“Acaba bilim midir”, yani, olayların neden-sonuç ilişkilerini ortaya koyan, “gerçeği bulan” ve genel geçer bilimsel kanunlara ulaşan etkinlik alanı mıdır; yoksa sahte-bilim midir, sorularıyla ömrünün çoğunu geçiren sosyal bilimler, bugün geldiğimiz aşamada hala aynı sorulara muhataptır. Sosyal bilimler en başından itibaren hep bir var olma sancısıyla yani varlıklarını kanıtlama mücadelesiyle haşır neşir olduklarından, onların var olmaklığı her an bir kriz anını yaşamakla eşdeğer görünmektedir. Peki niçin? Niçin sosyal bilimler bilim dünyasının dış kapısının dış mandalı olmaktan kutulamadı / kurtulamıyor?
Bu sorunun yanıtının, kendisini bilimler dünyasından uzaklaştırdığı oranda başarılı olabileceği sanısındaki bir sosyal bilim anlayışının güç kazanmasında yattığını iddia edeceğiz. Bu sözü edilen sosyal bilim anlayışı, insanın biyolojik / fizyolojik / nörolojik -doğal- bir varlık olması hakikatini yok sayma eğiliminde olan ve onu salt bir “inşa” olarak görmeye yeltenen bir sosyal bilim tasavvuruna sahiptir. Bu tasavvur, insan varlığına ilişkin her şeyin sosyal inşa olarak çalışılabileceği inancını taşımakta ve böylece emperyalist bir sosyal bilim önermektedir. Halbuki, İnsan hala –şükür ki– fizyolojik, biyolojik, nörolojik -doğal- bir varlıktır. Bu sebeple, insanı açıklama etkinliğinde / hedefinde biyoloji, gen bilimi, nöroloji vs. bilimsel disiplinler ağırlıklı bir yere sahiptir. İnsanı açıklama etkinliğindeki / hedefindeki alanı tek başına kendisine ait gören emperyalist bir sosyal bilim, esas itibariyle insana sadece bir inşa olarak bakmaktan ve bu bakıştan kaynaklanan sorunlardan dolayı sınıfta kalmaya mahkumdu(r). Yani demek istediğim o dur ki, her şey salt “sosyal inşa” değildir; örneğin, erkek olma durumu salt bir toplumsal inşa olarak değerlendirildiğinde, verili / doğal / biyolojik erkek gözden kaçırılmakta / yok sayılmakta ve üzerinde durulan olgunun açıklanması mümkün olmamaktadır.
Demek ki bir tür inşacı yaklaşım, yani hemen her şeyi toplumsalın ürünü olarak etiketleyen ve bu sebeple “emperyalist” bir sosyal bilim savunusu yapan yaklaşım, günden güne sosyal bilimlerde güç kazanmakta ve son derece “patolojik” bir duruma sebebiyet vermektedir. İnsanın bütün eylemlerinin ve dolayısıyla düşüncelerinin hiçbir biyolojik, nörolojik, genetik, fizyolojik temeli olmadığından emin olan ve tümüyle toplumsal inşa tarafından belirlendiğini iddia eden sosyal bilim anlayışı, demek ki, insanın biyolojik, nörolojik, fizyolojik, genetik temellerini ikincilleştirmeyi bırakın, onları yok farz eden bir tutumla iş görmektedir. Örneğin, bu hakim anlayış anneliği tamamıyla toplumsal bir inşa olarak resmetmeye bayılmaktadır ama bu anlayışın anneliği anladığını varsaymak, en iyi ihtimalle zorlamadır.
Kuşkusuz insan tarihsel ilerleme yaratabilmiş yani yıkıp-yapmış, inşa etmiş ve etmekte olan varlıktır. Bu uygarlık sürecinde insan dünyayı değiştirdiği gibi kendisi de değişmiştir elbette. Yani insan salt ilk verili haliyle ya da doğal durumuyla kalmadı; aksine, önemli ölçüde uygarlık inşa sürecinin bir sonucu olarak kendini yeniden inşa etti. Ancak bu, gerçeğin bir yönünü anlatmaktadır. Diğer yönü ise insanın en başından beri aynı insan olduğu gerçeğidir. İnsanın genetiği, nörolojisi, biyolojisi, fizyolojisi ne denli büyük ekonomik veya sosyal gelişmeler yaşanmış olsa da aynıdır. Yani biyolojik, genetik, fizyolojik, nörolojik vs. yönleri de insanın temellerini oluşturmaktadır. Binlerce hatta on binlerce yıl önce de insan açlığını ve susuzluğunu gidermek, kendisini kanıtlamak, sevilmek, başarmak, kavga etmek, savaşmak, barışmak, uzlaşmak gibi amaçlarla eylem yapıyordu; bugün de yapıyor. Burada nörolojik, biyolojik, genetik, fizyolojik saikler eylemin gerçekleşmesinin altındaki tetikleyicidir ve bu tetikleyici hiç değişmemiştir. Elbette kültürel bir varlıktır insan; yani değiştiren, dönüştüren ve dolayısıyla yıkıp yapan, inşa edendir. Bu yönüyle diğer canlılardan farkını ortaya koymuş ve uygarlık inşa etmiştir. Bunda hiçbir şüphe yok ama insanı anlamaya yönelen bir sosyal bilimin insanın on binlerce yıldır hiç değişmeyen biyolojisini, fizyolojisini, nörolojisini, genetik yapısını yok farz etmesi, yani hiçbir temkinde bulunmadan insanı sadece kendisinin anlayabileceğine inanması, bizzat kendisini en baştan kusurlu ve eksik kılması anlamına gelmektedir.
