“GÜFTEDEN BESTEYE” isimli eserimiz, 2020 yılında neşr edilen ilk kitabımız olarak “Girdap Kitap”dan yayımlandı ve kitapçılarda ve raflarda yerini aldı. Bir Beyin Cerrahının, edebiyat, şiir, rubâî, güfte, beste ve mûsıkî ile neden çok yakın alakası olabilir ki! Neden böyle bir kitap müellifliğine(!) soyunur ki! Bu ilgi neden? Evet… Burnumuzu sokmadığımız bir Musıki kalmıştı! Eksik kalmasın bari…
"Tıp fakültelerinden her şey çıkar, arada bir doktor çıkar!" tabirinin, aslında haklı olarak, bir gurur vesilesi, hatta çok ince bir övünme ve kibir ifadesi de olduğunu bir kez daha anladım. Bir de Tıp Fakültesine girip de, benim gibi çıkamayanlar da var! Onlara da “Profesör” deniyor! Yaratılan en yüce sanat harikası olan insan ile ilgilenenlerin, şu ya da bu şekilde, az veya çok, özellikle sanat ve edebiyat ile ilgilenmemeleri asla kabul edilemez. Başımızı çevirip Tıp Tarihi’ne baktığımızda, birçok alanda bunun çeşitli örneklerini görürüz.
Millî kültürümüzün çok önemli bir kısmını oluşturan Türk Musikisine de, bütün medeniyet, reform ve yenilik hareketlerinin de başını çeken hekimlerimizin katkısı asla yadsınamaz. Musikimizin geldiği bu noktada, gerek güftekâr olarak ve gerekse bestekâr olarak, sazende ve hanende hekimlerimizin payı çok büyüktür. Genç meslektaşlarımızın bu hakikati dikkate alarak, hekimlik mesleğini çok iyi bir şekilde icra etmelerinin yanında, sanatsal faaliyetlere de iştirakleri çok ehemmiyet arz etmektedir.
Millî kültürümüz ve geçmişimiz, geleceğimizin hazırlayıcısı, emniyeti, teminatı ve müjdecisidir. Geçmişine dayanmayan gelecekler, dejenerasyona müsait, ömürsüz ve her türlü maceraya açık olur. Bir Rus Atasözü; "Her şeyini geçmişin üzerine bina edersen bir gözünü kaybedersin. Ancak geleceğini planlarken, geçmişini, tarihini ve kültürünü unutursan, her iki gözünü de kaybedersin." der. Tarihini, kültürünü iyi bilenler, yaşayanlar, tarihten ve hayat okulundan gereken dersi ve tecrübeyi almış olanlar, yarınlarını büyük yanlışlar yapmadan planlayabilirler. Bu nedenle, milli kültür mirasımıza azami derecede önem vererek sahip çıkmalı, bu düşünce ve idealleri gençlerimize mutlaka aktarmalıyız.
Ülkeleri ve milletleri uzun vadede güçlü, dayanıklı, sözü dinlenir ve sarsılmaz kılan sadece ekonomik üstünlükleri değil, aynı zamanda da kültürleridir. Asaleti ve bütünlüğü oluşturan millî kültür ve geleneklerine sırt çeviren, onları hakir gören toplumlar asla söz sahibi olamazlar, saygınlık kazanamazlar ve uluslararası platformda bellerini doğrultamazlar. Millî kültür, millet olmanın temel şartıdır. Ondan uzaklaştıkça, millet ve devlet olma özelliğimiz zaafa uğrar, yabancı ideolojiler, yabancı kültürler, açık pencere ve kapılardan topluma sızar ve gençleri rahatlıkla etkisi altına alır.
Millî kültürümüzü ayakta tutan en önemli temel taşlardan biri, "KLASİK TÜRK MUSİKİ" mizdir. Fakat ne yazık ki Türk Musikisi, özellikle Cumhuriyet Döneminde üvey evlat muamelesine maruz kalarak, yeterli ihtimam ve alakayı görmemiştir. Bu çerçevede, Konfüçyüs’ün musiki ile ilgili çok ünlü bir sözünü hatırlatmak istiyorum. "Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir."
