Ankara denince ben de akan sular duruyor. Dile kolay, ömrümün altmış yılını geçirmişim. TV de, Bergüzar Korel’in, yaşanmış gerçek hayatlardan uyarlanan, ibretlik ‘Annem Ankara’ dizisini izliyorken , kış iyice bastırmadan, biz yine Ankara yollarındayız. Karşıdan, Metro ile önce Yenikapı’ya, oradan ve Marmaray ile hızlı trenlerin ilk durağı olan Söğütlüçeşme İstasyonu’na ulaşıyoruz. Burada bir kaç yıldır devam eden inşaat ve düzenleme işleri, nedense hala bitirilememiş durumda! Ulaştırma ve Alt Yapı bakanlığı, yapılacakları ihaleye çıkarmış, kazanan şirket, işi başka bir taşerona devretmiş. Aylar değil yıllar geçiyor, önündeki yüz metrelik yaya yolu dahi bitirilememiş. Sadece iki işçi, yürüme yolunun parkelerini döşüyorlar.
İstasyonun içi karanlık, her yer inşaat artıklarıyla dolu ve pislik içinde. Orasını burasını, duvarlarını, görünmesin diye panolarla kapatmışlar. Güvenlikler yolcuları, bekleme salonu denilen bölgeye almadıklarından insanlar, yanlarında bavullarıyla soğukta ayakta bekleşiyorlar. Gencinden yaşlısına, yer bulabilenler tek sıra halinde dizili koltuklarda oturuyorlar. Kuyruk, dışarı kadar uzamış durumda. Marmaray’a binecek yolcular aramızdan sürünerek geçmek zorunda kalıyorlar. Güvenlikten geçer geçmez, kimliklerimiz elimizde, tekrar sıraya giriyoruz. Sırada ilerlerken köşede içi boş ve kapısı dahi olmayan ufak bir bekleme salonunda, boşu boşuna havayı ısıtmaya çalışan küçük bir elektrik sobası olduğunu görüyorum.
Trenler oldukça rahat, sık sık çay kahve servisleri geçiyor. Kağıt bardakta kahve 85 liracık. Tuvaletler ilk bir saat temiz, sonrası malum. Dört buçuk saatte Ankara’ya ulaşıyoruz. Ankara Hızlı Tren Garı, oldukça büyük ve modern bir yapı, her yer ışıl ışıl aydınlık ve tertemiz.. Oradan metroya ulaşmak içinse, tekrar dışarı çıkmanız gerekiyor! Beş metre uzaktaki metro girişini, neden Gar içine alamamışlar diye, düşünmeden edemiyorum. ‘Mühendislik hesap kitap işidir, o da her mühendiste bulunmaz’ diyenler var mıdır, bilemem. Mühendislik dedim de, Çayyolu Metrosu, Orta Doğu, Bilkent ve Hacettepe Üniversiteleri ve Ümitköy’den çok uzaklardan, Eskişehir yolundan geçiyor. Ancak, her nedense, Gordion AVM’nin içine kadar ulaşıyor! Ümitköy durağında, Metrodan dışarı çıkınca ulaşım, ring seferleri yapan otobüsler ve taksilerle sağlanıyor.
Ümitköy’de, Galleria AVM’nin arkasındaki Mutluköy sitesinde çok sayıda kafe açılmış durumda. Gece ve gündüz, ortalık ışıl ışıl. Kafeler, öğrenci ve gençlerimizle, dolup taşıyor. Yaş ortalaması, otuzun altında. Gençlerden, bir kaçıyla konuşma fırsatım oldu. Çoğu işsiz ve iş arıyor. Lise ve üniversite mezunu olanların, bir kısmı iş bulmuş, çalışıyor. Bir gencimiz anlatıyor: -‘Çoğumuz üniversite mezunuyuz, ‘ev kiraları malum, bu yüzden ailemizle birlikte yaşıyoruz, pahalılık ve enflasyon belimizi büküyor, ne bir yatırım ne de evlilik, hiçbirini düşünemiyoruz’. İşin doğrusu, önümüzü göremiyoruz, geleceğimizi planlayamıyoruz. Bu yüzden, çokları gibi, günlük yaşıyoruz.
