyetlere maruz kaldıklarında destek bekleyip adalet dilediler. 28 Şubat sürecindeki zulme sessiz kalanlar, ilerleyen zamanlarda adaletten, hak hukuktan, barıştan, kardeşlikten bahsederken hiç de samimi ve inandırıcı değillerdi. İşte bu yüzden yazımın sonundaki son paragrafta bu toplumda birlikte ve huzur içinde yaşamanın genel ilkelerini hatırlattım. Hatırlattım diyorum zira bütün bunları herkes biliyor ve terennüm ediyor ama asıl mesela icraata döküp istikrarlı ve tutarlı olmakta düğümleniyor. Elbette olan oldu, yaşanan her şey geride kaldı. Umarım bu toplumdaki herkes bütün bu yaşananlardan, bu süreçten gerekli dersleri çıkarıp ezber eder ve bu zulümler, sıkıntılar bir daha yaşanmaz. Son yıllarda ümidim gitgide azalsa da hala az da olsa ümidim var. Mazide yaşananları da elbette ahiretteki ‘büyük mahkeme’deki duruşmaya bırakıyoruz, sorumluluğu olan herkesi de ‘hakimler hakimi’ Allah’a havale ediyoruz.
1997 yılı sonundan 1999 yılı başına kadar Ankara Sağlık Müdür yardımcısı ve 2 ay da sağlık müdürlüğüne vekalet ettim.Elmadağ Devlet Hastanesi Başhekimliğinden, Sağlık Müdür Yardımcılığı görevine atandığımda başörtülü personele(çoğunluğu ebe,hemşire) uyarı,kınama cezaları verilmiş, aylıktan kesme cezası için usulen savunmaları alınmıştı.Eski müdür ve müdür yardımcısı konuştuğunda mangalda kül bırakmayan ama koltukta oturmak için her kalıba giren iki ülkücü gardaşımızdı.(Gardaş onların tabiri).Ben de Elmadağda 1990 yılından itibaren başhekimlik yaptığım için Sağlık Müdürlüğünün bütün idareci ve personelini tanıyordum.Değişen müdürle beraber, benim müdür yardımcısı olarak müdürlüğe gelmemi pek sıcak karşılamadılar.Aylıktan kesme cezaları için istenen savunmaların hepsini kabul ettim.Kınama cezaları için ek savunma istedim.O savunmaları da kabul edip kınama cezalarını da kaldırdım.Uyarı cezalarını sözlü uyarıya çevirip dosyalarından sildirdim.O cezaları veren sahte kabadayılar şaşırdı kaldı.Osman Müftüoğlu,Oya Gökmen dahil bütün Eğitim araştırma hastaneleri başhekimleri ile açıkca konuştum.Bir tane personel hakkında başörtüsünden işlem yaparsanız, hastanenize geldiğimde kılık kıyafeti, kıyafet yönetmenliğine uymayan bir personel görürsem sizin hakkınızda Anayasaya göre suç olan görevi yerine getirmede ırk,din,inanç,mezhep ayırımı yapmaktan işlem yaparım dedim.Hepsi mum gibi oldu.Ank.Eği.Arş.Hast.başhekimi Demokan Erol diye bir üroloğ vardı.İnsanlara kim olursa olsun,zulmeden,aşağılayan bir tip.Beni tehdit mi ediyorsunuz dedi,kendinden ve gücünden çok emin bir tavırla.Sen önce mesai saatında hastanede ol,muayenehanene devletin resmi aracı ile gitme sonra konuş dedim.Ne diyeceğini şaşırdı.Tabir caizse fino köpeği gibi oldu,yaltaklanmaya başladı.Osman Müftüoğlu hast.en dış kapısına kadar uğurladı.Yanımda sağlık müdürümüzde vardı.Bir hast.çalışanı 50 mt kadar koşarak tam hast.çıkışında arabanın camına vurdu.Nefes nefese özür dilerim siz kimsiniz dedi.Ben yıllardır bu hast.çalışırım,buraya ne bakanlar,ne milletvekilleri geldi başhekimin bırakın dış kapıya inmesini,ortasından çıktığını görmedim dedi.Ben Ankara sağlık müdürümüz herhalde kapıya kadar yolcu edecek dedim.Elaman kafasını hayır anlamında salladı.Müdürüm Osman bey onu yola getirmiştir dedi.Bütün yaptıklarımdan müdürümün bilgisi vardı ve destekliyordu.Cumhurbaşkanı Demirele sırtlarını dayamışlar,ulaşılmaz olmuşlar.Ama ayıların burunlarına halkayı takarsan her istediğini yatırırsın hatta göbek bile attırsın.Ben hepsinin burnuna halkayı takmıştım.
