Türk Tabipleri Birliği Başkanlığı yapmış Sn. Füsun SAYEK’in vefatını üzüntüyle öğrendim. Arkadaşı Dr. Elif DAĞLI’nın, SAYEK hakkında bir e-mail grubuna yolladığı duygusal yazıyı da hüzünle okudum. Ama beni en çok etkileyen, Esra TÜZÜN’ün Sabah’ta yayınlanan haberinde Sn. SAYEK’in kendisiyle ilgili yorumları oldu. TTB’ne yazdığı mektubunda, yıllarca doktor olarak görev yaptıktan sonra ‘hasta’ konumuna düştüğünü duyuran Dr. SAYEK, “Tanı konulmasını reddettim, bir doktorum olmadı. İnkâr, öfke, suçluluk ve nihayet kabullenmeyi ben de yaşadım” diyerek, hastalığın, üzerindeki ilk etkilerini anlattı. Kemoterapi tedavisine başlayan Dr. SAYEK, “Kendime neden daha iyi bakmadım, neden daha doğru beslenmedim, sevdiklerimi üzdüm işte, ne çok iş erteliyorum” diye uzun bir suçluluk dönemi geçirdiğini belirtiyor. Hastalığını kendi keşfeden SAYEK, “Doktorlar, doktora gitmesini öğrenemiyorlar. Genelde hastane koridorlarında birbirlerine danışıyorlar. Yüzde 85’i hasta olarak çalışıyor. Ben de benzerlerini yaşadım” diyerek, bir doktorun hasta olmasının zor olduğunu anlatıyor.
Bu samimi ifadeler, aslında bir çok önemli gerçeğin altını çiziyor. Halk arasında genelde yanlış bir kanaat var. Sanki, “doktorlar hasta olmaz” zannediliyor. Oysa, hekimler de diğer insanlar gibi ölümlü birer varlık. Bir gün hastalık ya da ölüm, sizin kapınızı da çalabiliyor. Bu çok doğal, şaşırmamak gerekiyor.
Asıl hayrete konu olan, hekimlerin kendi hastalıkları karşısında gösterdikleri tepkidir. Sağlık, hastalık ve ölüm konusunda, diğer insanlara göre çok daha bilgili olan hekimin, hasta olduğunda, diğer insanlara göre daha optimal davranışlar sergilemesi beklenmez mi? Oysa, SAYEK’in de söylediği gibi, vakıa öyle olmuyor.
Bu, sadece Dr. SAYEK’e özgü bir davranış değil, kuşkusuz. O’nun da ifade ettiği gibi, çoğu hekim rahatsızlıklarını, şikayetlerini bir hastalık olarak algılamaktan uzun süre kaçıyor. Hastalık olasılığını ciddiye alsa bile, bir sevk kağıdı ve bir hasta dosyası çıkarıp, randevu alarak, hekim kimliğinden sıyrılıp, bir meslektaşına hasta olarak başvurmayı beceremiyor. Ayak üstü, sorularla ve telefon trafiğiyle kendini rahatlatmanın peşinde oluyor. İstenen tahlilleri gerçekçi bulmuyor. Yaptırmakta isteksiz oluyor ve geciktiriyor. Radyolojik tahlillerin raporlanması sürecini baypass ediyor. Elden alınan filmler, koridorlarda ayak üstü değerlendirmelere tabi tutuluyor. Rektal muayene, endoskopi, biyopsi, operasyon gibi invazif muayene ve girişimlere çok zor razı oluyor. Anormal sonuçları hastalık lehine yorumlamaktansa, değişik bahanelerle rasyonalize etmeye çalışıyor. Tedaviye gelince de, hemen modifikasyonlara yelteniyor. Standart tedavileri olduğu gibi uygulamaktan kaçınıyor. Tedaviye uyum ve kontroller konusunda da az sabıkalı değiliz.
Bütün bunları görünce, insanın bazı şeyleri bilmemesinin daha mı iyi olduğunu düşünmeye başlıyorum. Konusunda uzman bir hekime güvenip teslim olan, ne denirse yapan, umutla tedavinin iyileştirici etkisini bekleyen diğer hastalar, hekimlere göre daha mı şanslılar?
İşin bundan da vahim boyutu, onkoloji uzmanı olup da günde 1-2 paket sigara içmeye devam eden meslektaşlarımın varlığı olsa gerek. Her gün sigaranın neden olduğu onlarca hastasını tedavi eden bir onkoloğun, korkusuzca sigara kullanabilmesi sizce de makul mudur?
Demek ki, bilmek yetmiyor. Bilginin güç olduğu, pek doğru bir saptama değil. Asıl olan, bilmek değil; bilgiyi eyleme dönüştürmektir. Bilgiyi kullanamıyorsanız, yaşama dönüştüremiyorsanız, gerçekleri bilmek, sizi mutsuz etmekten öte bir sonuç vermiyor. Yani, kendisinden faydalanılamayan ilim işe yaramıyor.
Bilginin eyleme dönüşmesi ise, bilgiden öte çok farklı motivasyonlar gerektiriyor. Bunların başında inanç geliyor. Hekimine, tıbba kuşku duymaksızın duyulan bir güven, hastanın, en iyi tedaviyi alabilmesine imkan sağlıyor. Aksine, kanserle sigara arasında nedensel bir ilişkiden kuşku duyup, obezite ve kolesterol yüksekliğinin kardiyovasküler hastalıklara neden olduğu bilgisini ciddiye almayanlar ise “Bana bir şey olmaz” arabeskine kapılabiliyorlar. Bir diğer dönüştürücü faktör ise ümit. Güçlü bir umut, en ağır yan etkilerin ve komplikasyonların bile tolere edilmesine izin veriyor. Sağkalım, yaşam kalitesi, performans statüsü, nötropenik ateş, kemoterapiye bağlı emezisi yakından bilenlerin, çok daha güçlü umuda gereksinimi oluyor. İşte hekimde eksik olan bunlar. Farklı olasılıkların ve olumsuz sonuçların farkında olan hekim, yeterince inançlı ve umutlu olamayabiliyor. Sonuç olarak, biz hekimlerin işi zor. Hastaların çare beklediği hekimin, kendine çare olamayışı ise trajikomik bir durum. Tanrı, bu şekilde bizim mesleki gücümüzü mü sınıyor ne? NOT: Bu vesileyle Sn. SAYEK ailesine ve tüm Tıp camiasına başsağlığı ve sabırlar diliyorum.