Tahir Aydoğdu’nun ifadesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, "Enderun" denen saray okulunda çöküntü, çözülme, özelliğini kaybetme, ciddiyetsizlik ve fonksiyonunu yitirme başlamıştı. Yüzyıllardan beri kökleşerek gelişen, sağlam temellere oturan bu kuruluşu restore etmek, eski özelliğini geri vermek kimsenin aklına gelmemiş, körü körüne Batı’ya bağımlılık gösterilerek dağılıp gitmesine göz yumulmuştur. Oysa ki Batılılaşma ve çağdaşlaşma, kendi öz değerlerinin de çağdaş düzeyde korunması ve yaşatılmasıdır. 1908’den sonra da "Enderun Okulu" kesin olarak kapatılmış, Musiki Bölümünün adı "Mızıka-i Hümayun" olmuş, ve Mızıka-i Hümayun ise, daha çok Batı müziğine önem vermiştir.
"Maarif Nezareti", 1914 yılında İstanbul’da "Darülelhan" (Nağmelerin evi) adıyla bir Devlet Konservatuarı açmış ve musiki bölümünün başına da Musa Süreyya Bey’i getirmiştir. Bu kişinin ilk işi 1926’da, "Darülelhan" adının "İstanbul Konservatuarı"na çevrilip yeni kültürümüz için gereksiz olan (!) ŞARK MUSİKİSİ’nin kaldırılmasını istemek olmuştu. Akabinde de, okullardan musiki dersleri zamanın bakanı tarafından kaldırılmış ve Türk Musikisi eğitim ve öğretimi resmen yasaklanmış, hatta 1927’den beri yapılmakta olan radyolardaki yayınları da 1934’te durdurulmuştur. Bu yasak fazla sürmemiş, Atatürk’ün Savarona yatında bir akşam, yasaktan haberi olmadığını ifade ederek radyodan fasıl dinlemek istemesi üzerine, yayınlar tekrar başlamıştır.
Sırası gelmişken, Atatürk’ün Türk Musikisi hakkındaki sözlerine yer vermek istiyorum. Bu sözleri nakleden, de Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti’nin 15 sene şefliğini yapmış, Atatürk ile devamlı görüşen Binbaşı Hafız-ı Kur’an Yaşar Okur’a aittir. "Atatürk, her millî varlığa olduğu gibi, millî musikimize de büyük bir önem vermişlerdi. Özellikle, Klasik Türk Musikisi’ni çok severdi. Atatürk, Türk Musikisi’ne bağlı idi, hatt’a onun aşığı idi. Bugünkü Türk Mûsıkîsi’ni canlandıran, Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün Türk Mûsıkîsi’ne candan gösterdiği ilgidir ki bu sayede, hâlen Türk Mûsıkîsi her yerde rağbet görmektedir".
Ancak, "Bizim Musikimiz"in halen, yeterli düzeyde, gerek toplum ve gerekse devlet organları tarafından desteklenmediği, ilgilenilmediği ve üvey evlat muamelesi gördüğü kanaatinde olduğumu da, açık yüreklilikle ifade etmek isterim.
Hekimlik mesleği ile musiki arasında, diğer sanat dallarından ziyade, çok daha fazla yakın bir ilişkinin olduğunu herkes bilir. Bu durumun, aynı hikmet membaını kullanmalarından mı, yoksa her ikisinin de aynı kaynaktan beslenmelerinden mi meydana geldiğini izah etmek gayreti içerisinde olmayacağım. Zira her iki husus, tarih boyunca o kadar iç içe geçmiş ki, insanın, birisi olmadan diğeri de olmaz diyesi geliyor.
Hekimlerin, herhangi bir sanat dalı ile özellikle de musiki ile az ya da çok, profesyonel veya amatör bir şekilde ilgilenmeleri, çağlar boyu süregelen kadim bir geleneğimizdir. Hekimlerin musikiyi tedavide bir enstrüman olarak kullanmalarının yanında, bu sanat dalının gelişmesinde ve çok daha geniş bir alana yayılmasında büyük katkıları olmuştur.