Şimdi 28 şubatta mağdur olduk diye nemalananları,kızlarını,oğullarını yurt dışında okutanları görünce çok kızıyorum.O dönem bunların hiç tepkileri olmadı.Başörtüsünü özellikle bir sembol haline getirip zavallı gariban anadolu kızlarının eğitimlerine,memurların çalışmalarına engel oldular.Şimdide sefasını sürüyorlar.
Zavallı,bilgisiz,devamlı birilerinin kullandığı ülkücü gardaşlarımız yine o dönemde kullanıldılar,kendilerinden istenileni yaptılar.(Her zaman olduğu gibi) Antalya milletvekili Nesrin Ünalın başını mecliste töre! gereği açması o zamanki(şimdide farklı değil) Mhp nin dini inanç seviyesini en güzel gösteren örnektir.
İnsan inandığı değer için yaşar.Hz.Peygamberin inandığı değerden vazgeçmesi karşılığında kendine vaat edilen dünyalıkları”Bir elime güneşi,bir elime ayı verseniz yine bu davamdan vazgeçmem”diyerek ret ettiğini bilen ,biraz dini inancı olan insanların az bir dünyalık için bu inançlarından vazgeçmelerine içim sızlayarak ve onlara acıyarak şahit oldum.
Bir solcu Ahmet Kayanın gösterdiği tepkiyi (annemin başörtüsüne uzanan eli kırarım tepkisini) bugünün mağrurlarının hiç ama hiç biri gösteremedi.Şimdi o yalancı mağdurluğun(tavşan gibi kaçmanın utancını yaşamadan) mağrurluğunu,sefasını sürüyorlar.Herkes kandırılır,akıl unutur.Yarın unutmayan,kandırılamayan Rabbin huzurunda ne olacak göreceğiz.
İyiki ahiret ve ilahi adalet var.
Yıllar sonra o zaman cezalarını sildirdiğim,benim tarafımdan korunduklarını bilen(ben vesileydim Allah onları benim ve müdürümün eliyle korudu) bir hemşire hanımla bir mecliste karşılaştım.Ben kendisini tanımıyorum.Onlar beni tanıdılar.Kalabalık bir ortamdı,eşide vardı.Eşi ve kendisi orada 15-20 kişi içerisinde bana tşk ettiler.Mahçup oldum.Ben yapmam gerekeni yaptım dedim.Hocam hiç korkmadınızmı,başınıza bir şey gelmesinden çekinmedinizmi dediler.İnsanların tavırları ile ilgili çok üzücü ilginç şeyler anlattılar.Korku hiç aklıma gelmemişti,onlar söylediğinde aklıma geldi.Demekki insanları korkutmuşlar ondan hepsi sinmiş tepki verememiş diye düşündüm.Babamın bana ilk öğrettiği hadisi şerif aklıma geldi.Hz Peygamberin Hz Dücaneye hediye ettiği kılıçta yazan güzel sözü.”
KORKAKLIKTA AR VE ZİLLET İLERİ ATILMADA NAMUS VE ŞEREF VARDIR.KİŞİ KORKAKLIKLA KADERİNE MANİ OLAMAZ”
ankara tıp’tan dönem arkadaşım, kardeşim osman nuri yinanç, iyi ki senin gibi samimi, cesaretli, güzel ahlak ve dik duruş sahibi olan bir meslekdaşım, yoldaşım var. iki yorumda da yazdıklarını dikkatle ve hayranlıkla okudum ve bir kere daha anladım ki biz ister bilelim ister bilmeyelim, ister haberimiz olsun ister olmasın dünyanın neresinde olursa olsun Allah’ın haksızlığa, baskıya, zulme, kötülüğe karşı çıkacak yiğit kulları vardır, onlar insanlardan, şeytan’dan değil yalnızca Allah’tan korkarlar, hesap gününün endişesi ve dehşeti içinde davranırlar. iyi ki bütün bu yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini paylaştın, bu yorumlarda yalnızca isimleri deşifre etme noktasında daha hassas olabilirdin, dikatini çekmiştir belki ben yazılarımda bu konuda ihtimam göstermeye çalışıyorum zira insanlar ilerleyen zaman içinde değişebilirler, iyi iken kötü, zalimken mazlum, mazlumken zalim olabilirler, o cinnet ortamında yaptıkları kötülük ve yanlışlarından pişmanlık duyup tevbe edebilirler, biz “kim olursa olsun mazlumdan yana, kim olursa olsun zalime karşı” olunması gereken bir inancın müntesipleriyiz, iyiliği, hayrı, güzelliği arttırıp çoğaltır, kötülük, haksızlık, fitne (kargaşa) ve fesadı (bozulmayı) eli ve gücü yettiğince önlemeye çalışan insanlarız, keşke senin ve dr. cevdet tokat meslektaşımız gibi o döneme dair anıları, duygu ve düşünceleri olanlar da bu vesileyle burada paylaşsaydı da müstefid olsaydık, tekrar teşekkürler ve sevgi, saygı ve selamlar
