Eşit katılımın yetersizliğini gösteren, gözlerden birinin baskın olması durumunda görüntü, baskın gözün gördüğü şekilde olacaktır. Tedbir alınmazsa beyin, tembel gözden gelen bilgileri silecek, tek gözlü bakış yerleşecektir. Her iki gözden gelen görüntülerin ortak görüntüye dönüştürülmesi (Binoküler) ile; görme alanı genişleyecek, her gözün kör noktası, diğer göz sayesinde ortadan kaldırılıp, birbirlerinin eksikleri tamamlanacak, görme keskinliği artacak, derinlik hissi sağlanıp stereoskopik (3 boyutlu) görme gerçekleşecek ve gözlerin katılmasıyla birleştirilen ortak görüntü, çok bilgileri kapsayan yüksek özelliklere haiz manevî bir görüntü olacaktır.
Nasıl ki gözün görmesi için uygun frekansta ışığa ihtiyaç vardır, istişare ortamını da akıl, efkâr, hak, hikmet nurları tenvir etmelidir. İstişare, ehli ile yapılan faaliyettir. Risâle-i Nur’da “İttihat cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır; imtizac-ı efkâr marifetin şuâıyla olur.” [1] cümleleri ile istişare ortamının ancak nurlu fikirlerle aydınlanacağı vurgulanır.
İyi bir görme için gözlere gelen ışığın yanında birbirinden bağımsız ve görme kusuru olmayan iki göze ihtiyaç duyulduğu gibi, istişare için de uygun frekansla nurlanmış hür bireylere ihtiyaç vardır. Kusursuz bir görme için gözlerden gelen bütün lifler kullanılır, hiçbir bilgi yok sayılmaz; bütün bilgiler toparlanıp düzenlenerek detayların ortaya çıkarılmasıyla tam bir görme sağlanır.
İstişarenin olmazsa olmazlarından biri hürriyettir. Zira ferdin, taklitçi olmayıp orijinalitesini ortaya koyması gerekmektedir ki bu da ancak hürriyet zemininde olur. İstişare, farklılıklarımızı koruyarak birliğimizin sağlandığı Ehadiyet içerisinde Vâhidiyetin tecelli ettiği platformdur. Arzın halifesi olma istidadında yaratılan insanın hususî kabiliyetleri, ancak hürriyet zemininde gelişir ve böylece insan, bir “sürü”nün iradesiz bireyi değil, şahs-ı manevî sisteminin, Ferd ismine mazhar şuurlu bir cüzü olur. Baskın göz, maddî görmeyi bozduğu gibi, hâkim birey tutumları ve hükûmet anlayışları, -“Benim de bir reyim var.” anlayışına mugayir olduğundan- hakikat nurlarının tezahür edeceği haklı şuranın hürriyet zeminine darbe vurur, haklı şuranın hakkını gasp eder.
İstişarenin önemini kavramak, istişarenin en önemli hazırlığıdır. Tek gözlü bir bakış; nasıl – derinlik mahrumiyeti, görme alanında daralma, kör noktaların aydınlatılamayışı sebepleriyle- kaza riskini artırırsa, tek reyle hareket eden oluşumlar da birçok dehşetli hatalara davetiye çıkarırlar. Özünde ferdin ön planda olduğu şahıs merkezli yapılanmalar ne ad verilirse verilsin istişare ruhundan uzaktırlar. Birey kendi reyini önemseyecektir ancak fikrini bir pazılın parçası gibi düşünüp resmin tamamına sahip olmak için tamamlanmaya ihtiyaç duyacaktır. Böylece başkasının eksiklerini yanlışlarını düzelteyim anlayışı ile değil, resmin tamamını görebilmek için kendindeki biri vererek istişareye ihtiyacını hissedecektir. Peygamberimiz (asm) de istişare hakkında “Allah bunu (istişareyi) benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse, doğrudan mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz.” buyurmuştur.
Müminlerin toplum idaresinde söz sahibi olmadığı bir dönemde Mekke’de nâzil olan Şûra Suresi 38. ayette istişare etmek müminlerin vasıflarından birisi olarak sayılmıştır: “… Onların işleri aralarında istişare iledir…” Vahye mazhar Efendimiz (asm) “ Ben vahiy gelmeyen hususlarda sizden birisi gibiyim.” [2] buyurmuş ve “vahiy”le belirlenmemiş hususlarda, sosyal ve siyasî meselelerin çözümünde daima “istişare”yi esas almış ve hayatın her safhasında uygulamıştır.