Yeni kitabımız, “Güfteden Besteye”nin hikayesine gelince…
Beynimi, aklımı, fikrimi, zihnimi, azmimi, sebatımı, istikbalimi, istikrarımı, istiklalimi, iz’ânımı, irfanımı, burhanımı, ufkumu ve muhayyilemi elinde yoğuran ve büyüten, kendisinin adı ile adlandırıldığım ve ismini taşımaktan çok büyük onur duyduğum, üç yaşımdan itibaren eğitimi, öğretimi ve terbiyesi altında yetiştiğim, maddî ve manevî boyutta hep arkamda duran, zamanının büyük alim, müderris ve mutasavvıflarından Hocam ve Dedem, H. H. İsmail Hakkı Efendi (Hafız Baba), her gece beni yatırdıktan sonra, irticalen çok güzel sesi ile makamına uygun olarak, başından sonuna kadar okuduğu İmam Busayrî’nin “Kasîde-i Bürde”sinin (Hırka Kasîdesi) her beyti hala kulaklarımda… Orjinal Elyazmalı nüshası halen kütüphanemde bulunan bu kitabı hiç yüzünden okumadığım halde, her beyti nağmeleri ile birlikte ezberimdedir. Bu husus, zannımca Edebiyat, San’at, Şiir ve Mûsıkî konusunda bende merak uyandırmaya ve bazı denemelerime en büyük vesile olmuştu.
Ortaokul yıllarımda hece ile şiir yazıyor, aklımca bazılarına melodi ve nağmeler giydirerek beste(!) yapıyordum. Lise tahsilim esnasında Rahmetli Tahir Karagöz’den de mûsıkî dersleri alma fırsatım oldu. Böylece Edebiyat, San’at ve Mûsıkî hayatımın haz kaynağı ve ayrılamaz bir parçası oldu. Yıllar akıp gidiyor, ben daha fazla hece ağırlıklı şiirler yazıyordum. 1991 de “Sûz-i Dilâra” arkasından peşpeşe, “Aşk”, “Vuslat”, “Nefes” ve “Hicran” isimli şiir kitaplarım yayınlandı.
Zamanın Devlet Bakanı Sayın Dr. Yılmaz Karakoyunlu’nun bir kaç güftemi besteleyerek TRT de icra edilmesi sürprizi, beni çok heyecanlandırmıştı. Gerek Edebiyat ve gerekse Mûsıkî dünyası ile yakın ilişkim sebebi ile, bestekarlarımızın yeni beste çalışmalarının kifayetsiz olduğu hakikatiyle karşılaştım. Bunun sebebini 2014 yılında zamanın Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Mûsıkîsi Topluluğu Korosu Şefi, Kadim Dostum, Sevgili Kardeşim Sayın Ûdî Bestekâr Mustafa Fatih Salgar’a sordum. Kendisi, Türk Mûsıkîsi Makamlarının heceden ziyade, aruz formundaki güftelere çok daha iyi uyum gösterdiğini ve aruzla şiir yazan şair/ güftekar pek bulunmadığını söyleyerek beni bu yola ısrarla teşvik edince, ben şiirlerimde, rubâilerimde iştiyak ve hararetle aruz formuna ağırlık verdim. Bu aruz vezinli güfte ihtiyacın dillendirilmesinde, Amir Ateş, Osman Erol Ünal ve Osman Nuri Özpekel Beyefendi dostlarımın haklarını da teslim etmek gerektir. Akabinde “Ya Hayy!” ve daha sonra da “Rubâiyyat-ı Bircis” isimli rubâi/güfte kitaplarımı yayınladım. Benim rubâi/güftelerimde, Aruz Vezni olarak sık tercih edilen hemen her kalıbı kullansam da, genellikle “Mefûlu, Mefâîlu, Mefâîlu, Feûl/Feûlün” vezinlerinin hakimiydi göze çarpar!