Yorumun için çok teşekkür ederim.Baştan sona herzamanki gibi çok doğru ve güzel değerlendirmişsin.İsimleri özellikle yazdım.Çünkü o kişiler sırtlarını dayadıkları güce güvenerek kendilerini haşa yarı tanrı gibi görüyorlardı.Ne valinin,ne normal bir doktoru bırak klinik şeflerinin dahi ulaşamadığı Sağlık Bakanlığının başta bakan ve müsteşarı olmak üzere üst düzey bürokratlarının hiç birisinin bunlara sözü geçemiyordu.Bunlardan biri Bakanlık kararı ile eş durumundan atanan uzman doktoru benim haberim olmadan atanmış diyerek göreve başlatmadı.Doktor ne yapaçağını şaşırdı,ilişiği kesilmiş olarak arada kaldı.
Bunların tavırlarını görenler bilir,isim vermeden anlatılamazdı.İnşaAllah ıslah olmuşlardır.Fani bir kul olduklarını idrak etmişlerdir.
Bu anının ve bu sitede yayınlanmış diğer anıların gözden geçirilmiş son hallerinin ve ayrıca yayınlanmamış birçok anının yer aldığı ve bir yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığım kitabım “BENİM YOLUM / Tababet San’atının İcrası İle Geçen 33 Yıl”, 08.12.2021 tarihinde okuyucu ile buluştu. Kitap 378 sayfa olup Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık (KDY) yoluyla yayınlandı ve kitapyurdu sitesinde satışa sunuldu. Kitabı incelemek ve edinmek isteyenler için internet adresi; https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html
28 Şubat Postmodern Darbe Sürecinin yıldönümünde, hem 28 Şubat zihniyetini hem de bununla bağlantılı olarak devlet kavramını da gücüm yettiğince ele almaya çalıştım. Umarım faydalı olur. Katkı ve eleştirileriniz için şimdiden teşekkür ederim.
http://arifkaya06.blogspot.com/2023/02/ozgur-dusunceler-xi.html?m=1
28 Şubat ın mazlumları, hakları gaspedilenleri, ezilenleri, üzülenleri, bu çıkışın ardından en çok kazanç elde edenler olmuştur.
Bu mazlumlar, adeta intikam alır gibi daha da ileri giderek daha çok zalim olmuşlardır. İktidarda kalabilmek uğruna herşeyi kendilerine mübah görür olmuşlardır. O gün neleri eleştirmişler, kimlere kızmışlarsa, şimdi kat be kat fazlasını kendileri yapar olmuşlardır.
Beni dinle ey kadı,
Bozuldu işin tadı.
Zulümse bunun adı,
Kenan yapsa da aynı,
Yunan yapsa da aynı. (Abdurrahim Karakoç)
Bir okuyucu mektubu
28 ŞUBAT’IN İKİ YÜZÜ
(Yıllardır 28 Şubat’ta yazdığım karşılaştırma. Karşılaştırmanın bir tarafının sahiplenilmesinin ötesinde, dünkü söylem ile bugünkü çıktıyı aşikar kılma amaçlıdır. Bu tür anma günlerine özgü paylaşım sadece).
Biri “Sincan”, biri “Çukurambar”.
Biri “Ali”, biri “Muaviye”.
Biri “Ebu Zerr”, biri “Mervan”.
Biri “Ebu Hanife”, biri “Mansur”.
Biri “Thoreau”, biri “Henri”.
Biri “iffet”, biri “şehvet”.
Biri “diriliş”, biri “tükeniş”.
Biri “dava”, biri “bedava”.
Biri “alınteri”, biri “ganimet”.
Biri “amaç”, biri “araç”.
Biri “zor”, biri “rıza”.
Biri “zindan”, biri “saray”.
Biri “nitelik”, biri “nicelik”.
Biri “karakter”, biri “kariyer”.
Biri “şahsiyet”, biri “döneklik”.
Biri “namus”, biri “peşkeş”.
