Altmışlı yılların ilk yarısıydı ve henüz ilk okula başlamamıştım. Yaşım küçüktü okula başlamak için, köyümüzün ilk okulunda görevli öğretmenler öyle diyordu büyük amcama. Büyük amcam da “daha küçüksün oğlum okula yazdırmak için” diyor elimden tutarak beni eve geri getiriyordu. O yıl yine yaz gelmişti. Büyük amcamın gözü yine üstümüzdeydi, amca oğlum Mustafa ile birlikte. Gözüne inanmazdı bizi emanet etmek için, öylesine düşkün bize, öylesine korumacı bize karşı. Her şeyimizle o ilgilenir. Ne zaman yemek yememiz gerekir, ne zaman yatma vakti, ne zaman evimizdeki Mullard marka radyodan “ajans” dinleme vakti. Hepsini Osmanlı’nın son kuşağından, son çocuklarından olan büyük amcam ayarlar, programlar biz de sadece uyarız. Hepsinin bizim için olduğunu söyler yüzümüze karşı veya biz yokken annemlere. Annemlerden önce gelir büyük amcam, hem anne hem de baba rolünü üstlenmiştir bizim için. Büyük amcam bila-veled olmasına rağmen çok çocuklu bir baba niyetiyle bize babalık yapar.
Osmanlı çocuğu olduğu için köyüne en yakın ilçede medrese eğitimi almış, Rüştiye’de okumuş sonra da latin harflerini öğrenerek hem eski yazıyı hem de yeni yazıyı okuyup yazabilen ender köylülerdendir amcam. Okul arkadaşlarının çoğu memur olmuş ama kendisine nasip olmamış memur olmak. O nedenle bize sık sık “okuyup adam olun, gıcırdayan iskarpinler giyip, kravat takarak işe gidip gelin” diye nasihatte bulunurdu. Belki de bende kendisini görüyordu, görmek istiyordu besbelli. Orta büyüklükte dağ köyü olmasına rağmen “Hasan Efendi” olarak anılırdı köyde. Efendiliği ona mahsustu. Bu lakabı ona halk vermiştir. En büyük paye aslında halkın verdiği unvandır. Yaz kış takım elbise giyer, cebinde mendili, ceketinin sol ön cebinde gözlüğü, arka cebinde tarağı, ceketinin iç cebinde dolma kalemi eksik olmazdı. Yaşı 70’lere dayanmış olmasına rağmen çocuk yaşındaki benimle arkadaşlık yapardı. Birlikte yaz akşam üzerlerinde köy odasının hemen yanındaki oturak olarak kullanılan taşlardan en büyüğüne o otururdu, çevresini taşın üzerine sererek.
Köyde mendil ve çevre farklı şeylerdir, farklı kullanım alanları vardır. Mendil adeta bir aksesuar olarak kullanılır. Benim ve amca oğlumun da mendilimiz vardı. Okula başladığımızda her sınıfta ayrı öğretmenlerde okuduk. Her öğretmen zamanı önceden bilinmeyen gün ve saatte temizlik kontrolü yapardı. En önemli temizlik göstergesi tırnakların kesilmiş olmasıdır. Ayak temizliği kontrolü seyrek yapılsa da, her yıl mutlaka birkaç defa yapılırdı. Mazeret bulmak isteyen ayağının temizliğinden emin olamayan sınıf arkadaşlarımız anne veya babalarının elleriyle ördüğü yün çoraplarının çıkmadığını, çıkaramadıklarını iddia ederlerdi.
Birinci sınıfta İbrahim öğretmenimizin ayağı kirli olanları sınıftaki sobanın yanında bulunan kül küreği ile ayaklarının altına vurduğunu hatırlıyorum. Hem de yün çorapları çıkmayan ayaklardan kendi eliyle çıkardığı çorapsız ayakları büyük bir zevkle, nalbandın nal çakmasına benzer bir üslupla vururdu. Aynı sınıfta okumamıza rağmen aynı sırada oturmazdım amca oğluyla. O bazı kereler temizlik kontrolünden dayak yemesine rağmen büyük amcam sayesinde hiç dayak yemeden bitirdim ilk okulu köyümde. Adı üstünde “Hasan Efendi”, kirli olacak değil ya! Zamanında tıraşını olur, uzun siperlikli köylü şapkası giymesine rağmen bu kasket onun önemli ve ayrılmaz aksesuarı olarak görülürdü. Efendiliğinde asla bir eksiklik olarak algılanmazdı.