Aruz vezni ile yazılan ve mana derinliği bulunan güfteler, daha beste aşamasına gelmeden, gerek makam ve gerekse usül itibari ile yüzde seksen oranında bestelenmiş sayılır ve bestekârına çok büyük kolaylıklar sağlar! Bütün bunlar sebebi ile, aruz vezninin hem edebiyatımıza, hem de mûsıkî kültürümüze faydası gözardı edilmemelidir.
Bu süreçte, bir çok değerli bestekarımız, beni aruzla yazma konusunda teşvik etmekle birlikte, rubâilerimizi bestelemek lütfunda bulundular. Bu vesile ile, Dr. Yılmaz Karakoyunlu, Mustafa Fatih Salgar, Osman Erol Ünal, Amir Ateş, Salih Suphi Soner, Osman Nuri Özpekel, Prof. Dr. Gülçin Yahya Kaçar, Mehmet Kemiksiz, Yeşim Altınel Çoban, Dr. Adnan Çoban, Bekir Ünlüataer, İbrahim Suat Erbay, Sebahattin Çevik, Murat Türkmen, Nurullah Ejder, Ahmet Ünal, Hüseyin Erbay, Dilber Kılıçaslan, Hüseyin Samet Talaş, Prof. Dr. Kubilay Kolukırık, Şaban Keşkeş, Cüneyt Bayraktar ve Salih Bora’ya münhasıran kalbî şükranlarımı sunarım.
Her biri bin yıl olan bin ömrüm olsa, hepsini de uğruna aşkla feda edebileceğim mesleğim, “Nöroşirurji” haricinde yazdığım yirmiyi aşkın kitaplarımın arasında mümtaz yerini alan “GÜFTEDEN BESTEYE” (GİRDAP KİTAP, İstanbul, 2020) tüm sözleri bana ait olan ve çeşitli bestekarlarımızca değişik makam ve usullerde bestelenen yüzü aşkın eseri ihtiva etmektedir. “Güftelerimden yapılan besteleri bir araya getirerek kitaplaştırılması ve Türk Kültürüne kalıcı bir kaynak olması” fikrinin sahibi ve “GÜFTEDEN BESTEYE”nin her safhasında, redaksiyonunda, olağanüstü bir gayret ve itina gösteren, Türk Mûsıkîsine âbidevî eserler bırakan Sevgili Kardeşim M. Fatih Salgar Beyefendi, müstesna teşekkürlerimizi fazlası ile hak etmektedir.
Bu eserimizin yayınlanmasında ve mûsıkî kültürümüze kazandırılmasında en büyük pay, daha önce neşr edilen bir çok kitabımda da olduğu gibi, şüphesiz gayretleri ve teşvikleri sebebi ile Girdap Kitap Genel Yayın Yönetmeni Sayın Muttalip Asılı Beyefendiye ve çok titiz bir çalışma sonucu kitaplaştırılmasını başaran ekibine aittir. Münhasıran kendilerine, Girdap Kitap ve çalışanlarına kalbi şükranlarımı sunuyorum.
Tek bir aforizmamız, meramımızı kafi derecede ifade eder kanaatindeyim.
Bilim insanlığın ortak mirası, Musıki ve San’at ise, ortak lisanıdır!
TRT repertuarında yer alan bir eserimizi (https://youtu.be/FeRg3kfcIjI) Melihat Gülses Hanımefendinin sesinden dinleyerek bitirelim! Aynı eserimizi, Hicaz makamında bestesini yapan ve icra eden Adnan Çoban Beyefendiden de (https://youtu.be/c1zAx14ArcE) dinleyebilirsiniz.
Makam; Acem Kürdi
Usul ; Müsemmen
Güfte ; İsmail Hakkı AYDIN
Beste ; Yılmaz Karakoyunlu
Kaçma cânım, gitme aşkım, bitme sevgim dur biraz!
Yandı bağrım hasretinden, soldu rengim dur biraz!
Vuslatınla dindir artık gel de sonsuz hasreti,
Al emanet sende kalsın, aşkta dengim dur biraz!