Konuştuğum bir başkası, ‘ben iş bulabilen şanslılardanım, ileride belki eski bir araba alırım, çoğu genç gibi ben de günlük yaşıyorum. Akşamları, kız arkadaşımla, bazen da diğer arkadaşlarla bir kafede buluşuyoruz. Lokantalar ateş pahası olmuş, üstüne üstlük yemeğini yedin mi kalkmanız gerekiyor. Zaten kışın Ankara soğuk, dışarıda da gezemezsiniz. Sinemalar bile, bana pahalı geliyor. AVM ve kafeler dışında gidecek başka yer yok. Oralara takılarak, gülüp eğleniyor, hoşça vakit geçiriyor ve yaşantımızdaki olumsuzlukları unutmaya çalışıyoruz.. Bir kahve olmuş 100-150 lira, pasta, tost, kaça mal oluyor bilseniz. Üç bekar arkadaş, bodrum katta ufak bir daire tutabildik, şimdilik orada kalıyoruz. Gelecek derseniz, bizim ondan hiç ümidimiz kalmadı’.
Duyduklarım böyle, yazımı, yaşanmış iki olayla bitireyim. Kars valisi, devamlı olarak İstanbul’a, ‘Ruslar hazırlık yapıyorlar, bize para gönderin ki, kalemizi tamir edebilelim. Ayrıca asker ve cephane gönderin’ diye yazarmış. Sadrazamdan gelen cevaplar, ‘şunu şunu yapın, idareyi maslahatta bulunun’ şeklindeymiş. Kars Ruslar’a esir düşerken, vali son bir mektup daha yazmış. ‘İdare elden gitti, maslahatı buyurun’.
Zamanın padişahı, sarayın artan masrafları için, sık sık halkın vergilerini arttırmış. Her artıştan sonra yerel yöneticilere, ‘halkımız nasıl tepki veriyor’ diye sorarmış. Gelen cevaplar. ‘Efendim halk neredeyse isyan ediyor, bu ne iştir diye bağırıp çağırıyor’ şeklinde olunca, vergileri daha da arttırılmış. Son yapılan vergi artırımına valilerden gelen cevaplar, ‘halk artık hiç tepki vermiyor, aksine gülüp eğleniyor’ şeklinde olunca, vezirlerini toplayıp, -‘bunun sonu nereye varır bilinmez, artık vergileri arttırmayalım’ demiş.
Bizim halimiz de yaşananlara benziyor gibi, kimimiz ağlaşıyor, kimimiz gülüp eğleniyor. Sonumuz nerelere uzanır, yönetenlerimiz biliyordur diyelim.
Kendini, vatan kurtarmaya adayan ve hakkında idam fermanı çıkarılan Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı için hazırlık yaparken, halkına telgrafla çok büyük istekleri olduğunu, ve ordunun ihtiyacı için gerekenleri bildiriyor. (erzak, kıyafet, çarık, çorap, kuzu, öküz, vs.) Bunu duyan halkımız, ‘padişahlık döneminde bile, bu kadar çok şey istendiğini hiç görmemiştik, demek ki vatan çok büyük tehlike içindedir’ diyor. İstanbul, galip devletler tarafından işgal edilmiş, hele de Yunanlılar İzmir’e çıkınca, Bandırma Vapuru’yla Samsun’a çıkan 19 vatansever, iki yıl içinde, 150.000 mevcutlu muazzam bir orduya dönüşüvermiş.
‘Ülkemizde, olağanüstü bir durum yokken, yüksek enflasyon, pahalılık ve aşırı vergiler, nedendir’ diye, Maliye Bakanına mı, Patagonya’daki sağır sultana mı, yoksa Roma’daki Papa’ya mı sormak lazım, bilemedim.
1 yorum
Acaba tüm Anadolu da bu durumda mı?, geçen ay Yozgat Tokat Samsun Çorum gezisi yaptım. Oralarda da şık kafeler gençlerle doluydu, sanırım çoğu öğrenci ya da yazdığınız gibi ”iş arayan” gençlerimiz.. Bir yandan da işçi arayan patron haberleri.. Bu işte bir yanlışlık var, cevabı derin ve uzun…