Titiz temizlik hastalığı -köylülerin büyük çoğunluğu bu kadar temiz yaşamayı bir hastalık olarak görürlerdi- bana ne zaman “hadi bakalım tırnak kesme zamanı veya saç tıraşın gelmiş” dese ben bir emir eri edasıyla hazırdım. O nedenle komşularımız beni büyük amcama benzetirlerdi. Köyde sanki yeterince temiz olmak veya temiz kalmak suç kabul edilirdi. Temizlik gerekli ama bu kadar da değildi onlara göre. Çocuk aklımla bunun kıstasının ne olduğunu anlayamaz, gerçekten hasta olup olmadığımı anlamaya çalışırdım. Onlara göre “Hasan efendi” bu köyün ahalisinden olamazdı. O başka alemlere aitti, belki de bir şehirliydi. Ama medrese eğitimi aldığı orta büyüklükteki, köyüne en yakın ilçede yaşadığı süre dışında köyünden ayrılmamıştı. Ha unutmadan bir de askerlik süresince köyünden ayrılmıştı. Bir dilekçe yazdırmak istediklerinde, bir müşküllerini çözmek için başvurduklarında, bazen borç para istemek için geldiklerinde, köy odasında dini sorularına cevap vermesi için ağzına baktıkları zamanların dışında kendilerinden uzak tutmaya veya tersinden söylemek gerekirse kendilerini uzak tutmaya çalıştıkları gözden kaçmazdı.
Efendiliği her tavrında görülürdü. Çok öfkelendiğinde, uygun olmayan davranışta bulunanlara ancak en fazla “keçeli, ağzına tükürdüğüm” diyerek azarlardı, eğer çok ağır bir azarlama denilirse bu sözlere. Onun olduğu ortamda kimse küfredemezdi, korkudan değil, hürmetten ya da sultadan olsa gerek. Ondan hem uzak dururlar hem de korku ile karışık saygı duyarlardı. Babası Hafız Ramazan’ın 1800’lerin son yıllarında yaptırdığı köy odasının müdavimiydi. Orta büyüklükte bir dağ köyü, Yörük köyü olmasına rağmen köyde farklı mahallelerde dört adet “köy odası” vardı. Bunlardan birisi de Hasan efendinin müdavimi olduğu Hacı Ahmetlerin odasıydı. Odaya büyük amcamla ben de giderdim bazen. Eğer keyfi yerindeyse benim ona eşlik etmeme karşı çıkmazdı.
Mahallenin 10-12 yaşlarına gelmiş erkek çocukları dahil isteyen herkes –başka bir ortak kullanım alanı olmadığından dolayı istemeyen olmazdı, olamazdı zaten- odaya gelebilirdi. Saatin yaygın kullanılmadığı dönemlerde zaman ölçüsü olarak kullanılan “Horoz ötümü” saatine göre köy odasının – veya mahalle odası mı desek acaba- açık olduğu süreler kendiliğinden gelişirdi. Kış aylarında tarla, bahçe işleri olmadığından- her ne kadar Aşık Veysel bir şiirinde “ On iki ay durmaz işler çiftçiler” dese de kış aylarında iş olmazdı veya çok az olurdu- erkeklerin günlerinin ekseri zamanı odada geçerdi. İlk horoz ötümünde müdavimlerin evlerine yatmaya gitmeleriyle boşalan oda sabah namazı sonrası yeniden dolmaya başlardı. Yaşım küçük olsa da gece odada birkaç saat geçirmek benim için erişilmez bir zevk olmasına rağmen büyük amcam buna hiç izin vermedi. Oda ile ilgili yaşı benden büyük olanlardan dinlediklerim merakımı kamçılıyor, adeta oda hayatı benim için ütopya haline geliyordu. Büyük amcam odaya ancak belli saatlerde, sınırlı bir süre için giderdi. Odaya gitmeyi hakkettiğim yaşlara geldiğimde gördüğüm kadarıyla büyük amcam odaya kuşluk vakti uğrar, birkaç saat kalır ve ayrılır. Onun oturacağı yer bellidir. Sağ sedir ona ayrılmıştır. O yokken başkası oturabilir ama odaya girdiği andan itibaren onun yeri hemen boşaltılır. Akşamları da en fazla yatsı namazına kadar odada kalırdı. Onun kapıdan girmesiyle birlikte odadaki müdavimlerin yarenlikleri hemen kesilir, herkes kendine çeki düzen verir, merhabalaşmak için kendisini hazırlardı. Komşu köylerde olduğu gibi bizim köyde “cümleten merhaba” demek asla kabul edilemez bir durumdur. Odadaki herkes tek tek merhaba diyerek yeni gelene selamet diler, kendilerinden emin olunmasını telkin ederlerdi. Bu seremoni dikkatlice yapılır, merhabalaşmayan kalmayıncaya kadar merasim devam ederdi. Merhabalaşma sona erdikten sonra dini konularda bir sorusu olan izin isteyerek sorar ve cevabını almak için odadaki her müdavim sessizce, adeta bir sınıfta ders dinleyen öğrenciler gibi, beklerdi. Bazı geceler elindeki bir kitaptan uygun bulduğu bir bölümü okur, onu açıklar ve nasıl bir ders çıkarılması gerektiğini anlatırdı.