Siyaset, cemaatin selameti için bireyin hukukunu nazara almayan zalimine prensibi ile tarih boyunca dehşetli zulümlere imza atmıştır. Oysaki İslamiyet’te hak kutsaldır. Kurumlar ve toplum çıkarları için hiçbir adaletli kanunla birey hakkı gasp edilemez -tıpkı her gözden gelen bilgilerin dikkate alınıp işlenmesi gibi-
İstişare, aileden başlayarak tüm toplulukların ve devletlerin merkezinde yer almalıdır. Bu öğretinin İslamî referanslarla temellendirilmesi toplumun demokratik değerlere sahip çıkması ve içselleştirmesi açısından çok önemlidir. İşte tam bu bağlamda dünyada demokratik değerlerin yükseldiği ve ortak aklın önemsediği asrımızda, Kur’ân’ın “şûrâ” emrine uyarak, bu emrin Asr-ı Saadet uygulamalarını günümüze taşıyan, bu prensibi hem devlet kademelerinde hem de sivil alanda savunan, hizmetini bir şeyhe veya bir mürşide değil, istişareyi esas alan şahs-ı maneviye emanet eden, eserlerini Türkçe yazan bir âlim karşımıza çıkıyor: Bediüzzaman Said Nursi ve muhteşem eseri Risale-i Nur Külliyatı. Kuran’ın manevî bir mucizesi ve çağımıza bakan tefsiri olan Risale-i Nur, asrımız insanının muhtelif sorularına Kuran’dan alınan ilhamlarla asrın idrak ve ihtiyaçlarına uygun ilmî ve mantıki cevaplar vermektedir.
Ta 1908’lerden başlayarak vefatına kadar hayatının tüm dönemlerinde -çizgisinde hiçbir kırıklık göstermeden- istişare kültürünü ders vermiştir. Meşrutiyetin (bu isim yerine 1950’den sonra kendisi Cumhuriyet kelimesini de eklemiştir) kimin itirazı varsa İslâm’a uygun olduğunu ispat etmeye hazırım demiş ve eserleri ile ispatlamıştır. Risale-i Nur’da, “cumhuriyet, demokrat manasındaki meşrutiyet” gibi kavramlarla da ifade edilen, Asrı Saadet ve dört halife devrinde mükemmelen tatbik sahasına konan sistemin, günümüz anlayışlarından ve tatbikatlarından çok üstün, çok daha mükemmel faziletli bir demokrasi olduğunu, dikkat edenler göreceklerdir.
“Ayasofya Camiinde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki: Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyit ediniz. Zira cahil efrat ve avâm-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira, hakaik-ı meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.” [3]
“Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum: Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?
Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka, daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayat’ım ispat eder.
Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim:
“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidîn hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat, manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” [4]
Risale-i Nur’da dört halifenin her biri hem halife hem de cumhurbaşkanı olduğu ifade edildikten sonra dindar cumhuriyet tanımlaması yapılıyor ve “Fakat, manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler” tespitiyle, dindar cumhuriyetin, hakiki adalet ve hürriyetle insanlığı mutlu edecek bir yapıda olduğu ifade ediliyor.
Demokrasi eğer bir sacayağına benzetilirse sacayağının ayakları; adalet (hakiki adalet), meşveret (ortak akıl) ve kanunda inhisar-ı kuvvettir. Demokratik cumhuriyetin yaşaması, bu üçünün imtizacı ile olacaktır. Bir sacayağında ayaklar birbirini dengeleyip aynı zamanda da birbirine kuvvet vermeli ki sacayağı ayakta durabilsin. Öyle de demokratik cumhuriyet; “adalet, meşveret ve kanundaki kuvvetin” imtizaç ve ittihadı ile var olacaktır. Bu üç kuvvet birbirini dengelemezse üzerindeki büyük yükü (milletin huzuru, emniyeti, hukuku, maddi-manevi varlığını) taşıyamaz, sacayağı devrilir. Toplumun, bu sacayağının farkında olmasına demokratik bilinç denir.
Cemaat, bireyin hükmetmediği, meşveretle hareket eden sistemim adıdır. Şahısların hâkimiyetindeki sistemler cemaat kavramına uymazlar. Devletler de büyük bir cemaattirler. Bireye bağlı yönetimler monarşik bir düzeni netice verirken, heyete bağlı sistemler demokratik cumhuriyet anlayışını doğurmuştur. Bu anlayışlar her asırda farklı kisvelere bürünmüş olsa da mana değişmemiştir. Demokrasi, karizmatik şahısların değil, ortak akla dayalı sistemin hâkim olduğu yönetim şeklidir.
