NewScientist (17 Aralık 2005, sayfa 18) dergisinde çıkan bir haber, bir konuyu daha güncel hale getirdi. Oysa daha önce de üzerinde çalışılmakta olan (örneğin, BMC Evol. Biol., 4: 35, 2004) bu ilginç konunun adı ise gen hırsızlığı. Genlerin hırsızlığı ya da çalınması söz konusu olduğu zaman ise en ünlü hırsız Amborella trichopoda olarak bilinen bir tropikal çalı karşımıza çıkmaktadır.
Hücrelerin enerji üretim yeri olan mitokondriler kendi özel genomlarına, yani kromozomlarına ve genlerine sahiptirler. Fakat bir grup araştırıcı (J. Palmer ve ekibi, İndiana Univ., ABD) Amborella trichopoda’nın mitokondrial DNA’sını diziledikleri zaman, bu bitkide beklenenden çok daha fazla mitokondrial gen bulmuşlardır.
Mitokondrilerde dizilenen bu “ekstra” genlerin ortaya çıkması; bu bitkinin, bu ekstra genleri kendisine uzak akraba olan çiçekli bitkiler, mantarlar ve belki de diğer organizmalardan almış olabileceğini düşündürmekte ve Amborella bitkisini en büyük “gen hırsızı” yapmaktadır. Bu durum genetik hırsızlığın yüksek yapılı organizmalarda (örneğin insanlarda) sanıldığından daha yaygın olduğunu düşündürmektedir.
Elde edilen bu bulguların net sonucu; evrim teorisine ilişkin var olan tartışmaları daha da artıracağı ve bu konuda daha pek çok bilinmeyenin yavaş yavaş aydınlanacağının ipuçlarını ortaya koymasıdır. Aslında, eğer niyet “bağcı dövmek” değilse, gerek bilimsel bulgulara dayandırılan evrim kuramı ve gerekse genel olarak teolojik verilere dayandırılan “karşı- evrim” görüşü, bu tür yeni bulgulardan zarar görmeyecektir. Hatta her ikisinin de yararlanabileceği yaklaşımlar olabilir. En iyisi, olguları birbirine karıştırmadan, her olguyu kendi kulvarında değerlendirmektir. Aksi taktirde spekülasyon ötesine geçilemez ve yüz yılı aşkın süredir yapılan tartışmalardan da bir sonuç alınamaz. Kısacası; “her taş kendi yerinde ağırdır”, yani her olguyu kendi doğal ortamında değerlendirmek gerekir.
Yeni bir konuda yeniden buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.