Geçen haftaki yazımı yurt dışında yapılacak olan bir toplantıya katılacağımı ve bir sonraki yazımda “dolu dolu geçmesini beklediğim” bu toplantıyı konu edeceğimi yazmıştım. Toplantı gerçekten de dolu dolu geçti. Otuza yakın ülkeden gelen 500’den fazla katılımcı temel ve klinik bilimlere ait pek çok orijinal çalışmayı dinleme imkanı buldu. İki buçuk gün süren toplantıda çoğu zaman eş zamanlı 4 oturum vardı. ‘Gerçek kongre katılımcıları’ çoğu zaman oturumlar arasında koşuşturdu, bazen de bazı konuşmaları dinleyemediği için hayıflandı. ‘Gerçek katılımcılar’ dedim çünkü kongrenin bir de ‘sanal katılımcıları’ vardı. Bu ‘sanal katılımcılar’, başka bir yazıda sözünü ettiğim ‘kongre kaçakları’ ile [1] aynı türden olmakta. Sizi daha fazla merakta bırakmadan bu ‘sanal varlıklar’dan bahsedeyim.
Malum, ülkemizde sürüp giden bir tartışma var; Hekimler ile ilaç firmalarının “al takke ver külah” olmasının ölçüsü ne olmalı? Hekim ilaç firması temsilcisinin kendisine hediye ettiği televizyon veya bilgisayarı şahsına veya özel kliniğine kabul edebilir mi? Edemezse çalıştığı devlet kurumuna bağış yaptırabilir mi? Motorlu Taşıt Vergisini veya elektrik parasını yatırtmasın ama kliniğine tıbbi cihaz da mı aldırmasın? Sürüp giden bu tartışma içinde ben şahsen ilaç firmalarının hekimlere en masum katkılarının, tıbbi literatür desteği ve yurt dışı kongre katılımı sponsorlukları olabileceğini düşünmüştüm. Her hekim kendini geliştirmek ve yurt dışında olanları takip etmek durumunda olduğuna göre, ‘cömert’ ilaç firmalarının, ilim Çin’de bile olsa alıp getirmeye gönüllü Türk hekimlerini ‘desteklemesi’ kadar doğal bir şey olamaz diye düşünmekteydim.
Geçen hafta bu köşede, kongre programından anladığım kadarıyla Türkiye’den bu toplantıya ben de dahil toplam 4 kişi katılacağını memnuniyetle yazmıştım. Kalacağım otele vardığımda öğrendim ki Türkiye’den gelen ‘katılımcı’ sayısı 20’den fazlaymış. Tabii duygulanmamak elde değildi; zira söz konusu olan, hiçbir sunumu olmadığı halde o kadar yola katlanıp, kongreye kayıt yaptırmış ve bilgi-görgüsünü artırmaya gelmiş Türk hekimleriydi.
Çok geçmeden bu değerli “katılımcıları” bir ilaç firmasının desteklediği anlaşıldı. Olsun, sonuçta bu hekimler burada gördükleri ve duydukları ile ülkemiz insanına ve ülkemiz bilimine katkıda bulunacaklardı.
Sözü edilen Türk katılımcıların bazıları ve ilaç firması temsilcileri ile kongre sabahı karşılaştık. Sonra bir çoğunu ara ki bulasın. Aralarında kongreyi takip eden 1-2 tanesiyle çay molalarında karşılaşıp arkadaşlarının nerde olduğunu sorduğumda öğrendim ki onlar “gezmeye gitmişler”. Kısacası, bu ‘sanal katılımcılar’ katılım belgesi aldılar ama toplantılara katılmadılar. O kadar katılmadılar ki, kongrenin düzenlediği akşam yemeklerine bile gelmeyip ilaç firmasının düzenlediği yemeğe gittiler. Hadi toplantıları dinlemeye gelmiyorsunuz, sizde ilim-irfan gani gani var, akşam yemeklerine niye gelmezsiniz ki? İlaç firmasının yemeği daha mı besleyici? Millet kongre yemeklerinde yeni dostluklar kuruyor, kendi ülkesini anlatıyor, sosyal etkileşim oluyor, yeni projeler ve ortaklıklar tesis ediliyor. Bizimkiler, ‘steril ortamlarda’, “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” muhabbetinde.
Kızdım, üzüldüm… Bunu da sizlerle paylaşmak istedim… Kimse kızmasın. Amacım kimseyi ele vermek değil. Ne gittiğim ülkeyi, ne katıldığım toplantıyı, ne firmayı, ne de katılımcıların kimler olduğunu yazdım. -Toplantıyı ve katılımcıları tahmin edip hesap soran olursa, “sözü edilen ‘gerçek katılımcılardan’ birisi de bendim” dersiniz.- Çünkü bunun hiçbir önemi yokmuş. Bu düşüncemi paylaştığım toplantının ‘gerçek katılımcıları’ndan birisinin bana söylediğine göre yurt dışı toplantılarında kişiler, ülkeler ve firmalar değişiyor, ama manzara hiç değişmiyormuş.
“Hiç olmazsa akşam yemeklerine katılsalar da İngilizce pratik yapsalar, oraya niye gelmiyorlar?” diye sorduğumda çok ilginç bir cevap aldım. Meğer o yemeklerin ayrı ve ‘steril’ olmasının da, toplantılara katılmayıp ‘gezmelere gitmenin’ de nedeni, genç akademisyenlerin, daha da doğrusu doçent adaylarının büyük hocaların (Burada ‘büyük hoca’, kariyerce önde olan hoca anlamında kullanılmıştır.) ‘gözlerine girmesine’ ortam hazırlamakmış. Yani balık yine baştan kokuyormuş. Oysa büyük hoca, bir ‘büyüklük’ yapsa da kırıp dizini otursa, hiç bu ‘sanallıklar’ olmayacakmış. Bilmem; belki de ben yanılıyorumdur. Belki de henüz büyük hoca olmadığımdan böyle düşünüyorumdur. Bu konuda sizler, özellikle de büyük hocalar ne düşünüyor çok da merak ediyorum. [1] ‘Ruha’dan’, Medimagazin, 29/08/2006.