İnsan dışa dünya ve eşya ile kuşatılmış, sürekli onlara maruz kalan bir hayat sürmek zorundadır. İnsan ile eşya (dış dünya) arasındaki ilişkide insan eşyaya dair bol bol fotoğraf çeker. Yani insanın eşyayı her bir algılaması, çok kısa periyotlarla sürekli fotoğraf çekip arşivine atması demektir.
Bu bağlamda algı, insanın eşyaya dair “izlenim”ini vermektedir diyebiliriz. Bunların her biri “imgelem” oluşturularak kişide korunabilir. İmgeler eşyaya dair üretilen algılar içerisinden seçilerek kamusallaştırılmakta, katologlanarak insanların tüketimine sunulmaktadır. Meselâ; bir gözlük seçmek istediğinizde, size sunulan ve farklı toplumsal imgelere referansları olan gözlük modellerini seçersiniz.
Artık günümüzde hiçbir şey basit ihtiyacı karşılamaya yönelik değildir; bu açıdan gözlük takmak sadece gözlük takmak değildir. Böylece eşya ile ilişkide imajların gerçekliğin önüne geçmesi bizzat hayatın kendisini temellük etmeye başlar. Son kertede insan, “nasıl göründüğüyle”, “nasıl olduğundan” daha fazla ilgilenmeye ve bunu daha çok önemsemeye başlar. Algının bir sanat ve estetiğin konusu olmaya başlaması buradan kaynaklanmaktadır.
Eskiden fotoğrafların “rötuş” yapıldığı zamanlarda, bir anlamda fotoğrafın algısının üzerinde yeniden çalışma yapılmaktaydı. Şimdi de “algıda rötuş”lar yapılarak bunlar imajlara dönüştürülmekte, aslında sübjektif karakterli olan imajlar kamusallaştırılarak hem diğer algılar yönetilmekte hem de insanın eşya ile ilişkisi yeniden tanımlanmaktadır. Aslında algı yönetimi, gerçeklik üzerinde oyna(t)malar yaparak tanımı değiştirmeye doğru yönelir; insanların (kitlelerin) zihinlerine “üzerinde oynanmış gerçekliği” dikte etmeye yönelir. Fakat bu dikte işi bol görüntüler eşliğinde ve insan mekanizmalarının zihinsel ve bedensel algoritmalarının manipülasyonuyla gerçekleşmektedir. Dolayısıyla görünüşte dışsal bir baskı görünmemektedir.
Algı, insanın eşya ve diğer insanlarla ilişkileri arasındaki mesafede oluşmaktadır. Kesin bir gerçekliği garantilemeyen algıların, bu algının özneleri tarafından sürekli gerçeklikle kontrol edilmesi gereken önermeler olduğunu söyleyebiliriz. Algıların gerçeklikle kontrol edilmesi durumu, “algı”lar üzerinden dünyaya dair geliştirilecek yargılar konusunda sürekli ihtiyatlı olmayı gerektirmektedir. Fakat önemli sorunların başında algı ile gerçeklik arasındaki sınır ve birbirinin yerine ikameler gelmektedir.
Algılar üzerinden yönetim elbette günümüzle sınırlı değildir. Olmak ile görünmek arasındaki ilişki söz konusu olduğunda Mevlâna’nın “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” sözünü hemen hatırlarız. Mevlâna Mesnevi’sinde iki anekdot anlatır; adamın birisi dudaklarını yağlayarak gezer; dışarıya karşı yağlı yemek yediği, dolayısıyla zengin olduğu algısı yaratmak ister. Bir başka anekdotta; adamın biri o zamanlarda daha statülü görünmek için kavuğunu içine bez parçaları doldurarak daha kabarık bir başlıkla gezer.
Bugün algı yönetimi gibi kavramın konuşulmasını görüntü bolluğuna borçluyuz. İnsanın zaten görünüşü ile ilgilendiğini belirtmiştik. Üstelik bu ilginin şifahi anlatımdan yoğun bir şekilde görüntülere kaydığını gözlemlemekteyiz. İletişim teknolojisinin gelişimi ile postmodern dönem arasındaki yakın ilişkiyi de atlamamak gerekir. Çünkü “kolaj”ı imkan dahiline sokan ve gündelik hayatta eklektik görüntülerle algı yaratmayı meşrulaştıran bir ideolojidir postmodernlik. Neticede hakikati öldürerek yeni gerçeklik yaratımı üzerinden hareket edilirken, kolajlar adeta insan zihnine işgal altına alarak onları bilinçsiz hareket eden varlıklar haline dönüştürmektedir. Kitle üretimi de böyle gerçekleşmektedir.
Ortada çok “görüntü”, “duyum” ve “bilgi” var; fakat bunlar insanların (kitlelerin) gerçekten gördüğü, duyduğu ya da bildiği anlamına gelmiyor. Hasılı güçlü olanın “algı”sı montajlanıp kamusallaşarak, “gerçek”miş gibi sunulmakta ve kitleler de giderek yeniden üretilmekte ve müstazaflaş(tırıl)maktadır.