Mahalleden avlanmak amacıyla dağa gidenleri bildiği için onlardan av hikayelerini dinler, gülümseyerek karşılık verirdi. Bir gün lakabı Palta olan Hasan’a ava gidip gitmediğini sorduğunda Hasan “gittim” cevabını verince, “anlat bakalım av nasıldı?” diye sorarak merakla cevabını beklemeye başladı. Büyük amcamın adaşı Hasan, nam-ı diğer Palta anlatmaya başladı. Hasan “efendi emmi, bugün bir domuzla karşılaştım. Biraz korkmadım da değil hani, çok yakındı bana domuz. Nişan alıp atar ve vuramazsam beni yaralayabilirdi hayvan” deyince aralarındaki mesafeyi soran büyük amcama adaşı Hasan “efendi emmi ben ben gibi, domuz sen gibi” cevabını verir. Cevaptaki acayipliği hissedenler gülümsemesine rağmen avcı Hasan bunun farkında değildir. Hasan efendi amcam da cevaptaki farkında olmadan avcının yaptığı gafı anlamış ancak kalbi temiz, saf avcı Hasan’ın cevabı yinelemesi için “anlamadım ne kadardı” diye sorarak cevabını tekrarlatır. Ancak cevabındaki gaftan habersiz avcı hikayesine aynı kelimelerle devam eder, “Ben ben gibi, domuz sen gibi”. Büyük amcam cevaba gülümseyerek hoşgörüsünü göstermiştir. Orada kastedilen karşısındakini domuza benzetmek değildir. Zira köyde uzaklık ifade ederken bu tür betimlemeler daima yapılmaktadır. Anlatımında avcı Hasan aralarındaki mesafenin ikisinin arasındaki mesafe – 3-4 metre- kadar olduğunu ifade etmek istemiştir. Bu olaydan sonra köyde bu cevap pot kırmanın bir nişanesi olarak, bir efsane gibi anlatılmaya ve sık sık kullanılmaya başlanmıştır. Yeterince köy odasında kaldığını düşünen Hasan Efendi amcam, kalanlara esenlik dileyerek odadan ayrılırdı. Böylece daha rahat davranmak isteyenlere imkân sağlamış ve onları daha fazla sıkmamış olacağını düşünmektedir.
Babası Hafız Ramazan’ın yaptırdığı köy odası iki katlı toprak damlı bir binadır. Birinci kat taş duvardan yapılırken ikinci kat kerpiç ’ten örülerek yapılmıştır. Köy odaları aynı zamanda misafirhanedir. Köye gelen seyyar satıcılar, dilenciler, yolda kalanlar isterse odada istediği sürece konaklayabilirdi. Odanın kendine ait yatakları mevcuttur. Kış aylarında soba yanmakta ve ısınma böyle halledilmekteydi. Yemek ise oda sahipleri tarafından sağlanmaktadır. Oda binasının alt katı misafirlerin binekleri olan at ve eşekler için kullanılırken üst kat mahalleliye ve misafirlere ayrılmıştı. Oda sahibi olan Hasan efendi odaya gelen tüm misafirlerin iaşesinden sorumlu olduğunu bilir ve buna uygun davranırdı. Babası hafız Ramazan odaya kim gelirse gelsin kalabileceğini ve her türlü ihtiyaçlarının karşılanmasını vasiyet etmiştir. Büyük amcam vefatına kadar bu vasiyeti yerine getirmiştir. Kendisinden sonra kardeşinin çocuklarına aynı vasiyette bulunarak bu güzel hasletin devamını sağlamak istemiştir.
