Ben dâhil pek çok insanın defalarca değindiği ya da sorunu ortaya koyup çözüm önerileri getirdiği bir konuya bir kez daha değinmek istiyorum. Ayrıca, pek çok kimsenin diline pelesenk ettiği bu konuyu ele almamın birkaç nedeni var: Birincisi, bir vatandaş olarak doğrudan etkilenen biriyim. İkincisi bir öğretim üyesiyim. Üçüncüsü de son zamanlarda yazılı basında konunun çok sık ele alınıyor olmasıdır.
Söylemek istediklerimi söylemeden önce bir arkadaş deneyimimi sizlerle paylaşmaya gerek duydum. Çok sevdiğim ve çok başarılı çalışmaları olan ziraatçı bir öğretim üyesi arkadaşım var. Benim düşünceme göre, özellikle Cumhuriyet döneminde Türkiye, tarımdaki kalkınmayı sağlamak için bu sektöre hem çok önem vermiş hem de çok yatırım yapmıştır. Ama geldiğimiz noktada pek çok tohumu ithal eder hâle gelmiş durumdayız. İşte, ben bu sorunu vurguladığım zaman benim arkadaş derhal savunmaya geçer ve kendisinin neler yaptığını ve ne gibi fedakârlıklarda bulunduğunu anlatmaya başlar. Oysa benim vurgulamak istediğim, gelinen noktadaki yetersizliğimizdir. Aşağıda söylemek istediklerimi de kimse üzerine almasın, zira eskilerden ve yenilerden tıp fakültelerinde ve diğer sağlık sektöründe çok değerli ve üretken gururla yâd edeceğimiz insanlarımız var. Ama şu andaki pek çok sorunu da birileri alınacak diye görmezlikten gelmememiz gerekmektedir. Yani sözlerim kişisel değil, genel sisteme ilişkin hemen hemen herkesin paylaştığı sorunlardır.
Sağlıkta büyük umutlar ve beklentilerle gerçekleştirilen reform, bazı konular hariç (hastanelerin birleştirilmesi, SGK, randevu sistemi vb.) maalesef umulan başarıyı getirmemiştir. Tam gün yasası keza istenileni vermediği gibi, devletin aleyhine işleyen bir sistem hâline gelmiştir. Hem Sağlık Bakanlığı hem de üniversite hastaneleri performans ve döner sermaye gibi kanallarla SGK’nın büyük açıklar vermesine neden olmaktadırlar. Örneğin; SGK tarafından ilaç ve hastanelere yapılan ödemelerin her geçen yıl artan bir açıkla ve 60-70 milyar TL açıkla kapandığı, bunu devletin sübvanse etmek zorunda kaldığı ve bu gider kaleminin giderek büyüdüğü belirtilmektedir. Bu gidişle SGK giderleri bir dönemin KİT zararları gibi içinden çıkılmaz bir hâl alacak ya da almış durumdadır. İçinde ya da dışında olan herkesin çok iyi bildiği bu konuyu hükümetin ya da daha doğrusu devletin acilen çözmesi gerekmektedir.
Gelelim tıp fakültelerine. Öncelikle tıp fakülteleri ya da 2547 sayılı Kanun’a göre üniversite hastanelerinin aslında birer “uygulama ve araştırma merkezleri”olduğunu belirterek söze başlamak istiyorum. Yani, kanun koyucunun bu kurumlardan beklediği araştırma ve uygulamadır. Ama mevcut durumda üniversite hastaneleri “Hz. Mevlana” gibi her hastaya gel, demektedir; yani birinci basamak, ikinci basamak, üçüncü basamak ya da basamaksız tüm hastalar hiçbir engelle karşılaşmadan üniversite hastanelerine gidebilmektedirler. Oysa bu kurumlarda yapılacak hizmetin ileri düzeyde bilgi, beceri ve deneyim gerektirecek ekstrem olgulara ilişkin olması ya da diğer bir ifade ile ikinci ve üçüncü basamak hastanelerden gönderilecek olan hastaların tedavisi olması gerekir. Bütün bu angarya denebilecek çalışmalara rağmen üniversite hastaneleri ekonomik olarak batmış durumdadır. Aslına bakarsanız bu sorun bir gizli bomba gibi durmaktadır ve kimse bunu düzeltme cesaretini göstermemektedir. Nitekim hemen her gün bir başka üniversite hastanesinin borçlarına ilişkin haberi yazılı ya da görsel basında görmek mümkün hâle gelmiştir.
Üniversite hastanelerindeki bu sorunun çözümü bir devlet görevidir ve hangi hükümet olursa olsun bu konuda durumdan vazife çıkarmalıdır. Öncelikle tıp fakülteleri başta olmak üzere üniversitelere norm kadro sistemi getirilmelidir. Ayrıca, doçentlik ve profesörlük sınavları kadroya göre açılmalıdır. Akademik yükseltme isteyen kişiler hangi üniversitede kadro varsa oraya başvurarak sınava girmelidir. Öğretim elemanlarına ders ücreti, performans vs. gibi adlar altında ödeme yapılmadan bu personelin konumuna, yapacağı işe göre ve insanca yaşayabileceği miktarda sabit ücret verilmeli, keza kadrolar devamlı değil sözleşmeli olmalıdır. Hiç kimse üniversitedeki kadroya girip hiçbir iş yapmadan emekli oluncaya kadar orada oturmamalıdır. Başkaları hakkında dosya tutup iftira, yalan, yalakalık ve moda deyimi ile “kumpas”larla iş yapanları elimine ettikten sonra akademik kadroları işgal etmenin devri son bulmalıdır. Üniversitelerdeki yalan, kumpas ve sahteciliğin boyutu akıl almaz düzeylere ulaşmıştır. Yakından tanıdığım birinin ne kadar yurt dışı başarıları olduğunu, ne kadar çalışkan olduğunu, ne kadar dürüst olduğu şeklindeki sahtekârlığı “facebook” sayfasında görünce ülkem için gerçekten çok üzüldüm. Ama maalesef durum bu!
En başta, rektör seçimlerindeki bu sistem acilen terk edilerek rektörleri doğrudan atama sistemi getirilmelidir. Siyasi etki açısından kaygılar varsa, bu sistemin uygulamaya konduğundan beri zaten vardır. Öğretim elemanlarını yandaş hâle getirip bir grubu da komplolarla yıpratma ve yıldırma suretiyle elimine etme artık üniversitelerde vaka-i adiye davranışlardan biri olmuştur. Ama bu ülke bu uygulamalara layık bir ülke değildir.
Ayrıca, artık üniversite hastanelerinin genel hastaneler gibi rutin sağlık hizmeti veren sıradan hastaneler konumundan çıkarılarak esas görevi olan araştırma ve uygulama alanına dönmeleri sağlanmalıdır.
Yukarıda belirttiğim çok özet önlemler yerine getirilmezse ne olur denilebilir? Bir şey olmaz ve bugünkü durum olur ve bir süre sonra bomba patlar, bu ülkeye ve bu durumları düzeltmek için varını yoğunu ortaya koyup pek çok komploya kurban edilen insanlara ve emeklerine yazık olur.
Yeni bir konuda yeniden buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.