İnsana dair her şeyi inşa olarak anlamayı bir kural haline getirme ve bilimlerden uzaklaşma sevdasındaki bu inşacı emperyalist yaklaşımın nüfuzu altındaki sosyal bilim, bu sebeple zorunlu olarak ontolojiyi acayip biçimde parçalamış, epistemoloji açısından yüksek gerilim hatları kurmuş ve metodolojik olarak da çoğulculuğu bağrına basmıştır. Hal böyle olunca, sosyal bilimci “ne” çalışmaktadır sorusu bulanıklaştığı gibi, ne kadar bildiği / bileceği sorusu anlamsızlaşmakta ve gerçeği bulmada yöntemli çalışma yapıp yapmadığı sorusu havada kalmaktadır. Muhtemelen bu sebeple Giddens, son zamanlarda sosyolojinin huzursuzların meskeni haline geldiğinden yakınmaktadır. Üzerinde çalışılan nesneden alana gelecek, alanı besleyecek bilgi / bulgu tartışmasından ziyade, üzerinde çalışılan nesnenin ontolojiyi oluşturduğu “hezeyanı”, ontolojiyi parçalamakta ve her bir şey ontolojinin ne olduğuna yanıt diye sunulmaktadır. Hal böyle olunca, “büyük meseleler” gözden düşmekte ve her bir sosyal bilimcinin kendisine göre bir ontolojisi, bir epistemolojisi ve bir metodolojisi bulunmaktadır. Hepimizin zihin dünyasından bağımsız olan nesnel gerçeklik, üzerinde çalışılacak mesele olmaktan çıkarılmaktadır; çünkü her nasılsa bu gerçeklik de emperyalist inşacı anlayış tarafından son kertede salt bir yorumdan ibaret görülmektedir. Böylece, sosyal bilim bilimsellik iddiasını temellendirmede her açıdan – ontolojik, epistemolojik, metodolojik – sorun yaşamaktadır.
Bir tür emperyalist anlayışı temsil eden bu inşacılık, her şey inşa olarak anlaşılsın diye verili gerçekliklerden nefret etmeye meyillidir. Bu meyil, insanların eylemlerinin nedenini muhakkak ve sadece insanların eylemlerine atfettiği anlamda bulacağına inanır ve muhtemel bağlantıları göz ardı etmeyi bırakın, onların varlığı hususuna kapalıdır. Sözü edilen emperyalist yaklaşım, insan birlikteliğini salt keyfiyete, zorlamaya, belirli bir grubun yorumuna bağlamaya bayılır çünkü bağlantıları aramaktansa bu tür sayıltılarla hareket etmek kolaydır. Bu sayıltılara bağlılığı, değerleri, uzlaşıyı yani insan birlikteliğini üzerinde durulacak kuvvette görmediğinden, onları her daim bir keyfiyet, bir zorbalık üzerine inşa olarak görür ve her şeyi savaş alanının parçası zanneder. Dolayısıyla, toplum bu yaklaşımda salt bir huzursuzluklar dünyası olarak resmedilir ve bu toplumdaki her şey yapmadır. Bir kere böyle anlaşıldığında artık ne annelik, ne kadınlık, ne babalık, ne erkeklik ve ne de çocukluk doğal / verili / biyolojik olabilir; her biri salt inşadır ve üstelik yanlış inşa edilmiştir, pekala değiştirilebilir. Dolayısıyla, bu sosyal bilim anlayışı sadece biyolojik insan gerçeğini yadsımıyor, aynı zamanda uzun tarihsel süreçlerin oluşturduğu insan birlikteliğinin kolay bir yap-boz oyununa tabi olduğunu, bir yorumdan ibaret olduğunu varsayıyor.