İslam dünyası istişareyi bireysel anlamda yaparken, batı dünyası ise istişareyi kurumlaştırmış; istişare mekanizmalarını oluşturmuş ve yönetimde kurumların vazgeçilemez bir organı hâline getirmiştir. Başarılarının sırrı bu yapısal gelişmedir. Oysa aslı bizde olan bu uygulama, içimizde revaç bulmadığından batıya geçmiş ve aramızdaki mesafe bir hayli açılmıştır. Bugün demokrasi olarak ifade edilen kültür, İslamî kaynaklardan ve insanın fıtrat arayışından doğmuştur.
Kelimeler, altındaki manalarla örtüşüyorsa gerçek anlamlarını ifade ederler. “Meşru hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd-ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım” [5] ifadeleri, hadiseleri takılan isimler ve zahirî görünüşlere göre değil gerçek içeriğine, hakiki muhtevasına bakarak sorgulamak gerektiği dersini verir.
Bilim platformunda yer almak için donanımlı olmak gerekir. Yalnız ortak dili konuşmak yetmez; ortak mantalite ile de hareket edilmesi lazımdır. Ortak mantalite hürriyettir yani düşüncelerinizden dolayı yadırganmayacağınıza ve sorgulanmayacağınıza dair inancınızdır. Resmî ideolojilerin hüküm sürdüğü hürriyetsiz/meşveretsiz toplumlarda, hürriyet ve meşveret temelli üniversal bir üniversite anlayışının tesisi müşkil, belki imkânsızdır.
Kâinatın Hàlikı, fıtratın maliki olduğu gibi vahyin de sahibidir. Gönderdiği İslam; vahiy ve fıtrat gibi iki metin esas üzerine bina edilmiştir. Sâni-i Hâkim, Rubûbiyet ve Uluhiyetinin lazımı olarak kâinatı mükemmel bir uyum içinde yaratmış, Vahdetinin muktezası, bütün mevcudatı atkı ipleri gibi hadsiz münasebetler ile birbirine bağlamıştır. Fıtrat denilen bu hikmetli yaratılış, kâinatın sırlarını açacak bir anahtarla (ene) techiz edilen beşerin ilgisini çekmiş ve insan, varlıklar arasındaki intizam bağlarını -bir yapboz gibi- bulmaya ve anlamaya sevk edilmiştir.
Beşeriyet, gerek ihtiyacının sevkiyle gerekse fıtratına derç edilmiş merak duygusunun tatmini için, manevî dua olan asırların istişaresiyle yorucu ama bir o kadar da zevkli bir sahada çalıştırılmıştır. İnsan, kâinattan topladığı bu fennî bilgileri sınıflandırarak sistematik hâle getirmiştir. Her ne kadar modern bilim, işin bu tarafı ile ilgilenmiyormuş gibi görünüp “Bu iş, felsefe ve teolojinin işi.” dese de, bu meselelere bigâne kalmak, insanın kemalâtına yakışmamıştır. Çünkü insan algısı yalnız “ne ve nasıl” üzerine programlanmamıştır. “Kim ve ne niçin” soruları, çatlatırcasına meraklandırarak insan aklını tazip etmektedir. İşte, hayatı boyunca öğrendiği her türlü malumatı yaratıcının isim ve sıfatları hesabına çevirmeye, malumatını marifete dönüştürmeye çalışması, insanın en büyük imtihanıdır. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyata kördür.” [6] Maneviyata kör pozitivist anlayış, inkâr-ı Ulûhiyet temelli materyalizm, insanı keşmekeşe, mutsuzluğa ve belirsizliğe itmiş; insandaki hadsiz kemalât, hiçe inmiştir. “Basar masnuâtı görüp de, basîret Sânii görmezse, çok garip ve çirkin düşer.” prensibince beşer, anlamsız bir girdaba yuvarlanmış; fennî malumattan (fıtrat) mahrum bir din taassup; dinden (vahiy) mahrum bir fen de hile ve şüphe doğurmuştur.