Biri “emektar”, biri “rantiye”.
Biri “eylem”, biri “söylem”.
Biri “izzet”, biri “zillet”.
Biri “antiüsçü”, biri “çoküsçü”.
Biri “halis”, biri “muhteris”.
Biri “hürriyet”, biri “esaret”.
Biri “emanet”, biri “hiyanet”.
Biri “gönül”, biri “hesap”.
Biri “mana”, biri “kandırmaca”.
Biri “çile”, biri “güle güle”.
Biri “direniş”,biri “teslimiyet”.
Biri “samimiyet”, biri “enaniyet”.
Biri “nedamet”, biri “rehavet”.
Biri “tevbe”, biri “mevta”.
Biri “mahçup”, biri “hoyrat”,
Biri “pişman”, biri “arsız”.
Biri “hibe”, biri “heba”.
Biri “infak”, biri “himmet”.
Biri “edep”, biri “gösteriş”.
Biri “Eyüp”, biri “kayıp”.
Biri “hatun”, biri “metres”
Biri “hicap”, biri “arsızlık”.
Biri “ticaret”, biri “rant”.
Biri “çaba”, biri “yağma”.
Biri “dürüstlük”, biri “rüşvet”.
Biri “iş/aş”, biri “makam/mevki”.
Biri “araba”, biri “cip”,
Biri “çalışma”, biri “masa/kasa”.
Biri “onur/asalet”, biri “şöhret”.
Biri “güven”, biri “satış/kaçış”.
Biri “ümmetçi”, biri “Türkçü”.
Biri “ruh”, biri ” nefs”,
Biri “ihtiyaç”, biri “heva heves”.
Biri “dindar”, biri muhafaza”kâr”
Biri “kanaat”, biri “şatafat”.
Biri “aşk”, biri “azgınlık”.
Biti “sadakat”, biri “ihanet”.
Biri “vefa”, biri “sefa”.
Biri “cefa”, biri “cafe”.
Biri “mertlik”, biri “namertlik”.
Biri “cesaret”, biri “saldırganlık”.
Biri “duruş”, biri “malı vuruş”.
Biri “muhalefet”, biri “sefalet”.
Biri “doğruluk”, biri “yalan”.
Biri “tevazu”, biri “kibir”.
Biri “millet”, biri “devlet”.
Biri “dürüstlük”, biri “yolsuzluk”.
Biri “metanet”, biri “serkeşlik”.
Biri “sabır”, biri “haz/hız”.
Biri “ahlak”, biri “çürüyüş”
Biri “adalet”, biri “güç/iktidar”,
Biri “bilinç”, biri “kayboluş”,
Biri “düşünce”, biri “malumat”
Biri “sancı”, biri “yancı”.
Biri “hesapsızlık”, biri “çıkar”.
Biri “kitapçı”, biri “tetikçi”.
Biri “hakkaniyet”, biri “hepçi”.
Biri “denge”, biri “tapıngaç”.
Biri “uyanış”, biri “zillet”.
Biri “duruş”, biri “kıvırma”.
Biri “içten”, biri “slogancı”.
Biri “dini”, biri “dinci”.
Biri “antihizmetçi”, biri “hizmetkar”.
Biri “resmî ideoloji karşıtı”, biri “resmî ideoloji yancısı”.
Biri “antikurtçu”, biri “akkurtçu”.
Biri “kimlik”, biri “kirlilik”.
Biri “imtihan”, biri “kaybediş”.
Aslında olan, sözüm ona obezci kalkınmanın yarattığı çarpık refah ile ahlak, adalet ve hakkaniyetin satın alınmasından başka bir şey değildir. Başka bir deyişle olan, sözüm ona masumiyetleri mahrumiyetlerinden kaynaklananların hikayesidir.
Adem Çaylak
“BENİM YOLUM – Tababet San’atının İcrası İle Geçen 35 Yıl” KİTABIMIN “GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ VE İLAVELİ 2. BASKI”SI ÇIKTI.
İKİNCİ BASKIYA ÖN SÖZ’Ü OKUMAK İÇİN;
https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2023/09/benim-yolum-tababet-sanatnn-icras-ile.html
28 şubat yüz yıl sürecek diyenleri hatırladıkça gülüyorum.
Allah mazlum ve mağdur olanların dualarını kabul etti. Hak yerini buldu.
Her insan inancı gereği yaşayabilmeli. Kin ve nefretin olmadığı âdil ve barış dolu bir ülke ve bir dünya olması ümidi ile.
Kaleminize ve yüreğinize sağlık.