Gecenin sessizliğinde biraz oturdum. Etraf huzurlu sessizliğine bürünmüştü ancak içimde bir gönenç yoktu. Bunun nedeni, gün içinde muayene ettiğim serebral palsili bir çocuğun anne ve babasının soluk gözleri idi! Aile bugüne kadar çok çeşitli doktorlara gitmişti. Birçok yetersiz tedaviler ve yanlış operasyonlar yapılmış, çeşitli gerçek dışı umutlar verilmişti. En sonunda çocuk ve ailesi, endikasyonu içerisinde kullanılmadığında suistimale çok uygun ve hastalardan para sızdırmanın en kolay yollarından biri olan olan “manyetik alan tedavisi”nden de nasiplerini almışlardı. Bir şarlatan doktor, manyetik alan uygulaması ile yürümenin çok kolay olacağı yalanını hiç utanmadan söylemişti. Çok geçmeden tedavinin bir işe yaramadığı anlaşılmış, ailenin zaten kalmamış hayalleri iyice yıkılmıştı.
Elbette bir tek sağlık sektörüne özgü değil bu şarlatanlık ve bilgisizlik. Toplumdaki çöküş ve yozlaşma hızla sürmekte. Bunun paralelinde mutsuz, umutsuz ve çaresiz yetişkinlerimizin, gençlerimizin ve çok daha kötüsü çocuklarımızın sayısı hızla artmakta. İnsanlarımızın gözleri solmakta. Umutsuzluğun belirtisi bu. Işıldamayan gözlerden korkun! Çünkü onların, yaratıcılığı sağlayan algılamaları da yok olmaktadır. Yaratıcılığın kaybı ise, insanı insan yapan en önemli değerin yitirilmesidir ki sonuç karanlık bir acıdır.
Düşünceyi dillendirmeyi hep engelledik. Doğru söyleyenleri dokuz köyden kovduk! Coşkuyla düşüncelerini söyleyenlere öfkelendik, kin duyduk. Küçücük bebeklerimizden başladık bunları yapmaya. “Büyükler konuşurken küçükler araya giremez!” diye azarladık onları. Oysa çocukları dinleseydik ufkumuz genişlerdi. Onlar bizlere dürüstlüklerini ve hayallerini verirlerdi. Hayaller gerçeklere dönüşmez mi?
Ne oldu sonra? Konuşmaya konuşturulmaya uslamlayamaz olduk. Siyasetten, sanattan, felsefeden, spordan ve bilimden uzakta kaldık. Bilmediğimizi bile bilmeden, yeni nesilleri eğitmeye çalıştık. Bil(e)mediklerini kendilerine de itiraf edemeyen anne ve babalar çocuklarını, öğretmenler öğrencilerini, ustalar çıraklarını yetiştirdiklerini sandılar. Sonuçta öyle bir hale geldik ki ortam bilgiye değer vermeyenlere kaldı. Böyle olunca da saygı yitirildi. Bu durumdan en çok fayda görenler ise hainler, kurnazlar ve şarlatanlar oldu. Toplumsal cehalet hemen her alandaki açıkgözleri haklı sandı ve onları önemli makamlara yerleştirdi. Bilgi ve saygı olmayınca vatan ve milletin önemi kalmadı. Topraklarımızın dış güçlere satılması bile doğal karşılanır oldu! Bu olumsuzluklara karşı mücadeleyi geçtik, düşünce üretmek bile ayıplanır duruma geldi.
Huzursuzluğum bunları düşündükçe arttı. Her geçen gün daha da bilgisizleşen toplumda iyi ve kötüler birbirinden ayrılamaz hale geliyor. Yanlışlar doğru, düzgünler eğri sanılıyor. Değersizler önemli, kıymetliler basit sayılıyor. Hırsızlar saygınlaşıyor, ahlaklılar aptal oluyor. Tembeller övülüyor, çalışkanlar aşağılanıyor. Yalanlara onur, doğrulara keder kalıyor. Toplumun her kesiminde bir burukluk var. Neredeyse küçücük çocuklarımızda bile neşe kalmıyor. En son onların gözleri solar. Cansız bakışlı çocukları olan bir toplum çaresizlik içindedir.
Kırmalıyız bu umarsızlığı. Montaigne Yunanlı bir balıkçının bir kasırga sırasında Neptunus’a “Ey Tanrı, beni ister kurtar, ister batır, ben dümenimi kırmadan dosdoğru gideceğim” dediğini yazıyor. Bu yürekliliği göstermek günü gelmedi mi?