Prof. Şerif Mardin Tanzimat’la beraber Batının teknoloji ile kendi kültürünü de empoze etmeye başladığı süreçte, İslam teknolojiyle nasıl buluşacak sorusunu irdelerken iki şeyi mezcetmek probleminden bahseder. “Yani İslâm’ı kuvvetlendireceğiz, maruz olduğu darbelerden kurtaracağız, fakat İslâm’ı bu darbelerden kurtarırken, belirli bir teknolojik ve bilimsel gelişmeyi kabul etmemiz gerekir. Binâenaleyh problem, İslâmî düşünceyi, teknoloji ve Batı kültürüyle öyle bir şekilde mezcetmektir ki, İslâmî felsefe bu işin temelini, cevherini teşkil etsin, fakat arka planı olan teknoloji ve sistemi de onun canlı bir parçası olsun. Yani hem İslâm’ca düşünelim hem de teknolojik bir hayat yaşayalım.” İşte tam bu noktada Risale-i Nur’un doldurduğu boşluk, bilimsel buluş konusunu halletmesidir, der ve Risale-i Nur’ un, modernleşmenin getirdiği manevî krize cevap verdiğini söyler “Risale-i Nur’da; Sözler‘de, Allah’ın yaratıcı kudretinin yaşadıklarımızın bir menşei olduğu, fakat bu menşein beraberinde fevkalâde çapraşık ve ancak ilimle anlaşılması mümkün olan birbirine bağlı bir sistem kurulmuş olduğu söyleniyor. İnsanları bu sistemin inceliklerini anlamaya teşvik ediyor.” diyerek ilimle uğraşmanın Allah’ı inkâr anlamına gelmediğini belirtir. Böylece Risale-i Nur, Batı endüstri medeniyetinin menşei olan şeffaflığın, İslamla telifi meselesinde hâl çarelerini göstermiş; İslamî düşünce, teknoloji ve batı kültürüyle mezcedilmiştir.[7,8]
Risale-i Nur’da fen ilimleri aklın nuru; din ilimleri vicdanın ziyası olarak nitelendirilir. Hakikatin ışığı bu ikisinin mezcedilip kaynaştırılması ile tezahür edecektir. Hem taassup hem de şüphelerden kurtulmanın başka çaresi de yoktur. Bu anlayış ile, kütüphaneler dolusu kitaplar, internet dolusu bilgiler ve bunları keşfetmede verilen emekler, güzel bir niyet ile anlamlandırılmış olacaktır. “Hiç düşünmezler mi, hiç tefekkür etmezler mi?” gibi pek çok ayette geçen emirler ve Peygamberimizin (asm) “Bir an tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır.” teşviki, ilim ve keşiflerin de güç kaynağıdır. İşte gözlerin istişaresi gibi, bilim ve dinin de istişaresi tek gözlü bakıştan insanlığı kurtaracak ve yüksek ideallere sevk edecektir.
KAYNAKLAR
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2009, s.280
[2] Münavi, Feyzu’l-Kadir 2
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s.103.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s.571
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2009, s.136
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s.802.
[7] Köprü Dergisi 1990 yılı Aralık sayısı
[8] Prof. Şerif Mardin’in, Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk hareketi semineri 1980; Suad Alkan, Yeni Asya 10.09.2017.
3 yorum
Hocam kaleminize sağlık yazınızdan çok istifade ettim.
Doğrulama ve yanlışlamaya açıklık bbilimsel bilginin temel özelliğidir.
Bilim, çok kutsanacak bir şey olmasa da bu makalede söylenenler bilim bile olamayacak skolastik ön kabullerden ibaret.
Sayın Müjdat Bankaoğlu yorumunuz için teşekkür ederim.
Özellikle soyut ve sosyal konuların, kolay ve anlaşılır bilgilere dönüştürülerek aktarılması için başvurulan “metafor, analoji, teşbih ve istiare…” benzerliği bilgi kaynağı olarak kullanma, benzerliklerden hareketle çıkarımlar yapmadır. Bilinmeyen, yanlış bilinen, yabancılık çekilen bir olayı, yaygın bilinen bir örnekle açıklamaya dayanan öğrenme/öğretme yoludur; çok güçlü bir öğretme/öğrenme aracıdır. Sosyal içerikli makalemizde de görme fizyolojisinden yararlanılarak ortak aklın önemi vurgulanmıştır.
Çalışmada, öncelikle bilimin doğrulama ve yanlışlama işlevi üzerinden ne tür hatalar olduğu açıklanmaya muhtaçtır. İkinci olarak bir önyargı ifadesi içeren ve “Bilim bile olamayacak skolastik ön kabullerden ibarettir” iddiası da açıklanmaya muhtaç bir eleştiridir. Aksi halde bilimsel bir yazıya dogmatik bir eleştiri yapılmış olur.