Özellikle genom projesinin açıklanmasından sonra insanlarda her şeyi DNA ve dolayısıyla genlere bağlama eğilimi ortaya çıktı. Aslında, bu temel yaklaşıma yanlış demek doğru olmamakla birlikte “çevre” olgusunu hiçe sayarak tüm gelişmeleri genlere bağlamanın da yeterli olduğunu söylemek eksik ifade olur.
Bilindiği üzere genetik bilimindeki temel kural, genlerle çevrenin etkileşim halinde olduğu ve genin ifadesinin ancak bu şekilde “fenotipe” yansıdığıdır. Ayrıca eskiden “minör genler” diye tanımlanan pek çok gen bir karakterin oluşmasında çevre ile birlikte etkileşim halinde bulunmaktadır ve böylece görevini yerine getirmektedir. Yani son zamanlarda Türkiye’de sadece bir gen ya da belirtece (“marker”) bakarak ahkam kesip şu bu ırktan gelme, bu şu ırktan gelme gibi “abesle iştigal” girişimler oldukça yanlıştır. Bu yanlışlığı yapanların bir de akademik kimliği varsa olay “yanlış” olmaktan çıkar ve “korkunçluk” kisvesine bürünür. Hele hele kanser prediopozisyon testlerinde ya da ilgili belirteçlerin analizlerinde hastaya yorum yapacak ya da hastaya genetik danışma verecek olanların bilgi birikimi bakımından “iyi donanımlı” ve “aklı başında” kişiler olması çok önemlidir. Nereden nereye geldik! Başlığı koyma nedenim son günlerde arka arkaya çıkan iki yazı olmuştur: Strange inharitance. New Scientist, 12.07.2008, p.29-33; More than words. New Scientist, 16.08.2008, p.38-41.
Yukarıda sözü edilen yazılarda dikkat çeken en önemli husus, “epigenetik” kalıtımın da diğer DNA bağımlı kalıtım kadar etkili ve geçerli olduğunun vurgulanmasıdır. Bu kalıtım biçimi somatik hücrelerin kalıtımını anlatmaktadır ve hem Darwin hem de Lamark’ın kuramlarının yeniden değerlendirilmesini gündeme getirmektedir. Elde edilen bu son gelişmelerde, bir taraftan Neandertal insanındaki FOXP2 geninin bulunması ve konuşma yeteneğinin bu insanlarda da var olduğunun gösterilmesi, diğer taraftan da “su perileri” dikeninden hareketle çevre etkisinin sonraki kuşaklara da geçiriliyor olmasının kanıtlanması Darwin ve Lamark’ın kuramlarının da yeniden ele alınması gereğinin ortaya çıktığı vurgulanmaktadır. Nitekim pek çok çevreden FOXP2 genine ilişkin tartışmalar hem yerli hem de yabancı basında olanca hızıyla devam etmektedir.
Şimdi gelinen noktada, evrim kuramının yanında ve karşısında olanların “ezeli” ve “ebedi” tartışma sürecini bir kenara bırakarak konuya genetik bilimindeki gelişmeler açısından bakacak olursak, henüz bildiklerimizin bilmediklerimizin yanında “ihmal edilebilecek” kadar küçük olduğunu görmekteyiz. Ama yaklaşık yarım yüzyıllık bir süreç içerisinde genetik biliminde sağlanan gelişmelere bakılırsa da çok büyük aşamalar kaydedildiği görülmektedir. Yalnızca “genom projesi” bile bu olağanüstü gelişmenin ne boyutlarda olduğuna belgedir. Özellikle ülkemizde olduğu gibi, yapılmaması gereken şey kalıtsal olaylardaki mekanizmayı açıklamak için kolaycılığa kaçmamak gereğidir. Örneğin bir genin belirteç olarak kullanılarak kişilerin şu etnik gruba dahil olduğu ya da şu hastalıklara yatkın olduğu kehanetinde bulunmamak gerekir. Yeri gelmişken bir hususa daha değinmek istiyorum. Özellikle “kök hücre” gibi henüz araştırma aşamasındaki gelişmeleri sanki rutine girmiş uygulamalar gibi göstererek insanları aldatmanın en azından “etik” olmadığını söylemekle yetineceğim. İnsanların umutlarını sömürmek herhalde insanlıkla bağdaşan bir davranış biçimi olmamak gerekir. Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.