Büyük amcam uzun yıllar evli kalmış olmasına rağmen çocuk sahibi olmak kısmet olmamıştır. Uzun yıllar önce bir oğlu dünyaya gelmiş ama daha doğar doğmaz vefat etmiş. Çocuksuzluğunu kendisinden 17 yaş küçük erkek kardeşinin çocuklarını büyüterek, onlara vasilik yaparak unutmaya çalışmıştır. Babam da bu çocuklardan birisidir. Babam ve amcamların yetişmesinden sonra dünyaya gelen dedemin torunları olan bizleri yetiştirmeye başlamıştır. On dört kişiden oluşan geniş bir ailenin reisliğini yapan büyük amcam kendisini bizlere adamış, hayatının sonuna kadar aile reisliğine ara vermemiştir. Benim aklımın ermeye başladığı üç yaşımdan bu yana bana özel bir ilgisi olduğunu hissettirirdi. İyi yetişmemiz için elinden geleni yapmaya çalıştığını köydeki herkes görür ve bilirdi. İlk okula onunla giderek başladığımı, aldığım karneleri ilk ona gösterdiğimi hiç unutamam. İlkokul birinci sınıfın yazında amcamın nezaretinde, gözetiminde tatilimizi geçirmeye başladık. Amca oğlumla ve komşu çocuklarla belli saatlerde evimizin önünde ve köy odasının çevresinde oyun oynamaya izin vermişti büyük amcam. Aylardan ağustos olmalı. Evimizin önünde at arabasına yüklenmiş halde tarladan yolunarak getirilmiş nohut durmaktadır. Diğer tarlalardaki nohutlarda toplandıktan sonra harmana götürülerek hasat edilmesi, dövülmesi, tanelerin ayrılması gerçekleştirilecektir. Ondan dolayı arabaya yüklenmiş nohutlar saplarıyla birlikte beklemektedir. Vakit kuşluk vakti, gece arazide otlamak için kalan koyun ve keçileri çobanlar köye getirmektedir. Köyde çok sayıda koyun ve keçi sürüsü ve her sürünün bir çobanı vardı. Köye gelen koyun ve keçiler evlerine dağılmakta, onları evlerine almak için her evde bir kişi onlara eşlik etmektedir. Bu sırada komşunun benden 2-3 yaş daha büyük olan oğluyla birlikte ben nohut arabasına çıkıp inerek oyun oynamaktayız. Komşunun oğlu arabadan inerek yoldan geçmekte olan, arkasından sahibinin geldiği keçileri kovalayarak yoldan çıkmalarına, dağılmalarına neden olmaktadır. Keçilerin arkasından gelen sahibi 35-40 yaşlarındaki bayan komşumuz oldukça sinirlenmiş halde keçileri ürküten komşunun oğluna taş atmaya başlamış. Tam bu sırada ben arabadan inmek için kollarımı arabaya tutunarak sallanıp inmeye çalışıyorum. Tam sağ gözüme bir taşın gelip çarptığını ve yere apansız düştüğümü hayal meyal hatırlıyorum. Gözümden akan kanlar herkesi heyecanlandırıyor ama amcamı adeta deli ediyor. Beni boş bir at arabasına atarak ilçeye hastaneye götürüyorlar. Sağ gözümün alt göz kapağına rast gelen taş göz kapağını yarmış, şans eseri gözüme bir zarar vermemiş. O günün imkanları ile ilçedeki pratisyen hekim taşın oluşturduğu yırtığı dikmiş ve bizi köye göndermiş. Gözümde bir özür oluşturmayan taş alt gözkapağımda dikiş izi kalmasına neden olmuş. Bugünden sonra büyük amcam “aman oğlum dikkat et, her zaman bu kadar şanslı olamazsın” diyerek büyüttü beni. Sol gözümün alt gözkapağındaki dikiş izi hala vardır ve adeta büyük amcamı hatırlamak için bana bir nişan olarak kalmıştır. Her aynaya baktığımda büyük amcamın nasihati gelir aklıma. “Aman oğlum dikkat et kendine!”. Dikkat edip etmediğimi tam bilmiyorum ama büyük amcamın hatırasını her zaman yaşattığıma eminim.