İki hafta önce bu köşede, Cleveland State University (CSU), Case Western Reserve University (CWRU), John Carroll University (JCU) ve Cleveland Clinic Foundation (CCF)’da bir dizi ders ve konferans vermek üzere Amerika’da bulunduğumu ve 2 hafta sonraki yazımda Cleveland’taki akademik, sosyal ve kültürel yaşamı konu alan bir yazı kaleme alacağımı söylemiştim. Günler öylesine çabuk ve yoğun geçti ki, yazım için bilgisayarın başına oturduğumda nereden başlayacağıma bir an karar veremedim.
Cleveland, Kuzey Amerika’nın orta doğusunda Ohio eyaletinde yer alan bir üniversiteler ve hastaneler şehri. Bir zamanlar Amerika’nın ağır sanayi ve çelik endüstrisi şehri olarak bilinirken şimdi, 100 yılı aşan tarihiyle Case Wastern Üniversitesi ile Hastanesi ve büyük başarılara imza atmış Cleveland Kliniği ile dünyanın dört bir tarafından öğrencilerin, bilim insanlarının ve hastaların cazibe merkezi haline gelmiş. Şu gün itibarı ile (3 Nisan 2006) Ohio ve Pennsylvania dışında Amerika’nın başka yerlerini görme şansım olmadı, dolayısı ile genellemeden kaçınacağım ama, görebildiğim kadarı ile bu Amerikalılar çok ‘garip’ insanlar.
Gariplikleri daha geldiğim gün dikkatimi çekti. Bana ev sahipliği yapan CSU Hukuk Fakültesinden Prof. Dena Davis geldiğim gün, “sen buralarda hepsi 1 ay kalacaksın” demeden beni fakülte dekan ve yardımcıları, kütüphane ve bilgi işlem sorumluları, fakülte sekreteri de dahil tüm idari personelle tek-tek tanıştırdığı yetmiyormuş gibi, birde öğlen arası fakülte öğretim üyeleri ile tanıştırmak için yemekli toplantı düzenlememiş mi… Bu arada dikkatimi çeken bir başka şey, öğretim üyeleri ve idarecilerin odalarıydı. Ben, “bana küçücük oda vermişler” diye düşünürken bir de ne göreyim, diğer hocaların odası benimkinin iki katı, dekanınki de benimkinin üç katı büyüklükte. Birden İngiltere’de geçirdiğim doktora yıllarımı hatırladım; orada da nice ‘büyük’ akademisyen tanımıştım, hepsinin de odası küçüktü. Demek ki, akademisyenin bilimsel çapı ile oda büyüklüğü arasındaki ters orantı konusundaki teorim İngiltere ve Japonya’dan sonra Amerika’da da geçerliydi.
Dedim ya buralarda gördüğüm Amerikalılar bir acayip. Geldiğim günlerde üniversitedeki öğretim üyeleri arasındaki gündem, CWRU’nin rektörünün istifasıydı. Çok başarılı olduğu için kendisini geri dönmeye nasıl ikna edebileceklerini konuşuyorlardı. Başarılı bulunduğu halde istifa eden rektöre mi şaşarsın, 8 yıldır başlarında olduğu halde hala onu geri getirmeye çalışan öğretim üyelerine mi… Beni şaşırtan bu birkaç olaydan sonra sıra derslere geldi. Burada öğrenciler de bir ‘garip’. Ders saat 10:00’da başlayacaktı, 15 dakika öncesinde, “gidip bir sınıfı, kürsüyü vs. kontrol edeyim” dedim, ne de olsa ilk kez yabancı memlekette ders anlatacağız, mahcup olmayalım. Bir de ne göreyim, sınıf neredeyse dolmuş kimisi masaüstü bilgisayarını kurmuş, kimisi ders notlarını hazırlamış, ‘hocayı bekliyor’. Dedim, “Eyvah, bunlar süngüleri bilemiş bizi bekliyor. Allah mahcup etmesin”. Ders başladı, ne bir uyuyan var, ne de bir ukalalık yapan. Ne “ders ne zaman bitecek hocam?” diyen var, ne de “sınavda buradan da çıkar mı?” diyen. Ders bittikten sonra bir de gelip hem bana hem de beni davet ettiği için