Kısacası, son zamanlarda gittikçe yükselen insanı kaybetme riskine karşı sorumluluk sadece bilimcinin değil, aynı zamanda sosyal bilimcinindir. “Yarı makina-yarı biyolojik” bir varlık hatta “tanrısallaşan” bir varlık olarak insana giden yoldaki malzemeler sadece bilimcilerin yüksek teknoloji (akıllı makinalar) üreten buluşlarıyla bağlantılı değildir. Zihinlerimizden bağımsız nesnel gerçekliğe bakmayı unutan değil, nesnel gerçekliğin olmadığına hükmeden emperyalist inşacı sosyal bilim anlayışının biyolojik insanla özellikle sorunu olduğu netleşmektedir. Biyolojik insanın olmadığına, insanın sadece bir inşa olduğuna geniş kitleleri inandırdığında, bu anlayışın sosyal bilimleri “bilim” kılacağından emin görünmektedir. Halbuki, her şey sosyal inşa değildir; biyolojik / verili / doğal gerçeklikleri ikincilleştirmeyi hatta görmemeyi tercih eden sosyal bilim anlayışı muhakkak toplumu ve insan birlikteliğini açıklamada sınıfta kalmaktadır / kalacaktır. Bu hakikatin fark edilmesiyle ilgilidir ki, nöro-sosyoloji, nöro-antropoloji vs. alanlarındaki çalışmalar yükseliştedir ve insan ve davranışının açıklanmasında büyük eksiklikleri tamamlayacak potansiyeldedir.
Sonuçta, sosyal bilimlerin bilimlerden uzaklaştığı ölçüde insanı ve davranışını açıklayabileceği varsayımı, her şeyi inşa olarak gören ve insanı ve davranışını açıklamada kendi dışındaki bilimlerin yeri olmadığına inanan emperyalist ve dolayısıyla huzursuzların meskeni haline gelen sözde bir sosyal bilim yaratmıştır. Sosyal bilimcinin muhakkak görmesi ve kabul etmesi şarttır ki, insan ve davranışını açıklamada sosyal bilim ancak ve ancak bilimlerle yeniden bir bağ kurduğunda, bilimlere yaklaştığında başarı kaydedebilir. Üzerinde çalışılan varlığın -insanın- salt inşa olduğu inancının terk edilmesi ve verili / biyolojik / doğal temelleriyle birlikte ancak sosyal temellerinin açıklanabileceği gerçeğinin kabulü gerekmektedir. Sosyal bilimin bir sonuç (meyve) vermesi ancak bilimlerle yeniden buluşmasıyla (belki bilimlerin tamamlayıcısı rolüne soyunmasıyla) mümkün olacaktır.
İki seçenekten bahsedilebilir: Birincisi, sosyal bilim sınırlarına çekilmek zorundadır. Yani, insanın sadece sosyal yönüne ilişkin çalışma yapmayı ve insanın sosyal yönünün dışındaki temellerinin varlığını / önemini kabul etmek, yani onları sosyal inşa olarak dikte etmek patolojisinden kurtulmak zorundadır. Bir başka ifadeyle sosyal bilim, insan birlikteliğinin tarihsel süreçte nasıl değiştiğini, bugün hangi türde bir toplumsal örgütlenmeye dayandığını ve geleceğe ilişkin olası değişimi öngörmeyi bilimsel kaidelere bağlı kalarak çalışmalıdır. İkincisi ise insanı açıklamak için bilimlerle yeniden bir ilişki kurmak ve insanı açıklamada kendisinin bilimler içinde bir yeri olduğunu göstermek zorundadır. Sonuç olarak her iki durum da, sosyal bilimci ve eğitim ilişkisinin yeniden değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Bilim üzerinde kapsayıcı bir bilgiye artık bütün disiplinlerdeki “uzmanların” ihtiyaç duyduğu gerçeğinin kabul edilmesi şarttır. Örneğin sosyal bilimler lisans ve lisansüstü programlarında biyoloji derslerinin bulunması bir zorunluluktur; aksi halde, biyoloji bilimine düşmanlık ederek sosyal bilim yaptığı havasındaki “sosyal bilimcilerin” sayısındaki artış geri çevrilemez.
Bitirirken şu hususu vurgulamak yararlı olabilir: Burada yaptığımız tartışmanın sosyal bilimlerin doğa bilimleri temeli üzerinde kurulması gerektiği tartışmasıyla uzaktan yakından bir bağı yoktur. O tartışma, hali hazırda 19. yüzyılda yapılmış ve yeterli düzeyde haklı eleştirel anlayışla karşılaşmış, geri çekilmiş, hakim pozisyonunu yitireli çok uzun zaman olmuştur. Bizim tartışmamız, sosyal bilimlerin emperyalist inşacı bir yaklaşımın nüfuzu altında “bilimsellikten” gittikçe uzaklaştıkları ve meyve vermelerinin ancak bilimlerle yeniden bir ilişki kurulmasıyla, bilimsellik iddiasını temellendirebilecek çalışmalar yapılmasıyla mümkün olacağı tartışmasıdır. Yoksa Comte’u geri çağırma tartışması değildir. Muhakkak toplumsal kurumların gelişmesi, insan birlikteliğinin yeni örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkması gibi zaten değişimle -inşa süreciyle- ilgilidir sosyal bilim. Ama söz konusu olan varlık -insan- bir canlı olduğundan hormon, gen, nöron gibi olmazsa olmazları yok sayıp insan varlığını sadece kendisinin anlayabileceğini farz etmekten yani emperyalizmden vazgeçmelidir.