Zaten epey süredir Jean Baudrillard’ın bütün metinlerinde bıktırasıya anlatılan “gerçeklikten kopuş” ve “gerçekliğin üretimi ve yeniden üretimi” yaşadığımız postmodern çağda insan ile eşya arasındaki temsil krizini giderek derinleştirmektedir. Dolayısıyla “gerçeklik”e dair farklı formlarda görünür olan sorunlarımızın postmodern süreçle bağlantıları unutulmamalıdır.
Bu makalede konunun postmodernlikle bağlantılarını zihnimizde tutarak Müslüman toplumların gerçeklikten giderek kopuş süreçlerini sorunsallaştırmaktayız. Uzun süredir bu konuda zikrettiğim temel tezim şu cümle ile ifade edilebilir: “İnsanlar gerçeklikle karşılaşmaktan korkarlar ve yalanlarla avutulmak isterler.” Özelde ise Müslüman toplumlar giderek gerçeklikten koparak daha rahat edebilecekleri nostaljilerine, tarihin içine geri dönmektedirler. Gerçeklikten kopuş öyle noktalara geldi ki, artık gerçekliği temel metinlerine bile değil de kendi yorumlayıcı metinlerine sığıştırmak gibi tuhaf bir tavır içine girmişlerdir. Şimdi içi farklı ilişki tarzları ve stoklarla dolu bu cümleleri açımlamaya çalışalım.
Tarihsel süreç kitlelerin gerçeklikle uzun süre temasa gelemediklerini bize göstermektedir. Yoksa Firavun’un sihirbazları üzerinden yürüttüğü manipülasyonu sürdürmesi mümkün olmazdı. Tarihsel süreçte tüm peygamberler “putperestlik” üzerinden formlaşmış gerçeklik ve temsil krizini fark ettirmek üzere toplumlara gelmişlerdir. Bu anlamda dinin en önemli fonksiyonu insanları diriltmesidir. Karl Marx bunu “din kalpsiz bir dünyanın kalbi, vicdansız bir dünyanın vicdanıdır” şeklinde ifade etmektedir. Fakat Marx’ın bunun arkasından getirdiği meşhur “din halkların afyonudur” cümlesi, dinin asli fonksiyonunu yerine getirmediğinde gerçekliğin üzerine örten bir avuntu haline geleceğini imlemektedir. Esasen Marx’ın dine yönelik bu negatif tutumu, kitleler için dini bir rehabilite aracı olarak gerekli görmesiyle kendi içinde paradoksal bir olumluluk da taşımaktadır. Zira Ona göre kitleler çektikleri acı karşısında teselliyi dinde bulabilmektedirler.
İçinde yaşamakta olduğumuz zaman diliminde gerçekten insanlığın topyekün baş etmesi gereken devasa sorunlar bulunmaktadır. Fakat özelde Müslüman toplumların bu konuda iki boyutlu özetlenebilecek probleme sahiptirler. Birincisi, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb. birçok alanda dış dünyadaki gerçekliklerden koparak, gerçekliği kendi ürettikleri yorumsal metinlerin içerisinde aramak gibi bir söylemin içine sıkışmışlardır. Bu durum bir yandan onları kendi kapalı dünyaları içerisinde konsolide ederken diğer yandan radikal ve agresif bir söylemi içselleştirmelerini sonuçlar.
Gerçeklik bir yandan meselelerin en karşılaşılmak istenmez boyutlarıyla karşılaşma, hem de daha rasyonel bir mücadele yöntemini gerektirmektedir. Gerçeklikle karşılaşma, hem kişinin ya da toplumun kendi iç çelişkileri, tutarsızlıkları ve başarısızlıklarını gözler önüne serdiği için hem de halledilebilmesi yönünde uzun bir çaba gerektirdiği için rahatsız edicidir. Halbuki insan bir yandan kendisine verilen ömürde rahat etmek diğer yandan keyfini kaçırmak istemediği için gerçeklikten mesafe almaktadır. İnsanın önündeki bu paradoksta çoğu zaman galip gelen gerçeklikten kopuş olmaktadır. İmam-ı Gazali başta olmak üzere İslam âlimleri çok farklı anlatımlarında insanın bu paradoksunda ortaya çıkan gerçeklikten kopuşu “gaflet” olarak isimlendirir.
Diğer yandan gerçeklik bir maliyet ve acı gerektirmektedir. İnsan ya da toplumlar bu maliyetle ve sıkıntıyla uğraşmak yerine, kendilerini daha rahat hissedecekleri şekilde gerçekliği manipüle etmeye başlarlar. Bu manipülasyon kitlelerin acılarını dindirebilecekleri bir irrasyonalite ve metafizik üretir. Böylece gerçeklikten koparak gerçekliklerin ortasında insanlar kendilerine bir alan açarak orada yaşamaya başlarlar. Müslümanlar bu aşamalardan geçerek bugün gerçeklikten bir kopuş yaşamışlardır. Öyle ki, tüm insanlığın devasa sorunlarla baş başa kaldığı bir dünyada, Müslümanlar kendi yarattıkları küçük dünyada bu sorunlara ve gerçeklere bir türlü değememektedir.
İkincisi, gerçeklikten kopuş ve/veya gerçeklikle baş etmenin zorluğu Müslümanların tarihin içine kaçmalarını sonuçlar. Nihayetinde böyle devasa sorunlarla baş etmenin zorluğu karşısında tarih, bir yandan Müslümanlara nefes aldırmakta diğer yandan başarılı örneklerle bugünü telafi etmenin bir aracı haline gelmektedir. “Tarihe kaçmak” şeklinde ifade edilebilecek bu durum iki şekilde tezahür etmektedir. Birincisi, tarihin içinden fikir, düşünce, elbise, çeşitli eşyaları alarak bugüne taşımak. İkincisi de, gerçeklikle her karşılaşma durumunda tarihin içine giderek “neydi o günler” repliğini üretmek.
Bu bağlamda tarih her türlü iyiliğin, güzelliğin, adaletin ikamet ettiği yer haline gelirken, bugüne gelmek büyük bir cesaret istemektedir. Neticede birbirini tamamlayacak şekilde gerçeklikten kopuş ve tarihe kaçış sürekli bir nostalji halini beslemektedir.
Hasılı gerçeklik dokunuyor; nostalji ise en azından ıstırapları hissettirmiyor.