dersin hocasına ayrı ayrı teşekkür etmezler mi… New York ve Washington D.C. için Ankara veya İstanbul dersek, her halde Cleveland Trabzon veya Konya’ya karşılık gelir. Ama bu şehir de bir ‘garip’. Sokakları bomboş. Sokaklarda aynı anda 4 kişiyi bir arada görmek neredeyse mucize. Ana caddelerde, arabalardan inip arabalarına binmek üzere yürüyen insanlar olmasa durum aynı. “Hafta içi herkes işinde gücünde, çocuklar okuldadır, birde hafta sonu görmek lazım” dedim, ama cumartesi-pazar oldu hala sokaklar da boş, bahçeler de. Kaldığım yerden çıkıp sokakları dolaştım, her evin kapısında ve garajında 2-3 araba var ama evlerin etrafında ve bahçelerinde bir yaşam belirtisi yok. Karar verdim, “Amerikalılar canlılar ama yaşamıyorlar”. Sokaklarda ne bir çocuk sesi, ne bir korna sesi. İnsana korku filmlerini hatırlatıyor. Ses deyince bir şeyi fark ettim; buraya geleli 2 hafta oldu ama hiç cep telefonu sesi duymadım. Burası “Helo Moto!”nun memleketi değil mi? Hadi ben, gerekli gereksiz gelen tanıtım ve reklam mesajları yüzünden cep telefonumu kapattım da, bu Amerikalılara ne oluyor. Hadi hoca takımı, ‘her an ulaşılmak’ istemediğinden cep telefonu taşımıyorlar, ya bu üniversite gençliğine ne demeli… Yok mu onlara ‘CepÖğrenci’ tarifesi uygulayacak bir “AmericaCell’leri? Hadi onları da bir tarafa bıraktık, nerede liseli gençler? Yok mu ‘cepten mesaj atmak’ veya ‘çağrı bırakmak’? Bu Amerikalılar icatları yapıp yapıp bize gönderiyorlar, kendileri sakin sessiz konferans dinleyip, film seyrediyorlar. Penn State Üniversitesi’nde 2 gün konferans takip ettik, Allah rızası için 1 defa cep telefonu çalmaz mı? Bu Amerikalılar buraya gelenleri de kendine benzetmiş. Burada okuyan veya çalışan Ortadoğulu’nun da, Türkiyeli’nin de, Uzakdoğulu’nun da telefonunun sesi çıkmıyor.
Burada gördüğüm Amerikalıların acayiplikleri yazmakla bitecek gibi değil. Ben birazını da bir sonraki yazıya bırakarak dün yaşadığım bir gariplikle yazımı bitireyim. Bildiğiniz gibi, Sharon Stone bu yaşında bizim yağız delikanlı Polat Alemdar’ı öptüğü yetmiyormuş gibi, birde ‘Temel İçgüdü-2’yi çevirdi. Film vizyona gireli daha birkaç gün oldu. Hazır buralara kadar gelmişken, kendisi ile Polat Alemdar kadar yakınlaşamasak ta hiç olmazsa filmini bir Amerikan sinemasında seyredelim diye pazar gününe bilet aldım. Hani yer falan bulamam diye biletimi 2 gün önceden aldım. Pazar günü de kapıda izdiham falan olur diye yarım saat önceden sinemanın önünde oldum. Baktım ki Cleveland’ın sokakları gibi sinemasının önü de boş. Dedim, “tabii bu kadar geç kalırsan olacağı budur. Millet içeri çoktan girmişte oturmuş bile”. Acele bir şekilde, ‘bir büyük pop corn alana, bir büyük Cola bedava’ kampanyasından da istifade edip salona yöneldim. Bir de ne göreyim, salon da benden başka 1 kişi daha var. Dedim, “tabii Amerikalının zamanı değerli, bizim gibi gelip yarım saatini sinemada boşuna mı geçirecek”. Ama, ‘reklamlar’ bitti, ‘pek yakında’ bitti, ‘gelecek hafta’ bitti, ne gelen var ne giden. Derken kapı açıldı ve 1 kişi daha geldi. Kısacası koskoca Sharon Stone’un filmini gösterildiği ilk hafta sonu sadece 3 kişi seyrettik. Bu Amerikalıların yaşa da hürmeti kalmamış. Bir sonraki yazıda buluşmak dileğiyle…