Yazın başındayız, 4-5 Haziran tarihlerinde, Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği (TJOD)’nin bölgesel toplantısı için arkadaşlarla Giresun’dayız.
Başta Giresun Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimi Oya Hanım olmak üzere, tüm arkadaşlarımız önceden çok ciddi çalışmışlar. Toplantıya Samsun’dan Trabzon’a, 100’den fazla meslektaşımız, ayrıca yüksekokul öğrencileri de katılıyorlar.
Oturumlarda meslektaşlarımız konuşmacıları neredeyse soru yağmuruna tutuyorlar. Öncelikle sorular, hastaların açabilecekleri davalar ve önlemler üzerine yoğunlaşıyor.
Ertesi gün, önce şehri geziyoruz. Osmanlı Döneminde 1876 yılında defterdarlık olarak yapılmış taş binayı geziyoruz. Adı üstünde, denizin karşısında tepede, taş gibi dimdik duruyor. Valilik, binayı tarihimize sahip çıksınlar diyerek, üniversiteye tahsis etmiş. Eskiden bir dönem, rektörlük binası olarak da kullanılmış. Hikmetlerinden sual olunmaz, yöneticiler kampüs içinde yeni bir rektörlük binası yaptırarak, rektörlüğü oraya taşımışlar. Eskiler “Deliyle zengine sual olmaz.” derler, deli olmadıklarına göre, üniversite olarak çok zengin olsalar gerek. Korkarım bir süre sonra, eski binayı işe yaramıyor diyerek, başka bir kuruma devrediverirler. Ne olurdu sembolik olarak kalsa idi, kime ne zararı dokunurdu? Restore ediyoruz diyerek, güzelim ahşap kapıları da, cilalamak yerine iğrenç beyaz yağlı boya ile boyayarak sanki iş yapmışlar. En iyisi, burasını daha fazla tahrip etmeden müze yapsalar bari.
Eski SSK hastanesi, kullansınlar diye Giresun Üniversitesi Tıp Fakültesine verilmiş. Ne güzel değil mi? Ardından, temelleri sağlam değil denilerek, restorasyonuna izin çıkmamış. Şimdi bu nedenle, yeni bir tıp fakültesi hastanesi binası yapılması gerekiyormuş. Nüfusu 850 binin altında olan şehirlerle ilgili yasaya takılır mı, bilinmez.
Eski bina, görüldüğü kadarıyla çok da eski olmasa gerek. “Neden sağlam yapılmamış, mühendisi, müteahhidi kim, sağlam değil de zamanında kabul belgelerini kimler, nasıl oldu da imzaladı?” diye sorgu sual eden var mıdır acaba? Eski taş gibi binayı beğenme, yenisini yap, yıllardır hizmet vermiş olan hastane için çürük raporu al, sonra ister yık ister öyle bırak ister yenisini yap. Çok zengin memleketiz vesselam.
Trabzon’da, meşhur Akçaabat köftesi yenilmeden hiç olmuyor. Giresun’da, balık olarak Lendanoz, Mavruşkil, Eşkina, adı ne olursa olsun hepsi aynı balık, aynı tat, aynı güzellik. Ardından, Necla Hanım’ın Laz böreği, Şebnem Pastanesi’nin fındıklı krokanı, enfes lezzetler. Akşam, gençler mezuniyetlerini, otel ise onuncu yılını kutluyor. Havai fişekler atılıyor. Otoyoldan girişi biraz meşakkatli olan otel, denizin tam dibinde, personeli çalışkan ve saygılı. Bir de adı bizden olsa ne hoş olurdu, diye söylemeden geçemiyor insan.
Ertesi gün, önce Uzungöl. Yağmur yağsa da çevresini bir tur dolaşıyoruz. Buradaki balık, alabalık. Ne de olsa denizin Eşkina’sını tutmuyor. Vakfıkebir’den tereyağ ve peynir almadan olmaz. Yol üzerindeki İslamoğlu Peynircilik pırıl pırıl, önünde çay ve peynir ekmek ikram ediyorlar. Ardından ver elini Rize. Tünellerle bağlanmış otoyollar, dağları delip de yapanlara, ülkemize kazandıranlara binlerce kez teşekkür ediyoruz.
İşte Rize. Çoğumuz ilk defa geliyoruz. Tepelerine çıkılması zor, oradan ayrılması çok daha zor. Önümüzde uçsuz bucaksız, masmavi bir deniz. Sırtlarda çay bahçeleri, 60 derecelik eğimde çay toplayan çalışkan Karadeniz kadınları.
Tepede, koskocaman bir bina yükseliyor. “Okul mu, ya da beş yıldızlı otel mi?” diye arkadaşlara soruyorum. Diyanet işlerinin eğitim tesisleriymiş. Bu eğitimi başka yerlerde yapsalar da, konumuyla, büyüklüğüyle, yapısıyla görkemli olan bu tesisi turizme kazandırsalar, diye düşünüyorum. Zira bu haliyle, bomboş. Sanki hizmet dışı imiş gibi görünüyor.
Sahil boyu, şimdilik Rize’ye kadar gidebildim. Karadeniz’in mavisiyle yeşilini karşılaştırmak için, sınıra kadar gitmek gerekiyormuş. Nasipse belki ileride.
15
önceki yazı